Kadın Yaşam Özgürlük Kolektifi “yıkıma karşı, yaşam için feminist mücadeleyi” savunuyor. İran’daki feministlerin savaş günlüklerini, sosyal medyadaki mini paylaşımları metin haline getiriyor. Kadınların tanıklıklarını içeren bu paylaşımları çevirdik.

Netanyahu, İran’a yönelik amansız saldırıları “özgürlük için istisnai bir fırsat” olarak sunuyor. Büyük İran ulusunu baskıcı rejiminden kurtarmak istediğini iddia ediyor ve bir yandan da anlama kapasitesinin olmadığı üç kelimeyi utanmazca söylerken, onu canlı, kolektif bir mücadeleyi gasp edebileceği bir sloganla karıştırıyor.

Bu metin, “Kadın, Yaşam, Özgürlük” meşalesinin taşıyıcıları olan ve hapislere, şiddete ve baskıya göğüs geren İran’daki feminist aktivistlerin anlatılarından bir seçki. Onlar, şimdi hem İran sağının hem de Batı’nın savaşa aç güçleri tarafından “rejim sempatizanları” olarak damgalanmaktan kaçınmak için, yaralarını yeniden açmaya ve İslam Cumhuriyeti’nin yarattığı travmaları alenen yeniden yaşamaya zorlansalar bile, kendilerini askeri istilaya, yıkıma ve sivillerin kitlesel olarak öldürülmesine karşı çıkarken buluyorlar. Bu anlatılar, İran’da onurlu ve özgür bir yaşam için her şeyi riske atmış olanların sesleridir. Şimdi vasiyetlerini yazıyorlar, evlerinden edilmişler, ailelerinin ve halklarının geleceği için endişeleniyorlar ve yüksek sesle şunu söylüyorlar: Savaşa hayır! Bizim adımıza değil!

Katillerimiz arasında seçim yapmıyoruz ve faşizmlerin savaşında taraf tutmayacağız. Feminist bir kolektif olarak, bu saldırıya ve savaşı ya da askeri saldırıları “gerekli ve meşru bir çözüm” olarak sunan her türlü söyleme kararlılıkla karşıyız. Güvensizlik, korku, ölüm ve yıkımdan hiçbir özgürlük ve adalet yolu doğamaz. Askeri mantık sadece yaşamı yıkmak ve yok etmekle kalmaz; tahakküm ve imha mantığını dayatmak için insanları piyade haline getirir ve hayatları sayılara indirger.

Bu arada, diğer hükümetler bu savaşı körüklemeye devam ediyor: işgal ve soykırım üzerine inşa edilmiş bir devleti destekliyor, müzakere ediyormuş gibi yaparken silah gönderiyor. Bir gün Hamid Nuri’yi serbest bırakıyorlar[1], ertesi gün “rejim değişikliği” adına savaşın alevlerini körüklüyorlar.

Jin, Jiyan, Azadî[2] değerlerine bağlıyız, bizi ilk kez bir araya getiren değerlere, ve Gazze’den İslam Cumhuriyeti’nin hapishanelerine kadar ölümcül seçimlerin mantığına, soykırım ve infaz makinelerine ve yıkım döngüsüne karşı, hayatı savunuyoruz.

womanlifefreedomcollective (kadınyaşamözgürlükkolektifi)

“İsimler ve belgelerle kanıtladığım geçmişim tamamen açık. Çok çeşitli müvekkilleri temsil ettim ve tüm insanların haklarını onurla savundum. MEK (Halkın Mücahitleri Örgütü)[3] veya şah yanlılarının davalarını üstlenmekten, İstihbarat Bakanlığı ya da Devrim Muhafızları beni güvenlik gerekçesiyle suçladığında dahi korkmadım. Bu kişilerle aynı inançlara sahip olduğum iddia edildi, dosyaların finansmanı sorgulandı. Ama ben onlar için de gazeteciler, avukatlar ve sivil toplum aktivistleri için savaştığım kadar savaştım. Hiçbirinden tek kuruş almadım.

Etrafım, İslam Cumhuriyeti tarafından yaralanmış insanlarla dolu. Bizi bu rejime bağlayamazsınız. İslam Cumhuriyeti’nden utanıyorum, ama Netanyahu’dan ve çocuk katili İsrail’den bin kat daha fazla utanıyorum. Jina Ayaklanmasında öldürülen Kian, Sarina, Nika’nın (Jina Ayaklanması sırasında öldürülen çocuklar), 2019’daki Kanlı Kasım’ın[4] kurbanları ve Ukrayna uçağı[5] (PS75 uçuş) kurbanları bizim için son günlerde öldürülen çocukların kanı kadar değerlidir.”

“Üçüncü Gece,

Az önce

Saat üç civarında, dört sokak ötede

Bir petrol deposu vuruldu.

Twitter ve Instagram’daki manipülasyonun

[Bazılarının saldırıları

coşkuyla kutladığı] aksine,

Her bir patlama burada mahalle sakinlerinin

Ne düşündüklerini netleştiriyor:

Kahrolsun İsrail.”

“Büyüdüğüm evi, mahalleyi, şehri az önce terk ettim. Yanıma Nassim’in fotoğrafını ve Pakhshan’dan bir hatıra aldım[6]. Televizyonda altyazıda ‘o adam’ [Netanyahu], Tahran’ın tahliye edilmesini istemiş diyor. Peki, sevgili Nassim hücreden nasıl tahliye edilecek? Yarın tahliye çağrısı yapılan yer onların bölgesi olursa ne olacak? Savaş, benim için sürekli bir kayıp tehdidiydi: çocukluk evi, arkadaşlar… Sevdiklerim yaşadıkları bölgelere bağlılar. Bölgeden gelen her haber, onlar cevap verip seslerini duyana kadar kalbimin bir an durmasına neden oluyor.

Gidiyoruz ve babam pencerenin önündeki çiçeklerimizin solacağından endişeleniyor. Gerçekte ne kadar yaşıyorduk ki, şimdi o bile elimizden alınıyor?”

“Dört gündür kalbim sürekli batıyor. Asla nefes almaya geri dönmüyor. Hava savunmasının sesi, sallanan duvarlar, camların her an kırılabileceğini düşünmek… Arkadaşımla dışarıdaydım, canım, onlara bir şey olursa bunu kalbime nasıl açıklayacağım diye düşünüyordum. Sevdiğim insanları kaybetmekten o kadar korkuyorum ki, bu korkuya daha fazla dayanmaktansa ölmeyi tercih ederim. Küp şeker büyüklüğündeki evimiz sahip olduğumuz tek şey. Eğer yıkılırsa ne yapacağız? Biri ‘Bu hayatımın son spagettisi olabilir’ diyor. Başka bir arkadaşım ‘Bu küçük gözlerimizle ne kadar çok şey gördük’ diyor. Sokak kedileri bile korkuyor. Konuşacak birine ihtiyacım var. Bir ses duymaya… Hâlâ orada birinin olduğunu bilmeye… Acil durum çantama arkadaşlarımın fotoğraflarını koydum. Hayat hiçbir yerde yok. Ve tüm bunların ortasında, bir adam kamera önünde durup şöyle haykırıyor: ‘Kadın, Yaşam, Özgürlük.’ Mücadelemizi geri kazanmalıyız. Kurtuluşumuzu geri almak zorundayız. Ama ondan önce şunu söylemeliyim: Korkuyorum. Korkuyoruz. Katledilmeden önce ölüyoruz.”

“Dört gün süren bir uyurgezerlikten sonra kararımı verdim: Son nefesime kadar yaşamak istiyorum. Hâlâ Tahran’da kalıp kalmayacağımı bilmiyorum. İlaçlarım birkaç gün önce bitti ve bu sürede elimdeki tüm güçle yan etkileriyle baş etmeye çalıştım. Bugün bir psikiyatri randevum var ama gece ilacımı almayacağımı biliyorum.

Perşembe gününden beri sanki bir asır geçti hem benim hem de hepimiz için. Evimizin enkaza dönüşme ihtimali her nefeste göğsüme bir taş gibi oturuyor. Ama bunun ötesini düşünmem gerekiyor. MS hastası olan annemi düşünmeliyim; her panik dalgası onu bir başka atağa daha yaklaştırıyor. Ama sadece onu da değil. Kendi ölümümü düşünmeliyim. Halkımın çektiği acıları düşünmeliyim.

Üç gündür bu düşüncelere tutunuyorum, günü güne ekleyerek. Ve bu sabah kendime dedim ki: Bu kadar. Kararım bu. Sevdiklerim için elimden geleni yapacağım ve son nefesime kadar yaşayacağım. Yurtdışındaki bazı dostlarıma son dileklerimi emanet ettim. Umarım hiçbir zaman unutmazlar.”

“Kaçışı yaşadım. Kelimenin tam anlamıyla. Binlerce insanın arasında… Hepimiz kaçtık… ama nereye? Bitmeyen bir yolun yoğun trafiğinde zihnim eski bir anıyla meşgul. Evimi, aşkımı, dostlarımı, şehrimi terk ettim ve benimle birlikte sadece patlama sesleri geliyor… Gökyüzü artık mavi değil, siyah… Patlamaların isiyle boğulmuş, kimsenin duymadığı korku çığlıklarıyla.

Peki ya ben? Sadece birkaç gün öncesini hatırlıyorum: Basit kahkahalar, sıcak kucaklaşmalar ve geleceğimizle ilgili hayaller. Şimdi? Her şey bizden alındı. Sadece ruhumuz değil, uykumuz, sesimiz ve kalbimiz bile. Bizi; geri dönebilecek miyiz, ya da zorunlu sürgünde suskunluk ve sis içinde kaybolup giden bir anı haline mi geleceğiz bilmeden, aralıksız patlamalarla şehrimizden sürdüler.”

“Dördüncü günün şafağı. Dün akşam çöküntü noktasına geldim. Kız kardeşimi tren istasyonuna bıraktığım gün, iki saat boyunca benzin almak için sırada bekledim. Normal bir gün gibi çalışmak istedim ama giderken dün gece Tahran’ın güneyinde meydana gelen patlamanın dumanı gökyüzünü kaplamıştı ve dönerken de eve varmadan birkaç dakika önce evimin yakınında meydana gelen patlamanın dumanı gökyüzünü kaplamıştı. Patlamayı daha yoğun hissetmiş olan arkadaşlarımın seslerindeki titreme kalbimi paramparça etti. Dükkân sahibi kedi maması fiyatını iki katına çıkardı. İtfaiye araçları sirenleri çalarak geçtiler. Bu koşullarda kim halı ya da çiçek alabilir ki diye düşündüm — ve neden her yer açıktı? Sonra eve bir demet nergisle döndüm.

Arayan herkes evimin güvenli olmadığında ısrar ediyordu. Mantıklıydı. İki kedimle nereye gideceğimi düşündüm, umutsuzluğa kapıldım. Birçok kişiyi aradım ve arkadaşlarımın ve ailelerinin gösterdiği nezaket gözlerimi yaşarttı. Eşyalarımı toplamaya başladım ve fark ettim ki, bu kaygılı ve karmakarışık ruh haliyle devam edemem… ‘Bir şeyler yapma’ düşünceleriyle çevriliydim. Belki de kimse kedimin korkusu ve yerinden edilmesini düşündüğümde vücudumun bağışıklığının nasıl tükendiğini anlamıyor. Uzak bir şehirdeki çok yakın bir dostumu aradım ve benim gözyaşlarım ve onun önerileri arasında tek bir şey söyledim: ‘Evimi terk etmek istemiyorum.’ O da dedi ki: ‘Öyleyse otur ve bu gece hiçbir yere gitme.’”

“Kaderimin bu bölgedeki insanlarla ne kadar yakından bağlantılı olduğunu düşünmeden edemiyorum, sadece bulunduğumuz yerden dolayı değil, aynı zamanda baskı, yerinden edilme, güvensizlik ve sistematik adaletsizlik gibi ortak deneyimlerimizden dolayı da. İran, Lübnan, Filistin, Suriye, Irak’ta savaş, yıkım, evsizlik, yaptırımlar, ekonomik zorluklar ve krizlerin hafızası nesilden nesile aktarıldı. Yine de bu derin ve ortak deneyimlere rağmen, birbirimiz hakkında çok az şey biliyoruz ve kurmamız gereken köprüler hâlâ kurulmamış durumda. Gece yarısı, Tahran’ın 18. bölgesi ikinci kez İsrail saldırısının hedefi olarak gösterildi. İnsanlara evlerini terk etmeleri söylendi. 3. Bölge’ye ilk kez tahliye emri pazartesi akşamı verildi. Korku, panik ve aceleyle ayrılma, mahalle sakinleri arasında neredeyse [prova edilmiş veya] organize edilmiş gibi hızla yayıldı. Bu sahneler çok tanıdıktı- tıpkı sosyal medyada Gazze ve Lübnan’dan sık sık gördüğümüz gibi…”

“Bu, terasımızın manzarası- benim serbest bırakılmamdan sonra özenle düzenlediğimiz, arkadaşlarımızla birlikte kederli günleri unutabilmek için düzenlediğimiz teras. Şimdi, gökyüzünde bu kırmızı lekeleri görüyor ve pencerelerden uzaklaşıyoruz. Terasımız boş. Kahkaha sesi yok. Kedimiz üç gündür uyumadı ve tek bir ses bile çıkarmadı. O kederli sirenin çınlamasıyla dehşet içinde oturuyoruz. Ve tüm bunların ortasında, savaşı haber yapmak zorundayız ve tüm bunların ortasında savaş destekçileri ve faşistlerin saçmalıklarıyla yüzleşmek zorundayız. Kahrolsun- kahrolsun İsrail’e ve bu yıkıma, bu insanlara yaptıklarına sorumlu olanlara.”

“Bu sıralar, kendimi “#özgürleşen_karar_verir”[7] hashtag’ini düşünürken buluyorum. Bu hashtag bir zamanlar Suriye’de çok popüler olmuş ve kamuoyunda tartışma yaratmıştı. Tüm o çelişkileri, anlatıları ve kaygıları hatırlıyorum, bazılarının farkına ise ancak yakın zamanda vardım. Bu sözler, böyle bir karar alma sürecinde yüzlerce grubun, örgütün, bireyin, şehidin, mahpusun ve sürgünün inşa ettiği iradenin ve mücadele tarihinin silindiğini ve sadece ‘değişim ve özgürlük’ sloganına indirgenerek yok sayıldığını düşünen insanlardan geldi. Şunu tekrar tekrar söylemek istiyorum: Bir zincirden kurtulmak, özgürleşmek anlamına gelmez.

Asla! Ayrıca, bizden önce fikirleri, bedenleri ve hikayeleriyle mücadele edenlerin hepsini temsil etme hakkı da kimseye ait değildir. Yargılama hakkımız var. Tavırları, itaatkârlığı, saldırgan güçlerle ittifakı yargılama hakkımız var. Savunmaya dair kararlar alan güçleri dahi… Evet, bizim yargılama hakkımız var! Eğer ulusçu retorik Damavand Dağı gibi sembollerle, Şeceriyan’ın sesiyle ya da ‘vatan’ için yazılmış şiirlerle[8] geçmişin eylemleriyle çelişiyorsa, geriye sadece boş sözler kalır. Bu sözlerin yaşamdan yana bir yönelimi yoktur ve bu yüzden savaş karşıtı da olamazlar.

Tarih bizim yanımızda! Tek yapmamız gereken, telefon ekranlarımızın ötesine bakmak: Evlerimizi ve sokaklarımızı birer hayatta kalma, direniş, korku ve kahkaha mevzisi olarak görmek!”

Çeviren: İlgi Kahraman

* Bu yazının orijinali 16 Haziran 2025’te Kadın Yaşam Özgürlük sitesinde yayınlandı.

Metin 22 Haziran 2025 tarihindeki ABD’nin İran’a saldırısından önce hazırlandığı için güncel gelişmeleri ve kolektifin savaşa dair güncel politik tutumunu yansıtmıyor olabilir. Geçtiğimiz birkaç gün boyunca pek çok gelişme yaşandı.

[1] 5 Haziran 2024’te gerçekleşen takasla, İsveç’te “insanlığa karşı suçlar” kapsamında 1988 toplu idamlarındaki rolü nedeniyle müebbet hapse çarptırılan eski savcı Hamid Nuri, İran’a iade edildi. Nuri, İran’daki Gohardasht Cezaevi’nde savcı yardımcısı olarak görev yapmış ve İslam Devrimi sonrası “Halkın Mücahitleri” üyelerinin toplu infazlarında parmağı olmakla suçlanmış.

[2] Jina isyanı, 2022’de Mahsa (Jina) Amini’nin ahlak polisi tarafından öldürülmesinin ardından İran’da patlak veren, kadın isyanı. “Jin, Jiyan, Azadî” (Kadın, Yaşam, Özgürlük) sloganıyla büyüyen bu isyan, yalnızca zorunlu başörtüsüne değil, patriyarkal rejime, devlet şiddetine ve sistematik ayrımcılığa karşı da bir itirazdı. İsyan sırasında İran’daki farklı etnik kimlikler arasında rejime karşı dayanışma kurulmuş ve birlikte mücadele etmişlerdi.

[3] Halkın Mücahitleri Örgütü (MEK), 1965’te İran’da İslamcı ve Marksist unsurları birleştiren bir ideolojiyle kurulan, İslam Devrimi sonrası rejimle çatışmaya girerek silahlı mücadeleye yönelen ve özellikle Saddam Hüseyin’le iş birliği nedeniyle İran kamuoyunda meşruiyetini büyük ölçüde yitiren muhalif bir örgüt.

[4] İran’da benzine yapılan zam üzerine Kasım 2019’da başlayan geniş çaplı halk isyanı rejim tarafından çok sert müdahalelerle bastırıldı, yüzlerce kişi güvenlik güçleri tarafından öldürüldü.

[5] İran, 8 Ocak 2020’de Tahran’dan kalktıktan kısa süre sonra Ukrayna Hava Yolları’na ait bir uçağı yanlışlıkla füzeyle vurdu. 176 sivil yolcu hayatını kaybetti. İran yetkilileri önce olayı inkâr etti, ardından büyük uluslararası baskı sonucunda hatalarını kabul etti.

[6] 6. numaralı alt notta birinci kadının tam ismi: Nasim Gholami Simyari ve Pakhshan Azizi; İran’da kadın özgürlüğü ve Kürt hakları için mücadele eden iki önemli kadın aktivisttir. Nasim, “Kadın, Yaşam, Özgürlük” protestolarına katıldığı için “silahlı ayaklanma” suçlamasıyla yargılanıyor ve idam tehlikesiyle karşı karşıya. Pakhshan ise bir Kürt sosyal hizmet uzmanı ve insan hakları savunucusu olarak Rojava’da yürüttüğü çalışmalar nedeniyle 2023’te tutuklandı, PJAK’la bağlantısı olduğu iddia edilerek 2024’te idama mahkûm edildi.

[7]Orijinal hali: #من_يحرر_يقرر

[8] İran rejiminin resmi ideolojisindeki milliyetçi söylemlerde, İran’ın en yüksek dağı olan Damavand ve klasik İran müziğinin önemli ismi Şeceriyan’ın “vatan sevgisi” eseri sembolik olarak kullanılıyor. Bu semboller, halkın milli kimliğini ve birlik duygusunu çağrıştırmak için rejim tarafından öne çıkarılıyor.

Bir cevap yazın

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.