Bruce LaBruce’un son filmi, The Misandrists (Erkek Düşmanları), duygulanımsal düzeyde, izleyicilere belki de özellikle kadınlara harekete geçme gücü ve isteği verme açısından başarılı.
Not: Bu yazı filmdeki sürpriz gelişmeleri içermektedir.
Berlin Film Festivali’nde ilk kez gösterilen, geçtiğimiz günlerde 36. İstanbul Film Festivali kapsamında Türkiye seyircisiyle buluşan The Misandrists (Erkek Düşmanları), eleştirmenlerce Queer Sinema tanrılarının biz fanilere armağanı olarak tanımlanıyor, filmin yönetmeni Bruce LaBruce’a ise Queer Sinema peygamberi titri layık görülüyor. Almanya’daki radikal feminist bir hücre evindeki bireylerin kadın özgürleşmesini yakalama vizyonunu anlatan film, gerçekten izleyiciyi sarsan, şoke eden, kafasını karıştıran ve sonunda kadınları özgürleştirme amacına yönelik umut aşılayan, harekete geçmeye -hem de hemen!- yönelten yönlere sahip. İvmelendirici yönü açısından takdire şayan olsa da, filmin anlatısı, zaman zaman, eleştirdiği ve kökten değiştirmek istediği ataerkil, heteronormatif, cinsiyet üstünlükçü modernist sistemin taklidini sunmaktan kaçamıyor. Sunulan heyecanlı vizyona ve huzursuz eden şiirsel terörizm anlarına rağmen içine düşülen modernite tuzağı can sıkıyor. Filmin sonundaki özgürleşmeye en çok yakınsayan sinema baskını sahnesine rağmen hem de.
Erkek Düşmanları, başlangıçta, Ger(wo)many’de kendisini dış dünyaya Katolik kız okulu olarak tanıtan bir feminist örgütün gündelik hayatına yoğunlaşıyor. Büyük Ana adındaki lider, “kızlarının” hayatının her aşamasını planlıyor, düzenliyor; uzun vadeli vizyonlarından şaşmamaları için gerekli önlemleri alıyor, bu vizyona yönelik olarak oldukça disiplinli ve detaylı, modern bir eğitim sunuyor, tabii her biri kendi alanında uzmanlaşmış kızkardeşlerin yardımıyla. Feminist hücrenin uzun vadeli vizyonuysa kadın özgürleşmesini sağlamak. Nasıl mı? Kendi feminist lezbiyen pornolarını çekip bunun dünyaya yayılmasını sağlayarak. Feminist porno hamlesinin hazırlıkları tamamlanırken Volker isimli yaralı bir kanun kaçağının Isolde tarafından hücreye getirilmesiyle düzen karışıyor. Volker ve diğer “sapkınlar”la hesaplaşmalar sürerken özgürleşmeyi sağlayacak porno filmin çekimleri tamamlanır.
Büyük Ana’nın Kız Feminizm Lisesi
Büyük Ana’nın okulu, kadın özgürleşmesini sağlayacak bireylerin yetiştirilmesi ve kuvvetlendirilmesi için ideal bir ortam gibi. Gerçekten de “kızlar,” nihai hedeflerine ulaşmak için başta tarih ve biyoloji olmak üzere çeşitli konularda ders görmekte, beden eğitimi saati sayesinde bedenlerini meşakkatli özgürleşme hamlesine hazırlamaktadır. Yemek saatleri ve içeriği Büyük Ana ve yardımcıları kızkardeşler tarafından özenle belirlenmiştir, yemekler edilen dualarla taçlandırılır ve herkese orada niye bulundukları bir kez daha hatırlatılır. “Kızların” boş zamanları bile Büyük Ana’nın onlara verdiği projelerle, kadın özgürleşmesine faydalı olacak şekilde düzenlenmiştir. Zaman zaman da “kızlara” birbirleriyle sevişmeleri salık verilir; lezbiyen aşkla ataerkiyi yıkabilmek için alıştırmalar yapmaları oldukça elzemdir.
Büyük Ana’nın hayat duruşu erkeklik karşıtlığı üzerinden şekillendiği için kendisinin kurduğu düzenin, en azından ilk bakışta, kadınları/feministleri heyecanlandıran bir yönü olduğunun altını çizmek gerekir. Kadınlar kendilerini eğitiyor, bedenlerini disipline ediyor ki erkeklere karşı savaşsınlar. Erkek düzen, bu kadın “komandolar” tarafından yıkılacak ve işte biz o gün özgürleşeceğiz. Kadınları gaza getirecek, harekete geçirecek bu anlatı, sorgular bir gözle tekrar incelendiğinde hayal kırıklığı yaratıyor. Büyük Ana’nın kurduğu kadın düzen, ataerkil, heteronormatif, cinsiyet üstünlükçü modern sistemin bir muadili, belki de bir taklidi olarak var olabiliyor ancak. En başta, Büyük Ana’nın topyekûn bir cinsiyet kavramına karşı olmaması, bunun yerine anlatısını erkek ve trans düşmanlığı üzerinden kurması, kadın özgürleşmesi yakalandığı takdirde oluşacak sistemin aynı şiddet sarmalında, kadınların sadece konum değiştirip insanlığa miras kalan şiddeti ve eziyeti devam ettireceğini düşündürüyor. Büyük Ana, felsefi olarak şiddete karşı olsa da, şiddet uygulayan ve muktedir konumdakilere eziyet edilmesiyle bir arınma sağlanacağını ve yeni düzenin daha sağlam temeller üzerine oturacağını ima ediyor. Bu da, Büyük Ana’nın hedefinin cinsiyet kavramını dışlayan, yepyeni bir ilişkilenme ve örgütlenme biçimi oluşturmak değil; ataerkiyi anaerki yaparak ikili cinsiyet sistemini ve cinsiyet üstünlükçü tutumu devam ettirmek olduğuna işaret ediyor.
Bunun yanı sıra, hücrede bulunan kadınların arasındaki ilişkilenmeler de bu örgütlenmenin eleştirdiği ve düşmanı olduğu ataerkil moderniteden asla kaçamadığını ve belki de bilinçli bir tercihle kaçmayacağını gösteriyor. Büyük Ana, sayısı ona yaklaşan kadınların arasında tartışmasız bir lider olarak yer alıyor: duruşundan, konuşmasından, yemek masasındaki pozisyonundan, dini, kültsel bir görev olan dua etme görevini yönetmesinden, dış dünyayla olan ilişkileri üstlenmesinden ve buna benzer birçok örnekten görebiliyoruz bunu. Evde, yasa koyucu olan, kural oluşturma kudretine sahip olan tek bir kişi var: Büyük Ana. Tartışmasız yasa koyuculuğunun yanında, “kızlarının” ihtiyaçlarına ve dertlerine karşı aşırıya varan bir hassasiyeti var; yasayı koyduğu gibi tebaasını gözetlemeyi ve yasalarına uyup uymadığını denetlemeyi de iyi biliyor. “Kızlarının” boş zaman aktivitelerinden, bireysel ilişkilenmelerinden, aç olup olmadıklarından, her şeyden haberdar. Dişi bir “panopticon,”[1] bir “Leviathan”[2] olarak “kızlar” üzerindeki iktidarını bunaltıcı bir biçimde hissettiriyor, hem “kızlarına” hem de izleyiciye. Büyük Ana’nın otoritesinin sorgulanmasına, kurallarına uyulmamasına asla tahammülü yok. Bu sebepten olacak, filmin ilerleyen dakikalarında “kızlarından” birinin aslında bir penisli/erkek/düşman olduğunu, bu doğuştan erkek “kızının” evde bir erkek asker sakladığını ve bir diğer kızınınsa ajan olduğunu öğrenmesiyle kayışı koparıyor.
Büyük Ana’nın yasa koyma, yasayı işletme, yasanın uygulanmasını denetleme sorumluluklarını eşiti ve yoldaşı olarak sayması gereken diğer dişilerle paylaşmaya yanaşmaması, Büyük Ana’yı taklit bir fallus olarak kuruyor. Fallusun yasa koyma yetkisine, otoritesine ve iktidar kurma gücüne karşı çıkarken aynı tuzağa düşüyor. Üstelik, bu iktidarın düşman addedilen erkeklere ve translara uygulandığını dolayısıyla, haklı ve arındıran bir tarafı olduğu iddiasında bulunmak bile mümkün değil; Büyük Ana’nın otoritesini en çok hissettirdiği insanlar kadın yoldaşları zira.
Yoldaş kadınlar arasında yatay, eşitlikçi ve uzlaşmacı bir ilişkilenme oluşamaması bu feminist hücreyi maalesef eleştiriye açık hale getiriyor. Ayrıca Volker’in bir hain olarak nitelenmesi ve aralarına katılmak için hadım olması gerektiği şartı, aynı zamanda trans kadın olan Isolde’nin önce aşağılanması sonra “tolere edilmesi” de transfobiye ve ataerkil düzen tarafından tanınan alana sıkışıldığına işaret etmektedir. Volker’in kadın örgütlenmesine katılmak için ille de penisinden kurtulması gerektiği şartı, Büyük Ana’nın örgütünü, hem fallus taklidi yapan bir dişinin aslında çok da yeni bir örgütlenme biçimi oluşturamayacağı ve oluşturduğu düzenin ataerkil sistemin dişi versiyonu olacağı hem de dişil bir örgütlenmenin sadece penis hasedi etrafında birleşebileceği eleştirilerine açık hale getirmektedir. Bu açıdan, Büyük Ana’nın kadın özgürleşmesi yolundaki emekleri aslında kendi altını oymaktadır.
Son olarak örgütün eğitim sisteminin modernite taklidi oluşu… “Kızlar,” bugüne kadar aşina olduğumuz bir tarzda eğitim almaktadır: sıralara otururlar, otorite sahibi öğretmen gelir ve üstenci bir tarzla dersini verir, bunun yanında öğrencilerini bir de hizaya sokar.
Tarzın yanı sıra, derslerin içeriği de son iki yüz yıldır içimizi daraltan modernist söylemlerin farklı sözcüklerle yeniden aktarımından başka bir şey değil. Biyoloji dersinde eşeysiz üreme öğreniyorlar, amaç -ataerkil sistemle aynı- soyu devam ettirmek. Tarih (herstory, kadınıntarihi) dersinde anlamlı bir anlatı yaratmaya çabalıyorlar, modernitenin retrospektif anlamlandırma tuzağından kaçış olamıyor. Modernitenin kurduğu en temel disiplin mekanizmasının bayat bir taklidinden daha fazlası bekleniyor, doğal olarak, feminist ve kadın özgürleşmesini hedefleyen bir örgütten. Radikal feminist hücre evinden yeni, eşitlikçi, dayanışmacı bir eğitim tarzı ve yeni ve demokratik amaçlara (üreme veya tarih yazma değil) hizmet eden bilgiler bekliyor insan. Aradığını bulamıyor ne yazık ki. En azından bu örnekte.
Pornocu kadınlar ataerkiye karşı
Süreç içerisinde, Büyük Ana’nın anlatısının bel kemiğini ve filmin aksiyon noktasını oluşturan konu; çekilmesi için özel hazırlıklar yapılan, bütün “kızların” katkıda bulunduğu feminist lezbiyen porno filmi oluyor. Porno projesinden ilk kez hücrenin maddi sıkıntıları konuşulurken bahsediliyor. Büyük Ana, yardımcılarından birine porno filmin çekilmesine yönelik hazırlıkların hızlandırılması gerektiğini, böylelikle yemek, elektrik ve su faturası gibi masrafların artık ödenebileceğini söylüyor. Porno projesine dair ilk izlenimin maddi bir değer üzerinden oluşturulması kadınlığın metalaştırılması hususunda rahatsız edici. Neyse ki Büyük Ana, filmin devamında feminist pornoyu bir meta satın alma aracı olmaktan çıkarıyor.
Porno filmin çekimleri sürerken bu filmin sinemalara yapılacak baskınlarla, izleyicilere zorla izletileceğini öğreniyoruz. Böylelikle, kadın özgürleşmesine dair çok büyük bir değişim/değiştirme potansiyeline sahip bir araç ortaya çıkıyor: hepsi kadınlardan oluşan bir ekibin lezbiyen porno filmi çekmesi ve akabinde bunu o kadar da çok almak istemeyen alıcılara iletmesi harika bir direniş mekanizması oluşturuyor. Agamben’in “Dünyevileştirmeye Övgü”sünde bahsettiği gibi pornografi umutsuzca ve yalnız tüketilmesi sistem tarafından salık verilen ve sistemin kurduğu cinselliği bir kez daha tatbik eden anlatılardan oluşmaktadır. Bireye kısıtlanmış, satın alınabilen bir anlatı/gösteri olan ve sistemin cinsellik anlatısını yeniden kuran ve pekiştiren pornografinin kullanım ve değişim değerinin altı oyulduğunda; bunun yerine pornografiye yeni bir “sergileme” değeri kazandırıldığında, pornografi sisteme direnç gösteren ve onun sonunu getirmeyi hedefleyen bir araç haline dönüşmüş olur.[3] Yani, bir grup kadın, erkeklere ihtiyaç duymadan kendi cinselliklerini resmederse ve bunun karşılığında maddi değer elde etmezse kullanım ve değişim değerine sahip, çoğunlukla erkeklere has olarak tanımlanmış pornografiyi salt bir sergileme, gösterme değerine indirgeyerek ataerkiyi yıkmak için bir araç haline getirmiş olur. Filmdeki kadınların da tam olarak yaptığı budur: gündelik hayatın akışı içerisinde, bolca losyon, erkek bakışı ve erkek cinselliğinin tatminini içeren bir bağlamı yerinden söküp sadece kadınlardan oluşan ve kadın hazlarını tatmin eden bir medyaya dönüştürüyorlar. Aynı zamanda, pornografinin maddi kazanç sağlayan yönünü de alaşağı ederek maddi değiş tokuş ekseninden koparıyorlar. Böylelikle, daha büyük çaplı ekonomik sisteme bağlı olmayan, ataerkiye hizmet etmeyen bir araçla kadın özgürleşmesi amaçlarını yakalamaya çalışıyorlar.
Büyük Ana ve kadınlarının pornografiyi, lezbiyen feminist porno özelinde, ataerkiyi yıkıma uğratmak için bir araç olarak kullanmalarının ötesinde, çekilen filmin nasıl ve nerede gösterildiği de önem kazanıyor. Yeni bir kullanım alanı kazandırılmış, “saf bir araç” haline gelmiş porno film, porno filmleri için alışılagelmiş bağlamlarda gösterilmiyor, yerleşik alanından koparılıp sıra dışı ve hatta kimilerine göre rahatsız edici bağlamların içine yerleştiriliyor. Kadınlar, sinemalara baskın düzenleyip gösterilmekte olan filmleri kesintiye uğratıp pornolarını göstermeyi ve hemen ardından manifestolarını kamuya sunmayı planlıyor. Bu, bana kalırsa, insanı derinden etkileyen bir şiirsel terörizm anıdır. Hakim Bey’in ortaya attığı şiirsel terörizm kavramı, sistemi şaşırtmayı, sistemin gardını indirdiği alanları bulma amacı taşıyan hareketlerin bütünüdür. Şiirsel terörizmin yarattığı estetik şok, anlatıya ve sisteme karşı çıkışı insanları, seyircileri kuvvetli bir şekilde germelidir, deyimi yerindeyse terörize etmelidir. Bu sıra dışı ve rahatsız edici karşı çıkış, şiirsel terörizme maruz kalanların hayatını değiştirmeyi hedeflemelidir.[4] Sisteme basmakalıp yollarla karşı çıkmak yerine bu karşı çıkışı şaşırtarak, şoke ederek, tutunacak bir dal bırakmayarak yapmalıdır. Filmdeki korsan porno film gösterimi tam olarak da bunu yapmaktadır işte: feminist örgüt manifestosunu dünyaya sunmak için alışılageldik bağlamlar ve yöntemler tercih etmez. Mesela, bir yürüyüş tertip edip sonunda bu bildiriyi bir basın açıklaması olarak sunmaz. Kendi gazetesini çıkarıp manifestoyu burada Büyük Ana imzasıyla yayımlamaz. Derdini dünyaya anlatabilmek için önce gider, kendi lezbiyen pornosunu çeker; sonra gider ‘masum’ izleyicilerin doldurduğu salonlara baskın düzenler. Gösterilen filmi yarıda bıraktırıp insanların bunu görmek isteyip istemeyeceğiyle ilgilenmeden pornoyu dolaşıma sokar. Pornonun genelde kısıtlı kaldığı karanlık, kaygan ve yalnız ortamdan koparır porno filmi, halen karanlık olsa da kaygan ve yalnız olmayan bir kolektiviteye sokar. İzleyicilerin kimi dehşete kapılır, kimi anın keyfini çıkarır. Manifesto da film sürerken izleyicilerin algısını fethetmeye başlar. Feminist bir örgütün derdini anlatabilmek için benimseyeceği en kahramanca ve aynı zaman da hiç kahramanca olmayan yöntemdir bu. Kadın bedeninin ve hazlarının sergilenmesinden çekinmez, bunu izleyenlerin gözüne sokar. Şiirsel terörizmin sunduğu şokla açılmış algı kanallarına manifestolarının içeriği yayılır. Kadınlar özgürleşecektir, hem de erkeklerin kendilerine ayırdığı, ataerkil cinselliği yeniden ve yeniden defalarca kurduğu pornografi aracılığıyla. Pornoyu dişil kullanıma açarak, hepinizi, hepinizi, hepinizi şoka uğratarak, huzursuz ederek.
Büyük Ana varken yatay örgütlenmek caiz midir hocam?
Bir grup kadının ataerkil sistemi yıkmak için bir araya geldiği bir ortamda, gözler ister istemez yatay örgütlenme ve dayanışma örneklerini arıyor. Ancak, Büyük Ana’nın kendini rekabet edilemez bir yasa koyucu olarak konumlandırması eşitlikçi ve demokratik karar alma mekanizmalarının oluşmasının önünde bir engel oluşturuyor. Gönül isterdi ki grubun tüm üyelerinin gücü ve isteği oranında katıldığı, kolektif bir karar alma süreci görelim. Maalesef, kadınların, o da gösterebildikleri nadir anlarda, sergiledikleri kimi özerk tavırlar da Büyük Ana’nın faux-fallik varlığının gölgesinde kalıyor. Lakin, Büyük Ana’nın daimi liderliği bu feminist örgütlenmenin ebedi bir başarısızlığı olarak kabul edilmek durumunda değil; bu liderliğin, kadınlardan oluşan gruplardaki iktidar ilişkilerine eleştirel bir bakış sunmak için kapı araladığı söylenebilir.
Filmin kadınlar/kendini kadın olarak tanımlayanlar arasındaki dayanışma ve rekabete dair de kafa açıcı örnekler sunduğu söylenebilir. Büyük Ana’nın “kızları” arasında romantik ilişkiler hususunda güçlü bir rekabet dikkat çekiyor. Öyle ki, “kızlar” biraz evvel ataerkiyi yıkmak için yeminler etmemiş, antlar içmemişçesine “eski sevgilimi kimselere yar etmem, ya benim ya kara toprağın” bakış açısına sahip olabiliyor. Kadın özgürleşmesini hedefleyen kadınların insanlığının en temel olgularından biri olan sahiplenme ve kendi çıkarını koruma içgüdülerinden hemencecik kurtulabileceğini beklemek fazla hayalperest kaçıyor olabilir; yine de kadın dayanışmasının eski sevgili/belalı meseleleriyle yıpratılması gerekli dayanışma ve destek ruhunun önüne bir engel olarak çıkıyor. Neyse ki, Büyük Ana hizaya sokuyor “kızlarını” da, kadın özgürleşmesi güme gitmiyor.
Filmde gördüğümüz nadir rekabetsiz dayanışma örneklerinden biri trans kadın olan Isolde ile trans olmayan erkek Volker arasında gerçekleşiyor. Isolde, trans olduğu için grupta ancak tolere edilen, gruba kabulü bir lütufmuşçasına sunulan bir karakter; feminist hücrenin daha az istenen, arzulanan üyelerinden olduğu söylenebilir. Volker ise erkek olarak doğduğu için, kendini süreç içerisinde kadın olarak tanımlamaya başlasa bile, düşman bellenen bir karakter. İkili arasındaki koruma-kollama ilişkisi ve dayanışma, feminist hücre içerisinde dış halkada kalan karakterler olmaları kadar genel ve daha büyük ölçekli bir sisteme karşı çıkıştan da doğuyor. Neticede, Volker bir kanun kaçağı, Isolde ise trans kadın olarak ataerkil modern sistemin üremeye yönelik en temel düsturuna karşı çıkan birisi. Gözlenebilen tek tük rekabetsiz dayanışma örneklerinden birinin yasaya karşı gelmişlik ve sisteme itiraz noktası üzerinden şekillenmesi, dayanışma ve direnişin iktidar odaklarında oluşamayacağına dair bir bakış açısı sunmakta. Bu iktidar odağına, ataerkil sisteme direnmeye çalışırken kendi anaerkil otoriter sistemini kuran Büyük Ana da dahil.
Büyük Ana’nın kadın özgürleşmesine dair sunduğu anlatıda dikkati cezbeden diğer bir nokta da kendisinin kadın özgürleşmesiyle daha büyük sistemsel değişiklikleri ayrık hedefler olarak tanımlamasıdır. Büyük Ana, kadın özgürleşmesinin ekonomik ve siyasi sistem temelli olduğunu dolayısıyla kapitalizm yıkıldığında kadınların da otomatik olarak özgürleşeceğini savunan solcu abilerimizi eleştirmekte gayet haklıdır. Sistemin yıkılması, erkeklerin bir sonraki sistemde yine kadınlar üzerinde tahakküm kurmayacağının garantisi değildir. Ancak, Büyük Ana’nın kurduğu mini düzenin halihazırda var olan ataerkil, heteronormatif düzenin yöntemlerini benimseyen, yalnızca cinsiyet-güç ilişkilerinin tersini alan bir sistem olması içinde bulunduğumuz düzenden kaçmaya çalışsak da saklanamayacağımıza dair görüşleri desteklemiş oluyor. Ekonomik ve siyasi değişimi kadın özgürleşmesine göre öncelemek ne kadar yanlışsa, kadın özgürleşmesi için hakim olan düzenin araçlarını ve söylemlerini benimsemek de bir o kadar yanlış. Kadın özgürleşmesinin cinsiyetsiz, sömürüsüz, modernite kıskacından bağımsız bir düzen kuracağı beklentisi o kadar da temelsiz değil; bunu yapabilmek mümkün olmalı.
Bruce LaBruce’un son filmi, The Misandrists (Erkek Düşmanları), duygulanımsal düzeyde, izleyicilere belki de özellikle kadınlara harekete geçme gücü ve isteği verme açısından başarılı. Filmdeki feminist hücrenin attığı adımlar ve aldıkları aksiyonlar, kadınların edim gücüne katkıda bulunuyor, özgürleşmek için bir heves aşılıyor. Bunu yapma tarzı da yine, sıra dışı ve huzursuz edici. Bu açıdan filmin kendisinin bir şiirsel terörizm örneği olduğu savunulabilir: kadın özgürleşmesi için feminist lezbiyen porno çekilmesi ve bunun sinemalara baskın yaparak gösterilmesi; filmin çekim aşamasını da görebiliyor oluşumuz; otorite figürü olan Büyük Ana’nın sıra dışı ve kimi zaman gülünç makyajı, kostümleri, postürü, jestleri ve mimikleri; uzun süre ekranı kaplayan ve oldukça kanlı hadım etme operasyonu görüntüleri; filmin içinde gösterilen Ulrike’nin Beyni adlı ve izleyiciyi deliliğin eşiğine götürüp götürüp geri getiren kısa film. Hepsi daha önce gördüğümüz feminist filmlere göre daha rahatsız edici, yerinde kıvrandırıcı, mideyi ağza getirici…Tam da bu sebeple, edim gücündeki potansiyeli gerçekten algılanabilir heyecana ve aksiyona dönüştürmesi açısından daha etkili. Film bitiminde filmin nasıl tanımlanabileceğine dair kafa karışıklıkları oluşuyor doğal olarak. Ancak en iyi özeti, filmin Rexx Sineması’ndaki gösteriminden sonra konuşan başrol oyuncusu, Büyük Ana Susanne Sachsse veriyor: “Bu film hem pro-feminist bir bakış açısına sahip hem de amansız bir feminizm eleştirisi. İkisine bir de çılgın bir kara mizah olduğu gerçeğini de ekleyebiliriz.”
Filmin de bir örnek sunduğu şiirsel terörizmin bir şeyleri değiştirebilmek adına etkili bir yöntem olduğuna kani olduktan sonra geriye cevap bulmakta zorlanılan birkaç soru kalıyor. Eleştirilen iktidar mekanizmalarını sahiplenmeden özgür olmak mümkün mü? Hadım etmeden, şiddet kullanmadan, kadın özgürlüğü sağlanamaz mı? Peki ya iç dinamikler? Başsız, otoritesiz, muktedirsiz, lidersiz bir örgütlenme mümkün değil mi? Dünyayı değiştirebilmek için illa enerjilerimizi kanalize edebilen bir Büyük Ana’ya mı ihtiyacımız var? Büyük Ana’nın zaman zaman gülünç kaçan hal ve hareketleri, kendisini ironik ve halihazırdaki feminist örgütleri eleştirecek bir araç olarak değerlendirme ihtimalini ortaya çıkarsa da; filmin sonunda, manifestonun yayımlanış anında hala varlığını ve muktedir konumunu koruyor olması Büyük Ana’nın varlığının ironik bir gönderme olmadığı gerçeğini tesis ediyor.
Kalbim ve aklım, güç kavramından bağımsız, ezilmeyen ve bittabi ezmeyen bir örgütlenmenin sistemsel zulmü ve adaletsizliği bitirebileceğini söylüyor, Bruce LaBruce’un bunu bize sunmamış olması bir şey değiştirmez. Kadınlar erkek yöntemler olmadan özgürleşebilir.
The Misandrists (Erkek Düşmanları) Fragman
[1] Panopticon (İng.): Panaptikon, İngiliz yararcı -pragmatik- filozof Jeremy Bentham tarafından tasarlanmış modern hapishane projesi. Daire şeklinde olan hapishanede, gözetleyen çalışanlar merkezdedir, koğuşların tümünü gözetimde tutabilecek şekildedir. Foucault, iktidar ve ağlarının hayata yayılımının mükemmel bir örneği olarak görür bu sürekli izlenebilirlik sağlayan yapıyı.
[2] Leviathan: Mitolojik canlı olan ejderhadır -Fenike Mitolojisi-. Modern dönemde ortaya çıkan devlet anlayışında, Thomas Hobbes’un toplumsal sözleşme üzerine kurulan devlet modelinin sembolü olarak seçtiği terimdir. Bürokrasinin her bir basamağı, bu ejderhanın hayati bir organına denk gelir. Siyaset felsefesinde, doğal durumunda birbirlerinin kurdu olarak tanımlanan insanların, bir sözleşme ile yaşam haklarını belirleyecek olan Leviathan’a yani devlet aygıtına bıraktığı iddiasıdır.
[3] Giorgio Agamben, Dünyevileştirmeye Övgü, sayfa 153-154, MonoKL Yayınları, Kasım 2011.
[4] Hakim Bey, T.A.Z: Geçici Otonom Bölge, Ontolojik Anarşi ve Şiirsel Terörizm, sayfa 16-17, Altıkırkbeş Basın Yayın, 2009.