Derya Günaydın, Anadolu Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nden mezun, genç bir tiyatro sanatçısı. Oyuncu, yönetmen, yönetmen yardımcısı ve koreograf olarak çeşitli temsillerde görev aldı. Bugünlerde Kadıköy Boa Sahne’de Furuğ adlı oyunu sergiliyor. Derya Günaydın, kadın olarak sanat üretmenin zorlukları, farklı kadın kimliklerinin tiyatroda temsili üzerine Nazlı Yıldırım’ın sorularını yanıtladı.
Linda Nochlin’in 1971 yılında yayımladığı, “Neden hiç büyük kadın sanatçı yok?” yazısından yola çıkarak Türkiye’nin sanat gündemine baktığımızda bir tiyatro sanatçısı olarak ne düşünüyorsun?
Nochlin, “Neden hiç büyük kadın sanatçı yok?” sorusunun altında, kadınların bu konuda özünde muktedir olmadığı kabulünün yattığını ifade ediyor. Kadınların sanata varıncaya kadar aslında başka görevleri olduğunun kabul edildiği, bu nedenle o “Büyük Sanatçılar” gibi bütün zamanını sanata ayıramadıkları, eğitimini almak isteseler de yasaklarla karşılaştıkları bir dönemde kadın olarak sanat üretmenin mucize olduğunu anlatıyor. Yani dehanın cinsiyete özgü olmadığını, toplumsal koşullara göre görünür olabileceğini, kurumların desteğiyle gelişeceğini anlatıyor.
Türkiye’de Nochlin’in bahsettiği kabuller geçerliliğini sürdürüyor. Elbette sanat üreten kadınların sayısı arttı. Herhalde birdenbire şırıngayla “deha” enjekte edilmedi. Bir şeylerin mücadelesi verildi. Fakat yine de bir dengesizlik var. Bir kültürel miras diyelim. Türkiye’nin çoğu yerinde, hâlâ şu düşünce hakim: Kadınlar okumasa da olur, eninde sonunda baba evinden çıkıp kocaya varacak. (Ev, babanın. Varmak: Hedef olarak koca.) Acaba okumasına izin verilmeyen, “okudun hevesini aldın, yeter” denilen genç kadınlar da aramızda olsaydı kaç kişi olurduk? Sanatçı olmak, gerek meslekten sayılmadığı, gerek maddi olarak desteklenmediği için zaten (o güvencelerin sağlandığı bir ortama kavuşuncaya dek) çok tercih edilen bir şey olmayacak. Fakat sanatçılık özellikle bir kadın için makul mu bilemiyorum. Ya da sanatın hangi dalı daha makul, eğer oyunculuk gibi göz önünde bir meslekse hanım bir kız olarak münasip bir koca bulma olasılığı azalabilir, ama oyuncu kadınlar -en azından- TV’de izlenir, ama bizim kızımız, karımız, bacımız olmasa iyi olur çünkü mazallah öpüşebilir, onurumuz iki paralık olur, ama oğlumuz öpüşürse vay aslan kaplan, küçükten beri can yakan. Bu arada kızımızın namusunu bozacak erkeklerdir korkulan. Kızımız kızınızla öpüşürse sadece bizim yüreğimize değil, bütün devlet büyüklerimizin… yüreğine… iner. RTÜK tarafından “toplumun milli ve manevi değerleri, genel ahlak ve ailenin korunması” gözetilerek cezalandırılır. Neyse ki kızınız Amerikalı.
Peki kızımız resim yapsın madem, orada kendini sergilemiyor. Ama müstehcen resimleri akrabalarımız arasında göstermesin. Kızımız resim öğretmeni. Devletin bakanlığından bir yetkili büyüğümüz, kızımızın boyadığı okul duvarında, resimdeki kızın üzerindeki tişört sıfır kollu diye “Bu kız böyle üşümez mi, bunu giydirelim” yorumunda bulunacak kadar ileri gitmiş. Ah ne tutucu erkekler bunlar. Benim kızıma kim yaptı bunları böyle? Muhtemelen kızımızı korumaya çalışırken, bu kadar da ileri gitmek istemesem de ileri gidenlerle aynı resmin bir parçası oluyorum.
Sanatın içindeki yönetim kadrolarının çoğunluğunun erkeklerden oluşması da enteresan. Yöneticilik erkek işi. Bir kadını dinlemek, bir kadın tarafından yönetilmek ya tahammül edilemez derecede onur kırıcı ya da bıyık altından gülünesi, “Dur bakalım ne yapacak” diye aşağılanası bir durum. Çünkü zaten aşağıda/geride/bir köşede, aman işte şuralarda bir yerde kabul edilen kadına boyun eğmek kendini aşağılanmış hissetmek için gerek ve yeter koşul. Sanat, eleştirel düşünmeyi gerektiriyor ya, sanatçı erkekler yapmaz… Cinsiyetçi küfür etmez, (fiziksel ya da sözlü) şiddet uygulamaz (sevgilisine, eşine, kardeşine ya da meslektaşına).
Yönetici kadrolara kadınlar tarafından sorulan sorular geçiştirilir. Sesini tatlı tatlı çıkarman gerekir. Yoksa… Yoksa sen fanatik bir feminist misin?
Hal, böyle. Hâlâ böyle. Velhasıl kadın, doğası gereği yeteneksiz ve şiddete uğratılabilir, erkek de doğası gereği yönetici ve üstün değildir. Doğası böyle diye kabul ettiklerimiz cinsiyet/dil/din/ırk vs. ayrımcılıklarından inşa edilmiş tertibatlardır.
Türkiye’de kadın ve feminizm tartışmaları hâlâ yeni. 1980’den sonra konuşulmaya başlandı. Derin bir geçmişimiz yok. Buna rağmen dikkat çekici çalışmalar yapıldı ve yapılmaya devam ediyor. Peki, kadınların sanatsal kimliklerini oluşturmasına ve sanattaki konumuna kavuşmasına izin veren bir sanata mı sahibiz?
Bizim sanatımız diye homojen bir sanattan söz edemeyeceğim. Homojen bir biz tarifi de zor olur. Haydi Türkiyeli insanların sanatı diyelim. Ama bu insanların dili, ırkı, cinsel yönelimi, dini farklılıkları var. Farklı ekonomik düzeyde ve farklı sınıftanlar. Farklı tarihsel geçmişleri var. Görünürlükleri, görünmez kılınmışlıkları çeşitli ve farklı büyüklüklerde.
Sanatsal kimliklerinden önce kadınlık kimliklerinin ne kadar farkına varılabildiğini konuşmak gerek. Bunu konuşmazsak, sanki hiçbir önyargı, tahakküm yokmuş, herkes için eşit bir sanat ovası ve kadınlık varmış gibi görebiliriz.
Bu boyutları dosdoğru işaret edebilirsek, temsil evrenine biraz daha yaklaşabiliriz, belki. Belki. Temsil sorunu. Hepsine işaret etmemiz mümkün değil zaten. Bazı kimliklere sahip olmanın neye benzeyebileceğini, deneyimleyenlerden bile dinlediğinizde bir hakikate ulaşmak mümkün olmayabiliyor. Ne kadar bilebilir, ne kadar anlayabiliriz? Haydi bir şeyler anladık, bu ne kadar gerçeğin temsili olabilir? Zulüm ne kadar gerekçelendirilebilir? Oldu bitti zaten, kaç sene yatacak, iyi halden indirimi de olmasın mı? Meşrulaştırma refleksinin yolu belki zaten zulmün, en azından zaten bu oldu bitti geçmişte kaldı tavrıyla temsil edilemeyeceğinin teslimiyetiyle kapatılabilir.
Sanat icra ederken, Ermeni bir kadın, Kürt bir kadın, trans bir kadın, engelli bir kadın, şişman bir kadın, meme uçlarını gizlemeyen bir kadın, tüylerini almayan bir kadın, hem erkek hem kadın ve kadın olup olmadığına karar vermemiş biri, cyborg… Bu farklılıklar kimliği oluşturuyor. Bu kimliklerin varlığı ve koşullarının farklılığı kabul edilirse artık bir sanatçı kadın-oluş kimliğinden söz edebiliriz. Bu farklılıkların farklı temsiliyetler talep ettiği görmezden gelindiği için kadınların sanatsal kimliklerini oluşturmasına epey kısıtlı/kabaca bir imkan sağlayan bir sanat ortamı ve siyasi tavır var. Bu ortam, resmi olarak destekleniyor. Bu ortam resmi olarak üretiliyor ve devamlılığı sağlanıyor.
Süregiden, kendini tekrar eden ve izleyenin de bu tekrara harfiyen uymasını ve uygulamasını talep eden bir bozuk mecra.
Yine de sanatın icra edildiği bazı mecralar var ki iyi ki varlar. Mesela İstanbul Modern’e, Akbank Sanat’a, Salt’a gidiyorum. Buralarda daha iyi hissediyorum. Çünkü bu iktidar ilişkilerini ifşa ve tersyüz eden, alışkanlıkları yeniden düşünmemizi sağlayan, kabullerle yüzleşmeye çağıran işler yapılıyor.
Erkek egemen sanat dünyasına baktığımızda, kadınların kimliklerini yeniden inşa ettiği bir çağdan geçiyoruz. Elbette zorluklarla karşılaşmamız devam ediyor. Bu noktada doğan feminizm hakkında da konuşalım. Bizim sanatımızda feminizmin yeri nedir? Tam olarak ne olup bitiyor? Bir tiyatro sanatçısı olarak birinci dereceden tanıklık ediyorsun.
Bir yandan dediğiniz gibi tarihi çok uzun değil. Ama sanki çok anlaşılamadan, anlaşılmak istenmeden eskitilmiş gibi geliyor. Buraya bakmayı tercih etmeyenler var, hâlâ üzerine düşünenler var, feminizm ya da –izm’lerin anlatısının kısıtlayıcılığından isteyerek belli bir mesafede durmak isteyenler, feminist bir bakış içerdiği halde kendisini feminist diye tanımlamayan işler de var. Bunun sınırı nerede başlayıp bitiyor bilemiyorum. Galiba çok da önemli değil. Aksine bu sınırın esnekliği bizi devindirecek. Bahsetmiştim ya farklı kadınlıklar… Görmezden gelinmişliklerin hepsine bir karşı duruş olarak bir de feminizm. Yani bu isim etrafında örgütlenmiş olsun ya da olmasın, her türden tahakkümün reddedildiği bir bakışla yapılacak iş aslında feminizmi de bir yerinden içerir gibi geliyor.
Kadın ve feminizmi biraz da tiyatro üzerinden konuşalım. Bu konu üzerine çalışmalar yapılıyor mu? Ne derece etkili oluyor izleyiciler üzerinde? Diğer sanat dallarında olduğu gibi farkındalık yaratan, ciddi çalışmalar yapan sanatçılar var. Değişimin umudunu veriyor. Sanatın eril kemiğini kırmak için daha neler yapabiliriz?
En son Dansöz’ü izledim. Bakış üzerine ve kadının bakışın nesnesi olması durumunun tersine çevrilebilme ihtimali üzerine düşünüyor. İyi bir şey bu. Var olsun böyle işler.
Bu bakılan yeri değiştirmektir. Bakmadığın yeri dillendirmektir. Bastığımız yeri, yerimizin, ayağımızın sınırlarını değiştirebiliriz. Var olan dili kullanıp tersine çevirmek… Kürklü Venüs bu türden bir tersine çevirmeye örnek güzel bir oyundu.
Daha fazla inisiyatif almak lazım. “Kimse beni güneşle tanıştırmayacak, kimse beni serçelerin konukluğuna götürmeyecek,” diyor Furuğ. Kimsenin bir şey yapacağı yok biz yapmazsak yani.
Hâlâ cinsiyet olgusuna karşı oluşturulmuş bakış açısını değiştirmek için çetin bir mücadele veriliyor. Sanatın sorumluluklarını ve payını ön plana aldığımızda yeterince karşı tarafa ulaşabiliyor muyuz? Bir yerde yaşanılan kopukluk nedeniyle mi bu kadar yavaş ilerliyoruz ya da bir şeylerin farkındalığına geç kalıyoruz?
Ulaşamıyoruz galiba. Sanatın sorumluluğu etik ve estetik olmak. Birinden biri olmuyor. İkisi de olsa da kültür sermayesi herkesin farklı. Modernizmin sanatçıya biçtiği yüce bir görev de yok artık. Karşı taraf ve işi üreten taraf ayrımı eskisi gibi değil. Anlamın esnekliği, zaruri olmayışı, işi yeniden üretiyor.
Karşı taraf değişiyor. Karşı taraf çok ve çoğul. Yani farklı. Biz de karşı tarafız. Biz de değişiyoruz. Üretim ve tüketim şekillerimiz de değişiyor. Üretim koşullarımız çok sağlıklı, güvenli değil. Üretim koşullarımız, “Para için şunu yap, sanat için de şunu üç kişiye yapmayı göze alarak yap” denklemi içinde sıkışık. Biz bu hengamede ne yapıyoruz diye tökezleme hakkımız bir kenarda dursun. Hazır bir formu arayarak gelen, görmeyince küsen seyirci. Hazır bir formu arayarak gelen ve küsmeden ama yine kendi formunu tekrar ederek giden seyirci. Aynı formu tekrarlayan sanat üreticileri, meta üreticileri. Formlarımızı teşhis etmek, bükülmek lazım. Arayışı bırakmamak lazım. “İstikrarlı hayal hakikattir.”