Türk kadınlarının kendini beğenmişliği, kısır sohbeti, yüzeyselliği, tektipliği, kıskançlığı vs. üzerine atıp tutuyor ve “özgür” Avrupalı kadınların hayaline sığınıyorlar.
Geçen haftalarda bir gün, Paris’te dört Türk – üç erkek, bir kadın – oturduk, muhabbet ediyoruz. Birinci erkek, ünlü ve yüksek gelirli bir bey, sokakta önümüzden geçen ve dekolte kıyafetler giymiş her “güzel” kadını bakışlarıyla takip ediyor ve mahalledeki kadınların “delirtici” güzelliği üzerine iç çekiyor. Rahatsız oluyorum fakat olaya temkinli yaklaşmam gerek; aksi takdirde her an aksi feminist etiketiyle bastırılabilirim. Konuyu bakışlara, laf atmalara, takip etmelere getiriyorum. İkinci erkek, hayatının 30 yılını Türkiye’de ve son iki yılını Paris’te yaşayan bey, kadınlar olarak neredeyse her gün sokakta, metroda, çarşıda veya evde, bir erkek tarafından laf yediğimize, takip edildiğimize veya en iyi ihtimalle bakıldığımıza inanmıyor; daha doğrusu böyle bir durumun varlığından bihaber. Bir feminist olarak olayı abarttığımı, en istisnai örnekleriyle şişirdiğimi iddia ediyor. Bu noktada devreye üçüncü erkek giriyor, yani Fransa’da doğup büyümüş ve bu konularda duyumsal bir farkındalık edinmiş bey. Kız arkadaşının, kız kardeşinin başına gelen sokak tacizi örneklerini anlatıyor ve ne hikmetse az öncesinde tarafımdan öne sürülmüş argümanlara karşı çıkan ikinci erkek ikna oluyor. Sonra üç erkek, (gay olduklarını düşündükleri) erkekler tarafından bakıldıkları nadir anları ve bunun hissettirdiği aşırı tedirginliği anımsıyorlar: Kadınların yaşadığı da bunun gibi bir şey olsa gerek işte…
Bu sahne oldukça banal fakat bir o kadar da sembolik. Tartışma, birinci erkeğin sokakta tanımadığı kadınlara attığı pervasız bakışlardan doğuyor ve tartışmadaki diğer erkekler bundan rahatsız olmuyor; bu gündelik erkek sohbetlerinin bir parçası. Zira onları esas rahatsız eden “kötü” adamların, tacizcilerin bakışları… Üç erkek de bu vesileyle kendilerini “iyi” erkekler grubunda konumlandırıyor. Onların bakışlarında bir art niyet olamaz ki, “öylesine” bakıyorlar, “öylesine” yorum yapıyorlar! Öylesine… Bunu yanlış yorumlayan ve hatta abartan taraf ise kadınlar; ne yazıktır ki böyle yaparak belki de hayatlarının fırsatını kaçırıyorlar. Dolayısıyla evet, bazı (bize çok yabancı ve sayıca tek tük) erkekler kötü niyetli ve potansiyel tacizcidir. Fakat geri kalan iyi erkekler, yalnızca zararsız, kaçamak ve davetkar bakışlar atarlar ki bu bakışlar da öyle ustalıkla dikilir ki kadın istemediği sürece görmez bile. Kadın isterse bu bakışı değerlendirmek yine kendi elinde olur, ne şans ama değil mi?
Meselenin epey aşikar olmasına karşın erkeklerce görülmeyen yüzü ise bir kadının bir gün içerisinde bu bakışlardan kaç tane gördüğü, bu “iltifatlardan” kaç tane duyduğu… Kadının fark etmediği sanılan o bakışlar ve laflar, ergenliğinden hatta çocukluğundan başlayarak bedeninin bir köşesinde birikiyor, kemikleşiyor. Öyle bir an geliyor ki kadın yalnızken bile bakışları üzerinde hisseder hâle geliyor, kalabalığın varlığını içselleştiriyor.
Bu durum, kadını, aşina olduğumuz yaşam stratejilerini geliştirmeye itiyor: Sokakta yürürken insanlarla birkaç saniyeden fazla göz göze gelmemeye çalışmak, sokakta yalnızken arkada biri var mı diye kontrol etmek ve varsa adımlarını hızlandırmak, sokağa çıkmadan önce on kez giyim-kuşamına çeki düzen vermek, sosyal medyadan iletişime geçen erkeklere karşı temkinli yaklaşmak ve daha nicesi… Fakat bu stratejiler, toplumsal ve tarihsel bağlamlarından kopartılarak değerlendirildiğinde kimi önyargılara mahal verebiliyor. Nitekim üç erkek şöyle devam ediyor: “Türk kadını da biraz…” Türk kadınlarının kendini beğenmişliği, kısır sohbeti, yüzeyselliği, tektipliği, kıskançlığı vs. üzerine atıp tutuyor ve şöyle ekliyorlar, “Avrupa’da kadınlar daha farklı…”, daha özgür ve özgünler sanki. Bu noktada, Fransa’da doğup büyümüş Türk bir kadınla evli ikinci erkek, eşiyle sırf bu Avrupalı kimliği sayesinde daha rahat anlaşabildiğini söylüyor. Yoksa Türkiye’de yaşayan Türkiyeli kadınlar çok zor…
Şüphesiz Avrupa da bahsettiğimiz sokak tacizlerinden muaf değil, aksine sık sık yaşanıyor ve bu konuya yönelik birçok araştırma, sosyal girişim ve yasal çalışma mevcut. Lakin en azından Fransa’da, özellikle sokaktaki bakışlar konusundaki ayrımı henüz ilk günlerinden hissedebiliyor insan. Türkiye’de insanın üzerine dikilen ve bir türlü rahat vermeyen bakışlar, burada bir nebze de olsa yadırganıyor. (Eşinin Avrupalılığına dikkat çeken ikinci erkek, başka bir konuşmada bu bakışlardan, “Fransa’ya entegrasyon sürecinde törpülenmesi gereken tipik bir Türk alışkanlığı” olarak bahsediyor. Oysa bu durum kültürel bir farklılığa değil toplumsal bir hassasiyete işaret ediyor.)
Bu bakışları geçen hafta Fransa’nın güneyine tatile gittiğimde yine düşündüm. Türkiye’de en son plaja gittiğimde, tıpkı her zaman olduğu gibi olağanüstü bir şekilde izlendiğimi hissetmiştim. Bikini bölgemde azıcık uzamış bir kıldan tutun ojesiz ayak tırnaklarıma; modası geçmiş bikinimden karnımdaki yağlara varana değin bedenimdeki her ayrıntının değerlendirmeye tabi tutulduğunu hissetmiştim. Oysa geçen hafta bu bakışlar orada değildi; şişman olmak, üstsüz güneşlenmek, çıplak denize girmek, kıllarını uzatmak kimsenin dikkatini ve ilgisini çekmiyor gibiydi. Bedenin izlenmiyor oluşu insanı özgürleştiriyor; kıldan tüyden meselelerden ziyade daha keyifli ve anlamlı meselelere kafa yormasına fırsat sağlıyor.
Tekrar başa dönecek olursam, üç erkekle yaşadığım bu konuşma bana şunu düşündürdü: Kimi erkekler, zararsız buldukları ve kadınlarda ne tür bir etki yaratacağını düşünmeye gerek görmedikleri kimi davranış biçimlerini tekrarlamakta ve meşrulaştırmakta bir sakınca görmüyorlar. Buna karşın, hareketlerinin kadınlarda yarattığı karşılıktan – kendini sakınma, temkinli ve mesafeli yaklaşma, konuşmayı kısa kesme, bakışlara karşılık vermeme vs. – hoşnut olmuyorlar ve “Türk kadını” kategorisi altında kıyasıya eleştirdikleri kadınlara karşı, “özgür” Avrupalı kadınların hayaline sığınıyorlar.
Velhasıl, o hasret kalınan “özgürlük” ayrıcalıklı bir kültüre, ırka veya cinsiyete doğuştan atfedilmiyor her zaman. Özgürlüğü biz de yaratabiliyoruz, kıyafetlere, kilolara, kıllara, çıplaklıklara ve farklılıklara dikmediğimiz bakışlarla…