Belki de Aysel’ler o apartmanlardan çıkabiliyor, o soyadlarını reddebiliyorlar; ve o sofralardaki akşam yemeklerine yetişmiyor, sabah kahvaltılarında uyanmıyorlar. Aylak adamlarsa “Eli Paketliler Sokağı”nda debelenip söylenip ona buna kibirlenip duruyorlar.
Seçimin hemen ertesi, evde oturmuş harıl harıl çalışıyorum. Belli ki okul yok, çocuklar pedal çeviriyor, yakan top oynuyorlar. Bazı oyunlar, ebeler sobeler değişmiyor. Çocuk seslerine dalmışken telefon çalıyor. Yüreğim hop ediyor. Bilmediğim bir numara. Sanki ülke gündemiyle ilgili aranıyormuş gibi haddinden fazla geriliyorum. İşle ilgilidir diyorum. Kesin can sıkıcıdır. El mahkûm açıyorum, kargocu, “Zili çalıyorum, açan olmuyor evde değil misiniz,” diyor. Ben hep evdeyim, bir yanlışlık olmasın. Elindeki paketin üstünde yazan, “Uzuncaova Caddesi”yle başlayan adresi okurken kesiyorum hemen sözünü. “O benim çok eski adresim.”
Uzuncaova ne güzel isimmiş. İstanbul’da yaşadığım adresleri, sokak ve caddeleri anıyorum: Uzuncaova Caddesi, Ihlamurdere Caddesi, Muradiye Bayırı Sokak. Sokak adlarıyla meşgul olan meşhur aylak C.’yi düşünüyorum: “ […] dört gün önce bir sokak levhasında İki Öksüzler Sokağı adını okuduğum zaman kendi kendimi bir işe atadım. Şehrin sokaklarının adlarını toplayacak, bunlar üstüne düşünecektim. […] İçinizde ‘İki Öksüzler Sokağı’ndan geçen olmuştur ama bilmezsiniz. […] Kimmiş bu iki öksüz? Adlarını sokağa verdirecek ne yapmışlar, nasıl yaşamışlar? […] Üç gündür başka sokaklar da gördüm. Bir ‘Aslan Yatağı Sokağı’ var, bol dönemeçli. Bir zamanlar köşelerden birine gerçek bir aslan yerleşti de bütün şehir onu seyre mi koştu, yoksa aslan dedikleri övüngen mahalle kopuklarından biri miydi? Ya o sonuna dek gidip de bir tek servi göremeyeceğiniz ‘Sıra Serviler Caddesi’ […]”
Apartman adlarını kafaya takan, ölmeye yatmış Aysel’i hatırlıyorum: “Sabaha doğru Küçükesat’taydım. Küçükesat’ın bütün sokaklarını dolaştım. […] Sonra bir apartman adı gördüm: Şencan Apartmanı. Yapı sahibi bu adı nasıl koymuştur acaba apartmanına? Bir akşam yemeğinde bütün aile toplanmıştır. Bu mirasta hakkı olan herkes bir şey söylemiştir. […] anlaşamadan yatmışlardır. Ertesi sabah anne, kahvaltıda, bütün gece uyuyup uyanıp da kafasında oluşturduğu adı söylemiş, gerekçesiyle açıklamıştır: […] adını Şencan koyalım bunun. […] Neyse ne, apartmanın adı Şencan’dı işte. Belki de soyadıdır ailenin…”
Kadının mücadelesi hep daha çetin. Buna bağlı olarak da hep daha güçlü. Kadınlar bütün şehrin, bütün toplumun yükünü sıkıntısını daha fazla çektiklerinden kendi kaçışlarını yaratmak konusunda daha maharetli olabiliyor. Belki de Aysel’ler o apartmanlardan çıkabiliyor, o soyadlarını reddebiliyorlar; ve o sofralardaki akşam yemeklerine yetişmiyor, sabah kahvaltılarında uyanmıyorlar. Aylak adamlarsa (roman kahramanı C.’nin verdiği isimle) “Eli Paketliler Sokağı”nda debelenip söylenip ona buna kibirlenip duruyorlar.
Kitaplardan çıkıyorum, Uzuncaova’dan da ayrılıyor, şimdiye dönüyorum, çocukların “yakalandık” “sobeledik” çığlıklarıyla. Şimdi oturduğum civardaki isimleri düşünüyorum: Sincap Sokağı, Yeni Gelin Sokağı, Hora Sokağı, Eren Sokağı, Fırın Sokağı, Otopark Sokağı, Camii Meydanı, Karakol Çıkmazı. Camii’nin yenileneceği konuşuluyor ne zamandır. Pazarın başka yerde kurulacağı söylentileri her yıl tekrarlanıyor. Köşedeki karakol taşınsa da çıkmaz sokaktaki adı kalıyor. Pazar yerinin orda oturan arkadaşlar taşınalı da çok oluyor. Kimisi binaları yenilenmek üzere yıkıldığı için gitti, kimisi ülkeden ayrıldı. Şehir değişiyor. Adreslerimiz değişiyor, insanlar taşınıyor, dahası koca koca binalar yıkılıyor. Yenileniyor bir şeyler. Yenilenmek hiç eskimiyor, yenilmiyor, bilakis her yerden yalancı bir zaferle çıkıp alıp başını gidiyor. Her yerde, her an yenilenme lafları, bunun için “pr” çalışmaları.
En büyük yeniliklerden biri de doğanın “yeniden” keşfi. Ya da doğaya dönüş. İçinde hem yenilik hem yenidenlik barındıran dönüş. Sene başlarken her yerde doğa takvimleri, doğa ajandaları ya da kitapları görüyoruz; kuş çiçek ağaç görselleri paylaşılıyor. Kocakarı soğuklarının, pastırma sıcaklarının, eyyam-ı bahur rüzgârlarının vaktini bilmek yetmiyor artık, doğaya hasret büyük, herkes serçelerin yumurtalama dönemini de merak ediyor, nisan ayının mana ve önemine hayranlık duyuyor şehirliler. Kırlara gitmek istiyoruz, şehirden kurtulmak, ekmeğimizi kendimiz yapmak. Leyleklerin göç mevsimini izlemek, ağaçlar hakkında çok şey bilmek, otların şifalarını bir çırpıda saymak. Ajandalar, takvimler doğayı anlatıyor, birinci cemrenin düştüğü gün iş toplantısı olanlar hayıflanıyor belki ya da bir işin teslim tarihinin zemheri vaktine denk gelmesi can sıkıyor. “Doğa böyle kıpır kıpırken, bu kadar mucizeviyken napıyoruz biz?” Ajanda ve takvimle avunamayan bazı şehirliler kırlara gitmeye karar veriyor. Kırlara gidenler şehri muhakkak gri diye anıyor, hatta gıpgri: “Kurtulduk o gri şehirden, kurtulduk ‘devlet sarısı’ binalardan.” Bu “boğucu” şehirlerde kalanlarsa griye bir renk atma derdinde, şehirde boğulmamanın yolunu yordamını arıyorlar. Kimisi için tek bir fırça darbesi yetebiliyor, ve şehirde yaşarken de pencereye gelen bir kumru, iş çıkışı yanından geçtiğimiz bir ağacın üzerinde gösteriye başlayan bir sığırcık sürüsü, mahalledeki çiçek açan erik ağacı, parkta kafasını sevdiren bir köpek, bakkalın orda yeni doğurmuş bir kedi ve yavruları pekâlâ griliklere renk katabiliyor. Kimisi içinse yeterli olmuyor bütün bunlar; gökkuşağı bile kâfi gelmiyor şehirde kendine renkli bir yer açmaya, belki de çıkış vakti gelmiş onlar için. Bazılarımız şehirde bir ağacı savunurken buluyor kendi kaçış çizgisini; ya da şehrin göbeğindeki bir merdivenin basamaklarını rengârenk boyarken. Parkları buluşma yerine çevirmek kimilerinin çıkışı. Bazılarıysa ayrılmak istiyor; kırlarda uçsuz bucaksız koşup, yeni ağaçlar dikmekten, ağaçları çoğaltmaktan geçiyor onların kaçış çizgisi de. İşte o aynı kadim soru zaman zaman akıllarda dolanıyor: Gitmek mi zor, kalmak mı? Kaçış çizgimiz nerede?