Hayatımı aralarında bölüştürdüğüm iki ülke, dayanılmayacak kadar birbirine benzemeye başladı. Her iki tarafta da sokaklarda tedirgin yürümek, bütün sohbetleri siyasete getirmek ve devamlı bir gitmek, gitmek, gitmek istemek var.İlk defa bir Amerikalının ağzından özsavunma jargonu duyuyorum. Genç bir kadın, teni bu beyaz şehrin standartlarına göre oldukça koyu kalıyor. İşe gitmek için bisikletiyle evden çıktığında, evine korkutucu biçimde yakın bir yerde, bir erkeğin saldırısına uğramış: Beyaz kamyonetinden kadına cam şişe fırlatırken Trump’ın kendisini nasıl ‘evine’ geri göndereceğini bağırıyormuş adam. Ne yaparız, ortam bu kadar kötüyken birbirimize nasıl sahip çıkarız, diye konuşurken “Biz de silahlanalım, bizi başkası savunmayacak, kendimizi savunmamız gerek,” diyor. Nasıl öfkeli. Öfkesinde nasıl haklı.
Seçim gecesi ağlayanları avutmak için ortaya attığımız politik tahlilleri düşünüyorum: Her şey bir gecede değişmeyecek. Kurumların dağıtılması uzun bir süreç. Sokak zorlaşacak, bizler için çok zorlaşacak – kadınlar, beyaz olmayanlar, yabancılar, kâğıtlı/kâğıtsız göçmenler, heteroseksüel ve/ya cis olmayanlar… için çok zorlaşacak; ama yine de hukuksuzlukla aynı şey değil bu. Burada mücadele için de bir sürü araç var.
Hayat beklediğimizden hızlı zorlaştı. Kampüsün çeşitli yerlerinde ve şehrin ‘gay mahallesi’nde Svastikalar gördük. BLM[1] eyleminin önünü Trump yanlıları kesti. Bunlar hep bir hafta içinde oldu. Haftaya neler olacağını düşünmeye takatim yok. Onu haftaya düşüneceğiz.
Hayatımı aralarında bölüştürdüğüm iki ülke, dayanılmayacak kadar birbirine benzemeye başladı. Her iki tarafta da sokaklarda tedirgin yürümek, bütün sohbetleri siyasete getirmek ve devamlı bir gitmek, gitmek, gitmek istemek var. Bir ülkeden ayrılma düşlerinin sosyolojik bir fenomene dönüşmesi ilk defa şimdi ve bu iki ülkede yaşanmıyor elbette, ama buna ilk defa birinci elden tanık olan ben şaşkınlığımı dizginleyemiyorum.
Demek bu süreçler böyle yaşanıyor? Güvensizlik, çaresizlik insanların içinde böyle katmerleniyor? Birilerinin bizi geri göndermek istediği ‘evimiz’le kaçıp gitmek istediğimiz uzaklar arasında böyle yalpalanıyor?
İşin en can acıtan yanı, bu topyekun saldırı karşısında bir araya gelmenin imkansızlaşması. Trump’ın seçilmesiyle ilgili feminist perspektiften yazılmış herhangi bir şey var mı diye ararken karşıma, bu seçimi feminizmin yenilgisi olarak okuyan tahliller çıkıyor devamlı. Nasıl yani? Feminizm yıllardır patriyarka ile ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve muhafazakarlık arasındaki ilişkiyi anlatırken sol, kulağını tıkadı diye mi feminizm suçlu? Sol hareketler kendi içlerindeki tacizcileri, tecavüzcüleri ve kadın düşmanlarını aklamak için yarışırken bunun tehlikesini anlatmak için çırpınan feministler mi mesul Trump’ın seçilmesinden? Trump’ın kör parmağım gözüne cinsiyetçiliği ve kadın düşmanlığının solun kendi içinde daha üstü kapalı biçimde mevcut olduğunu, bunun önünün alınması gerektiğini söyledikleri için mi? Feministleri bu süreçlerde ‘hareketi bölmekle’ suçlayanların, bugün faturayı feminizme kesmesini hangi akıl yürütme açıklayabilir? Galiba biliyorum.
Oxford sözlüğü, ‘post-truth’ yani ‘hakikat-sonrası’ kavramını yılın sözcüğü seçmiş. Son yıllarda tüm dünyayı etkisi altına alan bir siyaset yapma tarzını anlatıyor sözcük: Gerçeklerin ve olguların geri plana düştüğü, söylenen sözün buna inanmak isteyenler tarafından hangi kanıta dayandığına bakılmaksızın ‘gerçek’ ilan edildiği bir siyaset tarzı. Bu siyaset tarzının ürettiği, atılan çamurun izinin kalması bir tarafa, hayatı bataklığa çevirdiği; bir şeyin kırk kez söylemeye gerek kalmadan bir kez söylenince gerçeğe dönüşüverdiği; bir delinin kuyuya attığı taşın üzerine, milyonlarca delinin kurşun yağdırdığı bir dünya.
Bu dünyada nasıl ittifaklar kuracağız? Neyle, kiminle mücadele edeceğiz? Gitsek nereye gideceğiz? Kaldığımız yerleri nasıl yaşanır kılacağız?
Ben şimdilik gerçeklere ve prensiplere sarılmaya, aklıma mukayyet olmaya çalışmakla yetiniyorum. Buradan bizlere kendi gerçekliğimizi kurmak için bir alan açılır mı? Bilmiyorum, ama bunun yollarını aramaktan vazgeçmeyelim istiyorum.
“Ve ben (…) burada cereyan eden bu korkunçluğa (…) inanmıyorum. Gerçekten inandığım bir şey var, ve ben buna ‘bir gün gelecek’ diyorum. Ve bir gün gelecek. Ya da belki, bunu devamlı yıktıkları için hiç gelmeyecek. Gelmeyecek, ama ben yine de geleceğine inanıyorum…”[2]
[1] ‘Siyah Hayatlar Önemlidir’, 2013 yılında, polisin siyahlara yönelik şiddetini protesto etme amacıyla ortaya çıkan, bugünse daha çok boyutlu politik/ekonomik sistem eleştirisi sürdüren hareket.
[2] Ingeborg Bachmann, 1973.
Sayin Ayse Toksoz
Bu icten yazinizi yirmibes yil New York da yasayip iki yil once Turkiyeye donen bir kadin olarak anladigimi dusunuyorum. .
Gecenin hangi saati olursa olsun..belki East New York haric isten eve donerken korkmadim…Immigrant olarak da en azindan aksanimdan anladildiginda bile
Hic bir zaman asagiandigimi hissetmedim..
Ama dunya ekonomisi kotuye gittikce her yer de bagnazlik hosgorusuzluk artacak…bazilari bunlar daha iyi gunler diyor.
Bense sizin along yaptiginiz sevdigim yazarlardan biri olan I.Bachmann gibi
Inanmak istiyorum..
Yoksa dunyanin her yerinde giderek artan onca haksizligi, sevgisizligi,
Saygisizligi, zalimligi, erkegin kadina ve cocuga, zulūm ve istismari ile yasamak cok zor. .hele Turkiyede..Ama soylediginiz gibi
En azindan Amerikada yargi yolu nispeten acik…
Ellerinize saglik bu guzel yazi icin..
Iyilik dileklerimle.