Kadınlar, kadınlıklarını kaybetme korkusuyla hormon almaya koşmuyorlar, östrojen tedavisinin zararlarını ve yararlarını tartacak daha fazla bilgi edinmeye çalışıyorlardı.
Günümüzde bilimin tarafsız olduğu fikri eskisi kadar yaygın değil. Ne de olsa şirketlerle bilim insanları arasındaki bağlantılar daha belirgin, üniversitelerin bağımsızlığı ise sözde kalmış bir ütopya. Dahası üniversite-şirket işbirliği artık yasal ve açık bir yapılanma. Uygulamalara baktığımızdaysa, doğru olmayanı açıkça savunmaktan, araştırmalarda eksik bilgi vermeye, yöntem hatalarına, çeşitli algı yönetimlerine değişen bir skala görüyoruz. Şirketlerin gizli/ açık işbirliği ne yazık ki sadece patenti alınabilen moleküllerin üretimine yol veriyor. Doğal preparatların patenti alınamayacağı için bunlara ayrılan Ar-Ge son derece yetersiz oluyor. Açık bir deyişle şirketler patentini alamayacakları ürünlere, milyon dolarlarla araştırma yatırımı yapmak istemiyorlar.
Patriyarkal yanlılık ise daha görünmez… Örneğin tıbbın işleyişinde kadın sağlığının üreme sağlığı demek olduğu ve hatta onunla sınırlı olduğu pek de dikkat çeken bir durum değil. Bir düzenin içine doğunca, onu sorgulamak ancak bir bilinçle mümkün. Mesela neden kadın hastalıkları ve doğum ya da jinekoloji adındaki tıpta uzmanlık biriminde sadece üreme organları ve ilgili hastalıklarına odaklanıldığı sorusu dikkat çekici değil. Kadınların hormonlarıyla da daha çok üreme açısından ilgilenilmiş. Üreme dışında, menopoz dolayısıyla hormonlar ilk kez 1963 yılında Robert A. Wilson isimli erkek hekimin yazdığı bir makaleyle gündeme geliyor. Wilson, son derece cinsiyetçi ifadelerle bezediği makalesinde, menopozun doğanın defeminizasyonu olduğundan, östrojen eksikliğinden kaynaklanan menopozun yüksek tansiyon, yüksek kolesterole neden olduğu gibi, kemik erimesine ve eklem şikayetlerine de yol açtığından bahsediyordu. Makale 1966 yılında Forever Feminine (Sonsuza Dek Kadınsı) adıyla kitaplaştırıldı. Kitapta menopoz, diyabet (şeker hastalığı) gibi bir eksiklik hastalığı olarak tanımlanıyordu. Wilson, diyabetten farklı olarak menopozun kadınların sadece sağlıklarını değil, gençliklerini ve kadınsılıklarını çaldığını iddia ediyordu. Buna ek olarak ciddi ruhsal bozukluklara yol açan menopozun kadınları ‘mallaştırdığını’, ışıltılarını ve kadınsılıklarını süpürdüğünü ve yaşayan değil, sadece ‘var olan’ bireyler haline getirdiğini söylüyordu. Bunu tedavi etmek içinse östrojeni yerine koyma (ERT) tedavisi öneriyordu. Böylece kadınlar seksapellerine kavuşacaklar ve hayatlarının trajedisinden kurtulacaklardı.
Kitap dört dile çevriliyor, 1966-1975 yılları arasında kadınlar arasında büyük ilgiye ve tartışmalara neden oluyor, o zamana kadar gündemde olmayan menopoz etrafında yoğun feminist değerlendirmelere de kapı aralıyordu. Hem 1963’te yayınlanan Feminine Mystique, hem de Sonsuza Dek Kadınsı kitabı kadınları, kadınlık ve Amerikan toplumundaki rolleri üzerinde düşünmeye çağırdı. Feminine Mystique açıkça feminist hareketliliği desteklemese de, kadınların içten içe yanan ve birkaç yıl içinde kadın hareketine dönüşecek olan huzursuzluğunu açığa çıkarmış oldu. Menopozda ilaç tedavisi önerisi, yeni gelişmekte olan kadın hareketinde bir ikileme yol açtı. Kadınlar fizyolojik/ doğal süreçlerini tıbbileştirmekten kaçınmalı mıydı, yoksa daha fazla tıbbi bakım mı talep etmeliydi? Bunun sosyal maliyetleri nelerdi? Menopoz ilaç müdahalesi gerektiren bir eksiklik hastalığı mıydı? Menopoz şikayetlerine neden olan fizyolojinin eksikli oluşu mu, yoksa cinsiyetçi bir toplum muydu?Tıbbi teknoloji kadın özgürlüğüne yardımcı mı, yoksa engelleyici miydi? 1963-1980 yılları arasında feministler bu sorularla boğuştular. Bu süreçte bazı feministler ilaç tedavisini yaşlanan kadınlar için nimet olarak düşündüler, diğer bazı feministler ise kadın yaşlanmasının patolojikleştirilmesine dikkat çektiler.
1975’te hormon tedavisiyle rahim kanserini ilişkilendiren bazı araştırmalar yayınlandı ve bu tedavinin rutin olmaması gerektiğine dikkat çekildi. Feministlerin menopoz tartışmasıyla, kadınların büyük bölümü sağlıkları hakkında konuşmaya başladılar, kendi bedenleriyle ilgili kontrolü kendilerinin almaları ve bedenleriyle ilgili kararlara katılmaları konusunda kararlılık geliştirdiler.
Feminizm ve kadın sağlığı
1960’lar ve 70’lerin kadın hareketi kabaca ikiye ayrılabilir; Kadın Hakları Hareketi ve Kadın Kurtuluş Hareketi. Kadın Hakları Hareketinin bileşenleri genel olarak orta sınıf, meslek sahibi kadınlardı. Kampanyaları, daha çok geleneksel olarak erkeklerin yararlandığı mesleki ve politik avantajlar konusunda fırsat eşitliği sağlamak üzerineydi. Kadınların Kurtuluşu hareketi ise, daha çok vatandaşlık alanındaki kadın rollerinden hoşnutsuzluk duyan genç kadınları kapsıyordu. Ancak bu hareket, mücadelenin taktikleri, hedefleri ve kadınların ezilmesinin nedenleri konusunda içsel farklılıklar içeriyordu.
1960’ların sonunda hem Kadın Hakları Hareketi hem de Kadınların Kurtuluşu Hareketi, Kadın Sağlığı Hareketi adı altında koalisyon yaptılar. 1969’da üyeler, “kadınlar ve bedenleri” konusunu feminist bir yaklaşımla bir sorun olarak öne çıkardılar. Bu bir araya geliş, Boston Kadın Sağlığı Kolektifini oluşturdu. İlk makalelerini 1971’de bastılar. Boston toplantısından ilhamla, ilk Kadın Sağlığı Konferansı Mart 1971’de New York’ta toplandı. Hareketin kadınlar arasında yaptığı bir anket, 1200’den fazla kadının bir çeşit sağlık sunumu önerdiğini, on binlerce kadının ise kendilerini kadın sağlığı hareketinin bir parçası olarak gördüklerini açığa çıkardı.
Feministler, kendi sağlık eğitimi çabalarının bir parçası olarak bilgileri analiz edip, çalışma grupları, kurslar düzenleyerek, bilinç yükseltme grupları oluşturarak bir araya geldiler, kitaplar bastılar ve makaleler yayınladılar.
İlk feminist sağlık çalışmaları doğum, doğum kontrolü ve kürtaj hakkına odaklandı. Bedenimiz ve Biz kitabının ilk basımında henüz menopozdan bahsedilmiyordu bile… Bu, ilk feminist kadın sağlığı aktivistlerinin genç oluşlarının bir yansımasıydı. Bu tartışmalarda bile feministler, kendi bedenleri hakkındaki kararları daha bilgili profesyonellere bıraktıkları doktor-hasta ilişkisine itiraz ettiler. Barbara Ehrenreich ve Deirdre English, cinsiyetçiliğin tıbbın içinde yerleşik olduğunu, erkek egemenliğini güçlendirmek, kadınları ezmek için bir sosyal kontrol aracı olarak kullanıldığını iddia ettiler.
Sağlık reformu konusundaki genel kabule rağmen feministler kadın sağlığı konusunda olağan bakışı paylaşmıyorlardı. Bazı aktivistler, tıptaki erkek egemenliğinden kaçınmak için kadınların kendi kendilerine sağlık yardımı yapabilmeleri ve yatılı sağlık kontrol merkezleri oluşturmaları konusunda çaba harcadılar.
Hatta ünlü bir feminist sadece kadınlara jinekolog olma izni verilmesi gerektiğini, kadınlar üzerindeki araştırmaların özellikle kadınlar tarafından yapılması gerektiğini bile ileri sürdü. 1968 ile 1980 arasındaki feminist menopoz tartışmaları, kadın sağlığı hareketi içindeki büyük bölünmeyi yansıtır. Bununla birlikte bu bölünmenin görünümleri, daha ilerideki feminist cevaplar için dayanak oluşturur. Aktivistler, kadınların kendi beden kontrollerine sahip olmaları gerektiğini söyleyerek, hasta hekim ilişkisinde tüm bedenselliklerinin medikal olgular olarak görünmesini reddettiler. Örneğin Özyardım Jinekoloji Hareketi, kadınları bedenlerini demistifiye etmeleri, jinekolojik hastalıkların tanısında kendi kendilerini muayene edebilmeleri konusunda cesaretlendirdi. Doğal Doğum Hareketi, özellikle feminist olmadıkları halde kadınları doğumun tıbbi bir aciliyet değil, doğal bir süreç olduğu konusunda uyardı. Her iki hareket de tıbbi müdahalelerin bazen gereklilik olabildiğini söylemekle birlikte, kadınların bedenleri ile ilgili konularda tek karar verici olarak kalmaları gerektiği konusunda ısrar ettiler. Bu tema, östrojen tedavisi ve menopoz tartışmalarının odağındaydı. Bazı feminist sağlık aktivistleri, Wilson ve fikirlerini reddetmek bir yana, menopozun bir hastalık olarak ele alınmasının ve östrojen tedavisi ile sağaltılmasının kadınlar için bir özgürlük alanı açacağını savunuyordu. Örneğin araştırmacı yazar Belle Canon tıbbın menopozu ve bu konuda derdi olan kadınları yok saymasından yakınıyordu. Tıbbın menopoz konusunda, bu durumun normal olduğu ve belirtilerinin sonunda kaybolacağı gibi beylik laflar söylediğini, bunun ise yaşamlarının bu döneminin kadınların kaderi olduğu anlamına geldiğini yazdı. Böylece, Wilson’un menopoza bakışını ve tedavi edileceği savını kabul ediyordu. İngiliz gazeteci Wendy Cooper, östrojen tedavisini kadın özgürlüğünün araçlarından biri olarak gördüğü için çok destekledi. Bunun biyolojik bir devrime evrilebileceğini ve kadınların, bu zamana kadar kendilerini kontrol etmiş olan biyolojilerini kontrol edemezlerse erkeklerle eşit olamayacaklarını düşünüyordu. Bir şey ancak doğalsa izin verilmeli argümanına karşı çıkıyor, bunun doğum kontrolüne erişimi engellemek için de savunulduğunu ve bu nedenle kadınların biyolojileriyle sınırlandırıldıklarını vurguluyordu. Cooper kadınların menopoz dönemlerinin tıbbi olarak göz ardı edildiğini, Aspirin, Valium, Librium gibi ilaçlarla, daha önemlisi “Bunlar yaşın gereği,” sözleriyle oyalandıklarını ve bu nedenlerle östrojen tedavisinin kadınlar için bir devrim olduğunu iddia ediyordu. Shulamith Firestone, bir feminist klasik olan The Dialectic of Sex (Cinselliğin Diyalektiği, 1970) isimli kitabında “İnsanlık doğayı aşmaya başladı. Biz doğal kökenlerine dayanarak, bir cinsiyet ayrımcılığı sisteminin daha fazla sürdürülmesine hizmet edemeyiz,” diye yazıyordu. Teknolojinin kadınları biyolojilerinin tiranlığından kurtaracağını iddia ediyordu. Ona göre doğum kontrolü teknolojisinden önce kadınlar biyolojilerinin insafına bırakılmışlardı. Menstruasyon, menopoz, kadın hastalıkları, ağrılı doğum, zorunlu bakım emeği, çocuk bakımı kadınları fiziksel varlıklarını sürdürebilmek için erkeklere bağlı kılıyordu.
Feministler menopozun fiziksel olduğu kadar sosyal bir geçiş olduğunu düşünüyorlardı. Menopoz sorunlarının gerçek çözümünün, kadınların yaşlanan bedenleri ve toplumsal rollerinde değişiklik gerektirdiğinde ısrar ediyorlardı. Böylece menopoza ve menopoz problemleriyle yüzleşen kadınlara üç alternatif yaklaşım önerdiler: Birincisi, menopozun bir hastalık olduğunu reddediyor, bir doğal geçiş olduğunu ileri sürüyorlardı. Menopozun doğal bir hayat olayı kabul edilmesinin endişeleri gidererek, yakınmaları hafifleteceğine inanıyorlardı. İkincisi, kadınların onaylanmış sosyal rollerden kurtulmalarını, aile ve ev dışında bir hayatları olmasını öneriyorlardı. Üçüncüsü, bireysel seçimlerin, kadınların menopozla yüzleştiği daha büyük sorunları gidermediğinde ısrar ediyorlar ve bu sorunları gidermenin nihai yolunun kadınların özgürleşmesi olduğunu söylüyorlardı.
1975’lerde östrojenin popularitesi artarken, New England Journal of Medicine dergisinde yayımlanan iki makale östrojenin güvenilirliğini tartışmaya açtı. Araştırma östrojen ve rahim kanseri arasındaki ilişkiye dikkat çekiyor, konjuge östrojenleri yedi yıl ve daha fazla kullanan kadınların, kullanmayanlara göre 14 kat fazla rahim kanseri riski taşıdığını gösteriyordu. Bu araştırma hormon kullanımı konusunda çekinceler oluşturdu.
1960’larda ve 1970’lerde RİA (rahim içi araç) popüler bir doğum kontrol aracı olarak kullanılmaktaydı. Maalesef RİA üreticileri ürünlerini etkinlik ve güvenilirlik açısından test etmek zorunda hissetmiyorlardı, çünkü FDA[1] tıbbi cihazları kendi sorumluluğunun bir parçası olarak görmüyordu. RİA’ların birkaç modelinde komplikasyonlar görülmesine rağmen Dalkon Shield özellikle riskliydi. 1974’e kadar RİA kullanan 36 Amerikalı kadın öldü, 3500 kadın da komplikasyonlar nedeniyle hastaneye kaldırıldı. Feministler, kadınların bu tür potansiyel tehlikelere maruz bırakılmalarına öfkeliydiler. Hükümette lobi faaliyetinde bulundular. 1976’da FDA tıbbi cihazların piyasaya çıkmadan önce etkililiğini ve güvenilirliğini test etme görevini üstlendi. Bu olaylar feministleri tıbbi teknoloji ile ilişkilerini yeniden gözden geçirmeye yöneltti. Endüstriyi gözetim altında tutmayı öğrendiler. Böylece ilk tehlike belirtilerinde ERT’yi suçlamaya hazırdılar.
1977’de yazdığı Menopause: A Positive Approach (Menopoz: Olumlu Bir Yaklaşım) kitabında feminist sağlık aktivisti Rosetta Reitz, menopozun fiziksel ve ruhsal etkilerini küçümsüyor, kadınların sadece yüzde 50’sinin sıcak basması yaşadığını söylüyordu. Sıcak basmalarının zararsız olduğunu, bir ağrının eşlik etmediğini ekliyor; kadınlara, onları tedavi etmeye çalışmak yerine “kendiniz ve sıcak basmalarınızla barışın,” diyordu ve doğal yaklaşımlar dışındaki tüm tedavileri reddediyordu. Kitabında özellikle ERT tedavisini cesurca eleştirdi; “Östrojen tedavisi tehlikelidir. Kanser riskinizi arttırır, hatta ölüme bile neden olabilir,” diye yazdı.
Weideger’in östrojen tedavisini devrimci olarak görmesi gibi, Reitz da östrojeni politik olarak reddediyordu; “Eğer karsinojenleri reddetmekten vazgeçmemiz evrensel bir kabul haline gelirse, bu kültürel dokumuzu bozacaktır,” diyordu. Bedenimiz ve Biz kitabının 1973 basımında hekimler, menopozdaki hastaları ciddiye almamakla suçlanırken, 1976 basımında, “Eskiden her şeyin kadınların zihninde olduğunu söyleyen hekimlerin şimdi her hastaya ilaç tedavisi başlamasından,” yakınılıyordu.
Hormon tedavisinin kanserle ilgisinin açığa çıkmasından sonra da feministler tek bir duruş sergilemediler. Ancak sosyal faktörlerin kadınların menopoz deneyimlerine katkıda bulunduğu konusunda hemfikirdiler. Bedenimiz ve Biz’in 1976 basımında; menopozun en rahatsız edici kısmının fiziksel olmaktan çok sosyal olabileceği, çünkü menopozun tam da kadınların hayatlarında büyük değişikliklerin başladığı zamanlara denk geldiği tartışılıyordu. Sürmekte olan sosyal problemler sosyal talepler gerektirir, ilaç değil… Aile ve evlilik danışmanı Vidal S. Clay de benzer düşünüyordu. Bir kadının hayatında sürüp giden değişikliklerle nasıl başa çıktığı, bir kadın olarak kendisi hakkındaki duyguları tarafından belirlenir. Bu duygular toplumun kadınlarla ilgili algılarını yansıtır; üremesi sonlanmış, orta yaşta ve giderek yaşlanan kadınlar hakkındaki…
Clay, orta yaş ikilemlerini gidermek için feminist bir devrimi gerekli buluyordu; “Bu tüm kadınların hayatlarını düzelterek orta yaştaki kadınların da hayatını düzeltecektir.” Kadınların toplumsal baskı oluşturmak için birlikte çalışmaları gerektiğini vurguluyordu. Kadınların Özgürlüğü Hareketinin kadınlar için çalışan en önemli sosyal baskı aracı olduğunu düşünüyordu. Birçok feminist, kişisel çözümlerin kadınların menopozal sorunları için yardımcı olmadığına inanıyordu. Menopozal depresyon için en iyi çare kadınların örgütlü biçimde mücadele etmeleri ve böylece kendileri ve başkaları için alternatifler yaratmalarıydı. Sadece kadınların özgürlüğü yoluyla alternatif yaşam biçimleri kurarak ve kendilerine atfedilmiş rollerden çıkarak, menopozal kadınların yakınmalarının düzelmesi mümkün olabilirdi. Kadın özgürlüğü kendi potansiyellerinin farkına varmalarını ve geliştirmelerini sağlayacaktı.
1975 sonrası feminist tartışmalar, ilaç tedavilerinden çok menopozdaki kadınların karşılaştığı sorunların sosyal arka planına yoğunlaştı. Feministler, kadınların annelik ve eş sosyal rollerinin kadınları depresyona sürüklediğini, menopozdaki fiziksel rahatsızlıklara neden olduğunu ve bir tür emekliliğe zorladığını söylüyorlar; kadınların sosyal rollerini değiştirmenin, menopozal ve postmenopozal kadınlar için kritik önemde olduğunu görüyorlardı.
Kadın hareketi ve postmenopozal kadınlar
Patriyarkanın feminist eleştirisi nedeniyle kadınlar tıbbi profesyonelleri kadın düşmanlığı açısından da değerlendirdiler. Annelerinin ve büyükannelerinin “menopozda sessizce acı çekme” geleneklerini reddettiler ve birbirlerini desteklemeye, dayanışmaya yöneldiler.
1973’e kadar özellikle jinekologlar yumuşak başlı hastalarının dönüşümünü düşmanlık, şaşkınlık ve kabullenişle karşıladılar. Bu taleplerin ardında, doktorların vakur emrediciliğini tehdit eden neydi? Çok yumuşak başlılarının bile her işlemi, her reçeteyi sorgulamaya başlamalarına ne sebep olmuştu? Evlilik öncesi seks, çocuksuz evlilik ve lezbiyenlik gibi şok edici durumların ortaya çıkmasının nedeni neydi? Bu kadınların istediği neydi? Hekimler kadın hareketinin kadın hastalara etkisini fark ettiler. Felsefe aktivistlerin ötesine nüfuz etmişti. Hekimler, bugünün kadınının hekiminden anlayışlı ve saygılı bir tedavi görmek ve bedensel durumları için eksiksiz bilgi almak istediğini, tedavi kararlarına katılmak ve etkilemek istediklerini anladılar.
Bu dönemde bazı hekimler kadın hastaların hormon taleplerini isteyerek reçetelediler, bazı hekimler ise bütün menopozal kadınların östrojene ihtiyacı olmadığını düşünerek hasta taleplerine rağmen tıbbi kararlarında direndiler.
Sonsuza Dek Kadınsı kitabından etkilenen ve yıllarca östrojenin pozitif etkisinden mahrum kaldığını düşünen bazı kadınlar, kendi doktorlarından hormon talep ettiklerinde Wilson’un bir şarlatan olduğu yanıtını aldılar. Birçok örnekte görüldüğü gibi kadınlar, kadınlıklarını kaybetme korkusuyla hormon almaya koşmuyorlar, östrojen tedavisinin zararlarını ve yararlarını tartacak daha fazla bilgi edinmeye çalışıyorlardı.
Yazılanlar, kadınların kadınsılıklarını korumaktan ziyade, baş ağrısı, sıcak basması, vajina kuruluğu, uykusuzluk, sinirlilik gibi daha çok gündelik, fakat güçten düşüren yakınmalarını gidermek için hormon talep ettiklerini gösteriyor.
Feminizm, tedaviden beklentileri olan kadınları, bu beklentiler karşılanmadığında onu dillendirmeleri konusunda cesaretlendirdi. Menopozal kadınlar önceki kuşaklardan farklı olarak hoşnutsuzluklarını dile getirdiler, hatta hoşnutsuzluklarını kadın düşmanlığı olarak adlandırmaya başladılar. Bir araya gelerek sessizliklerini bozdular, birbirlerine menopoz deneyimlerini, belirtilerle nasıl başa çıktıklarını, güvenlerini nasıl koruduklarını anlatarak deneyim paylaşımı yaptılar. Birbirlerinden ruhsal destek alan birçok kadın menopoz deneyimlerinin biyolojik olmadığının farkına vardılar ve değişen sosyal rolleri için destek aradılar. Birçok kadın çocukların evden ayrılmasıyla oluşan yararsızlık duygularını tartışmak istedi. Diğerleri, boş yuva sendromuyla, değişen değerlerle, yaşlanmayla, çocukların kendilerine ihtiyacı kalmadığında oluşan amaçsızlıkla, boşanma veya ölüm nedeniyle orta yaşta çözülen evliliklerle nasıl başa çıkacakları konusunda çözümler aradılar. Yeni sosyal hayatlar kurma konusunda parasal, mesleki beceriler, ev ve araba bakımı ve yeni arkadaşlar edinme konusunda dayanışmalar oluşturdular. Kadın hareketi ve dayanışması bir çok kadının menopoz şikayetlerinden kurtulmasını sağladı.
Tıp dünyasında neler oluyor?
Aklı başında bir takım hekimlerin hormon tedavisinin uygulama yaklaşımına getirdikleri eleştiriler sonucunda hormon ilaçları üreticisi firma desteğinde, esas olarak Ulusal Sağlık Enstitüsünün organize ettiği büyük bir araştırma planlandı. Tarihe WHI (Kadın Sağlığı Girişimi) adıyla geçecek olan, aslında kadın sağlığı değil, üreme sağlığının düşünüldüğünü ayrıntılarında gördüğümüz bu çalışma 1998 yılında başlandı ve 8,5 yıl sürmesi planlandı. 40 ayrı merkezde 27.327 kadın çalışmaya dahil edildi.
“Östrojen ve Progesteron olarak bu hormonların ilaç firmalarınca üretilmiş ruhsatlı patentli ‘taklitleri’ kullanıldı. Östrojen olarak CEE olarak kısaltılan (konjuge equine östrojenler), progesteron olarak da medroksiprogesteron asetat kullanıldı. Çalışmadaki bir grup kadına ise sadece CEE östrojen verildi. Çünkü bu kadınların rahimleri daha önce alınmıştı. Çalışmanın içinde binlerce hastadan oluşan bu gruba verilen isim de ‘uterusu olmayan kadınlar’dı! Gerçekten de akıl almaz bir rahatlıkla rahimleri alınan yüzbinlerce kadın nedeniyle toplumda böyle bir ‘kadın türü’ ortaya çıkmıştı.”
Ancak çalışma 2002 yılında, henüz beş yıl geçmişken apar topar sonlandırılmak zorunda kalındı. Çalışmada çoğunluğu oluşturan östrojen + progesteron ayağında büyük yan etkiler ortaya çıkmıştı. ‘Progesteron’ adı altında altı milyon kadın üzerinde kullanılan frankeştayn hormonlar, 40.000 kadında kalp krizi, akciğer embolisi, damar tıkanıklıkları ve felçlere neden olmuştu. Ruhsal sağlık ve iyilik hissinde ise değişiklik olmamıştı.
Araştırma büyük bir infiale neden oldu. Ulusal Menopoz Cemiyetinin telefonlarının kilitlenmesine neden olan tepki, kadınlar için hormon kullanma fırsatının bu kez de ‘hiç hormon kullanmama’ yönüne sıçramasına neden olmuştu. Aradan geçen 10 yılda bir kuşak kadın, kalp, beyin ve kemik sağlıkları için son derece gerekli olan dönemi hormon kullanmadan geçirmiş oldular…
Peki nasıl olmuştu da tüm kadınların doğumdan itibaren damarlarında ve hücrelerinde dolaşan bu hormonlar bunca yan etkiye neden olmuştu…??
Sorun günümüzde hala görmezden gelinen önemli bir ayrıntıda gizliydi; insülin ve tiroid hormonları doğal, daha doğrusu biyoeşdeğer iken, kadınların sağlığı için son derece gerekli olan östrojen ve progesteron biyoeşdeğer olmayıp, aynı ismi alan ‘şey’lerdi…[2][1] Üstelik doğal metabolizmaları sindirim sistemine uğramamalarını gerektirirken, ağızdan verilmişlerdi. Östrojen ve testosteron gibi işlevleri birbirinden ayrı, fakat molekül olarak neredeyse zor ayırt edilen iki molekülü tanıyıp birbirinden ayıran hücrelerimizin, doğal hormonlarımızdan çok farklı olan bu ‘şey’leri ayıramayacağı mı düşünülmüştü?
Tiroid tedavisi yapılan veya insülinle tedavi edilen bir hastanın kanında ilaç olarak verilen hormon dozunu izlemeden adım atmayan hekimler de, kadınlara verilen bu ‘şey’lerin kan veya idrar tetkikleriyle ölçülerek takip edilememelerini doğal karşılamışlardı… Eğitim böyle olunca ve sorgulayabilme yolları, her farklı görüşü ‘bilimdışı’ ilan etmekle kesilince, sanırım başka türlü olması zordu. Bunu öğrenmek şaşkınlık ve öfke yaratıyor… Hele üstünden 50 yıl geçmesine rağmen hala bu hormonların ‘düşük dozlarda’ bile olsa kullanıldığını bilmek, biyoeşdeğer hormonların uygun doz ve kullanım biçimleriyle ‘göz önünde’ bulunmamaları, patenti alınamayan doğal ilaçların gözlerden gizlenmeleriyle açıklanabilir. Ünlü dergilerde yer alan ünlü araştırmaların çoğunda östrojen ve progesteron adı altında aynı ‘şey’lerin kullanılıyor olması ve değerlendirme sonuçlarında faturanın gerçek hormonlara kesilmesi de ayrıca tartışılmalı.
Son yıllara kadar kadınların “kanser riski oluşturabilir” diye şakır şakır rahimleriyle birlikte yumurtalıkları da alınırken, insan sormadan edemiyor; erkeklerin prostat kanseri ‘riski’ taşıdığı için prostatlarını almak gibi bir uygulama neden yok? Ve erkekler menopoza girseydi biyoeşdeğer hormonlar yerine bu ‘hormonumsular’ kullanılır mıydı? Örneğin erkeklerin kullandığı testosteron biyoeşdeğer, yine erkeklerin de kullandığı insülin (bakterilere sentezlettiriliyor) ve tiroid hormonları biyoeşdeğer. Bu hormonlar kullanılırken ilaç izlemlerinde idrar ve kan ölçümleri olmadan adım atılmıyor. Öyleyse sorulması gereken, neden kadınlara kanda ve idrarda miktarları ölçülemeyen hormonumsuların yutturulduğu sorusu.
Kadın sağlığı üreme sağlığına indirgenmemiş olsaydı, rahimi olmayan kadınlarda kemiklerde, beyinde ve damarlarda da progesteron reseptörleri olduğu göz önünde tutulamaz mıydı? Bugün tüp bebek için hazırlanan kadınlara biyoeşdeğer hormon verildiğini duymak, aslen bebeği korumak için bile olsa sevindirici. Ancak neden hamilelerde bol miktarda bulunan progesteron bebeğe bile zarar vermediği halde, ‘hormonumsu şeyler’in onca yan etkiye neden olduğunu düşünmemek de sorgulamaktan ne kadar uzağa düştüğümüzü göstermiyor mu?
Bugün trans bireyler için biyoeşdeğer östrojen kullanılması olumlu bir gelişme. Progesteronun östrojen etkilerini dengeleyici olduğunu biliyoruz. 10 yıl önce progesteronun sadece rahimde etki gösterdiği sanılsa bile bugün kemiklerde, beyinde (bilişsel yetiler, ruh hali, sinir sisteminde yenilenme ve sinir kılıfları onarımı gibi) ve damarlar üzerinde etkili olduğu bilindiği halde, östrojenle birlikte neden progesteron verilmediği sorusu cevaplanmak üzere asılı bekliyor.
Şimdi 50 yıl önce kız kardeşlerimizin yükselttiği talepleri tekrarlamanın vaktidir:
Kadın sağlığı üreme sağlığı demek değildir.
Kadınlar bedenleriyle ilgili kararlarda söz hakkına sahip olmalıdır.
Ve en önemlisi; ruh sağlığımızı, kemiklerimizi, beynimizi, kalbimizi ve damarlarımızı korumak için, biyoeşdeğer hormon talep etmeli, bunu yüksek sesle dile getirmeliyiz.
Kaynaklar:
Mustafa Atasoy, Fonksiyonel Tıp “Kronik Hastalıklara Yaklaşımda Yeni Bir Sistematik” (2017) içinde, “Kadınsı Hormonlar” s. 443-455.
Judith A. Houck, “What Do These Women Want?” Feminist Responses To Feminine Forever, 1963-1980.
Barbara Seaman ve Laura Eldridge (editörler) Kadın Sağlığı Hareketinden Sesler Üzerine, Cilt I (2014), Ayizi Kitap, s.423-460.
[1] Food and Drug Administration; 1906 yılında kurulan, ABD’nin Sağlık Bakanlığı’na bağlı; gıda ve ilaçlardan sorumlu bürosu.
[2] Misal su derken H2O molekülünü kastediyoruz. Bu molekül yerine başka bir molekülden yapılmış sıvı istediği kadar renksiz ve kokusuz olsun, hücrelerimiz bunun su olmadığını anlayacaktır.
Gerçekçi ve ufuk açıcı bir yazı, evet maalesef burda da eğer kadın doğurmuyorsa patriyarkanın umurunda bile değiliz mücadeleye devam selamlar sevgiler