Feminist Mekanda Cuma Buluşmaları’nın 29 Mart 2019’da yapılan toplantısında Aksu Bora ve İlknur Üstün, Ayizi Yayınevi tecrübesini bizlerle paylaştı. Feminist bir yayınevi olarak 2010’da yola çıkan Ayizi, ne yazık ki kapanıyor. Bu 9 yıllık sürece bakan Aksu ve İlknur, feminist yayıncılığın anlamı, sınırları ve imkanlarını tartışırken, kendi deneyimlerini ve hikayelerini de anlattılar: Yazmanın kadınlar için nasıl feminist bir eylem haline geldiği, feminist bir yayınevi olmakla feminist kitaplar yayınlayan bir yayınevi olmak arasındaki farkı tartıştıkları gibi bu maceraya atılırken neler yapmak istediklerini, hangilerini yapabildiklerini, hangilerini yapamadıklarını da süzgeçten geçirdiler. Ayizi’nden çıkmış olan 63 kitabın listesini de ekledik ki, eksiklerimiz varsa kapatabilelim!
Aksu: Fazlaca uzatmadan Ayizi’nde biz neler yaşadık, anlatmaya çalışacağız… Kısaca anlatılacak bir şey değil tabii, dokuz sene süren bir macera. Ama olabildiği kadar derli toplu ve özet bir şekilde geçeceğiz.
Aslında Ayizi ile ilgili konuşmaya başlayınca, “Ayizi nerede başladı?” diye sorunca, önce Amargi’yi anmak gerekir. Çünkü biz -yani hem İlknur, hem ben- dokuz sene çıkmış feminist bir dergi olan Amargi’de ilk feminist yayıncılık tecrübemizi yaşadık. Bak, o da dokuz seneymiş. Bu dokuzda bir şey var anlaşılan! Amargi sürecinde hep fark ettiğimiz bir şey vardı. Bir şeylerin birikmesi için mekanlar lazım, kaplar lazım. Çünkü yoksa akıp gidiyor. Siz bir şeyler yapıyorsunuz ama kayda geçirmek lazım onları. Sadece yapıp ettiklerinizi değil, aslında yapmak istediklerinizi, düşündüklerinizi ve hayal ettiklerinizi de kayda geçirmek lazım. Dergi böyle bir şey için çok uygun bir formattı. Fakat bir yandan şunun da farkındaydık ki bu dergiyle birlikte bir başka şeye daha ihtiyaç var. Daha kalıcı olabilecek, o kadar çok güncelle temas etmeyen ama başka bir gündem oluşturabilen bir mecra açmak lazım. O da yayınevi olabilirdi. Biz nasıl cesaret ettik bilmiyorum. Çünkü Amargi çok zor çıktı. Maddi zorlukları vardı, başka zorlukları vardı falan. Buna rağmen yapabileceğimizi aklımız kesti ve 2010’da Amargi’yi sürdürürken bir yandan da böyle bir yayınevi başlatmaya cesaret ettik.
2010 Ekim’inde kuruldu Ayizi. Bu zaman boyunca neler yaptık? İlk baştan itibaren düşündüğümüz şey, bizim Amargi sürecinde fark ettiğimiz şey… Amargi sürecinde sadece dergiyi çıkarmıyorduk, aynı zamanda yerel örgütlerle ilişki kuran, yerel örgütlerin birbiriyle ilişki kurmasını amaçlayan ve yerel siyaset üzerine daha çok yoğunlaşan Kadın Koalisyonu’nda çalışıyorduk. Dolayısıyla Türkiye’nin dört bir yanında kadın örgütleriyle ilişkileniyorduk. Kadın Koalisyonu içindeki bir araya gelişlerimizde, kadınlar çok fazla şey anlatıyordu. Bilirsiniz kadınların sandıklarında, çekmecelerinde, bavullarında hep bir takım hikayeler vardır ortaya çıkmayı bekleyen. Bazıları yazılıdır onların. Bazıları konuşarak, daha çok konuşma sırasında ortaya çıkar. Kadınların yazmakla bir dertleri var. Amargi’de de onu fark ediyorduk. Yazmayı daha iyi kotaranlar aslında öyle bir kültürden gelen, öyle bir eğitim alanlar oluyor. Sadece formel eğitimden bahsetmiyorum. Sadece üniversite öğrencileri, hocaları, doktora öğrencilerinden bahsetmiyorum ama yazılı kültürle bir başka ilişki kurmak gerekiyor kolay yazabilmek için. Ama bizim birlikte politika yaptığımız kadınların birçoğu bunun dışında, bununla epeyce mesafeliydi. Ama anlatmaya geldiği zaman bir sürü hikaye anlatıyorlardı. Bunlar çok ilginç hikayelerdi. Bir araya getirdiğimiz zaman yolumuzu aydınlatıyorlardı. Kadınların hem ne yaşadıklarını, hem ne istediklerini, hem nelerle cebelleştiklerini görmemizi sağlayan şeylerdi. O yüzden de yayınevinin çizgisi hep yazmak üzerine oldu. Esas odaklandığımız şey, yazarlık oldu baştan itibaren. Bunu neden söylüyorum: Feminist bir yayınevi olmanın tek bir biçimi yok. Güldünya’yı düşünün. Güldünya da bir feminist yayınevi, Ayizi de bir feminist yayınevi ve epeyce birbirinden farklı şeyler yapmaya çalışan iki yayınevi. Tarzları farklı, kitaplar farklı falan. Şimdi üçüncü bir yayınevi kurulsa o da bambaşka bir şey olabilir. Bizim açmaya çalıştığımız yol, daha çok odaklandığımız şey, kadınların yazmasını teşvik etmekti. Ve bunu çok feminist bir iş olarak gördük doğrusunu isterseniz. Çünkü sadece bir “Edebiyat meraklısı kadınlar yaratıcılık atölyelerini dolduruyorlar, bize de gelsinler yayınlayalım,” gibi bir şey değil o. Bu hikayelerin ortaya çıkması, kadınların kendi hikayelerini yazarak onlar üzerine birlikte düşünmeleri çok feminist bir iş. Aslında bilinç yükseltme dediğimiz şey de biraz böyle bir şeydir biliyorsunuz. Dolayısıyla da onları buna cesaretlendirmeyi önemsedik biz. Çünkü bunu yaptığın zaman -her birimiz için bu geçerlidir- kendi hikayene hakim olmanı sağlayan, yani kendi hayatına hakim olmanı sağlayan şeylerden birini yapmış oluyorsun. Çünkü ancak bir mesafeden görebilirsin. Ancak o zaman onu çerçeveleyip yeniden bakabilirsin. Hayatı öyle yaşayıp gittiğin, başına gelen şeyler olmaktan çıkartmayı sağlayan şey odur ve güçlendirici bir şeydir yazmak; biz kadınları buna teşvik etmeye çalıştık.
Bir yandan da tabii Türkiye’de çok sayıda kadın zaten yazıyor. Yani bir yandan yazamayan, sadece anlatan kadınlar var. Bir yandan da yazan ama yayınlayamayan kadınlar var. Ya da yazan ama o yazdığı şeyi paylaşamayan, üzerinde konuşma fırsatı bulamayan kadınlar var. Ayizi biraz onlar için de bir cazibe merkezi oldu diyebilirim. Çünkü dosyasını gönderen hiçbir kadınla biz “Dosyanız yayınlanmaya uygun görülmemiştir,” deyip geri çevirerek ilişki kurmadık. Her zaman neden onu yayınlayamayacağımızı da anlattık. Ya da neden yayınlayabileceğimizi, ne yaparsa yayınlayabileceğimizi de anlattık ve bunun çok büyük bir etkisi oldu. İlknur biraz sonra daha ayrıntılı anlatır. İçimizdeki “sosyal böcek” o çünkü. Daha çok yazarlarla ilişki kuran da o. Bu tür ilişkilenmenin kadınların hayatında, kadınların yazma macerasında nasıl dönüştürücü etkisi olduğunu birtakım örneklerle anlatacaktır. Biz bunları gördük. Sadece onların hayatında dönüştürücü bir şey olmakla kalmadı, tabii bizim hayatımızı da çok dönüştürdü. Tüm bu hikayelerle karşılaşmak, bu kadınlarla konuşmak… Bir noktada, Ayizi kadınları diye bir şey çıktı. Biz bunu uydurmadık. Hakikaten çıktı ortaya. Onun nasıl çıktığı üzerine de biraz konuşmak lazım.
Yani Ayizi yayınevi, yayıncılık sektörünün bir parçası olduğu kadar, feminist hareketin de bir parçası oldu. Bizim baştan itibaren baktığımız yer, kendimizi konumlandırdığımız yer, feminist hareketti. Yayıncılık da bir feminist eylem biçimidir. Yayıncılık yani yazmak, kitap çıkarmak… Bunlar da bir dizi feminist eylem biçimidir. Dolayısıyla biz bunu çok önemsedik. Feminist bir yayınevi olarak, odak noktamız bu oldu.
Birkaç röportajda… Ya, röportaj yapılırken daha önce düşünmediğiniz şeyler söylüyorsunuz. Sonra da söylediğiniz şeyler üzerinde düşünmeye başlıyorsunuz. Bunlardan bir tanesi, daha ilk kurulduğumuzda, hangimizin söylediğini hatırlamıyorum, “Biz okumak istediğimiz kitapları yayınlayacağız,” demişiz. Ne demek yani okumak istediğin kitaplar? Aslında biz biliyorduk bunun ne olduğunu ama anlatmak lazım azıcık. Yani biz ilk kurulduğumuzda çok da akıl verenler oluyor biliyorsunuz. Yayıncılığı da çok iyi bilenler, bir feminist yayınevinin ne yapması gerektiğini de bilenler. Bize bir grup olarak geldi bazı arkadaşlar ve “Feminist klasiklerle başlamalısınız,” dediler. Evet, okumak istediğimiz şeylerden bazıları da onlardı. Sara Ahmed’i tabii ki okumak isteriz. Ama bizim yayınlamak istediğimiz Sara Ahmed değildi. Sel yaptı bunu. Çevirileri de gayet iyi. Bizim okumak istediğimiz şey, işte bu dinlediğimiz hikayelerin yazılı haliydi. Biz kadınların hikayelerini duymak istiyorduk. Kadınların sesini hem biz duymayı, hem başkasının duymasını, hem de o kadınların kendilerinin de duymasını istiyorduk -bilirsiniz, hikayelerinizi anlatırken, yazarken, onları gerçekten duyarsınız kendiniz de. Okumak istediğimiz hikayeleri yayınlayacağız derken, aklımızda olan böyle bir şeydi.
Kadın hikayelerini anlatmanın önemi şu; biraz önce de söylediğim gibi, bir sürü şeyi biz yaşıyoruz. Kadınlar yaşıyor, biz yaşıyoruz. Başımıza bir şeyler geliyor. Bunlarla birtakım yollarla baş etmeye çalışıyoruz. Arkadaşlarımızla paylaşıyoruz. Ama bu yaşantıların tecrübe haline gelmesi için bir başka süzgeçten geçmesi lazım. Tecrübe dediğiniz şey, yaşantı demek değildir. Feminist hareket için biliyorsunuz kadın tecrübesi yaşamsal önemde bir şey. Kadınların yaşayıp durdukları şeylerden bahsetmiyoruz. Süzgeç ne? Biz bunları hem yazarak, hem başka kadınlarla paylaşarak, anlam vererek bu yaşadığımız şeylere, anlamaya çalışarak -bilinç yükseltme yani- bir başka düzeye taşıyoruz aslında. Yani o ham halinden, yaşantı halinden çıkarıp bir başka şey yapıyoruz onlarla. Onları hikaye, anlatı, araştırma haline getiriyoruz. Birtakım metinler yaratıyoruz ve bu birikebilen bir şey; işte tecrübe diye biz buna diyoruz esasen. Kadınların birbirinden öğrenecekleri şeyler ancak böyle süzgeçlerden geçmiş, böyle üzerine düşünülmüş, anlamlar yüklenmiş ve anlatı haline getirilmiş şeyler olabilir. Bunu yapmaya çalıştık ve kadınların bunu yazmasını sağlamaya çalıştık. Kimi durumlarda tam olarak böyle değilmiş gibi görünebilir. Mesela benim üzerine çok düşündüğüm şeylerden birisi, bizim yazarlarımızdan biri… Bize bir dosya getirdi. Acayip bir öfke hikayesiydi… Şimdi bu kadın bunları yaşamış, bunların üzerine düşünmüş ama pek de başkalarıyla paylaşmamış. Çünkü belirli okur yazar çevrelerde, belirli bir imajı olan bir kadın. Oturup da kendi evliliği hakkında pek kimselerle konuşabilecek birisi değil. Edebiyat formunda yazabilmiş ancak. Benim yaşadığım şey budur diye anlatamazdı. Sonra bizimle başka şekillerde paylaştı tabii ki. Ama o öfke metninin neye dönüşebileceği, yani yayınlandıktan sonra (çünkü okurken de metinler dönüşür, okurlar da onları dönüştürürler) nelere dönüşebileceği konusunda çok düşündüm ve ne kadar doğru bir iş yaptığımızı fark ettim o kitabı yayınlayarak. Bir evlilik hikayesi, çok aslında bildik bir anlamda. Boktan bir herif, yıllar boyu süren ve çok fazla psikolojik şiddet içeren bir ilişki. Ama her bir anını, bir sürü küçük küçük oya gibi işlenmiş ayrıntılarla anlatıyor. Onu okuyunca bir kadın kendi hayatına onun ışığında bakabilir. Yani tecrübelerin aktarılması biraz böyle bir şey. O tecrübe kimi zaman edebiyat formunda aktarılabilir, kimi zaman politik bir bildirge formunda. Çok farklı yolları olabilir. Bizim yayımladığımız şeyler daha çok edebiyat formunda. Çünkü kadınlar onu daha kolay yazıyorlar ve dikkat ederseniz bilmiyorum kitaplarımızı ne kadar izlediniz ama çok fazla öykü kitabımız var edebiyat dizisinden çıkan. Çünkü kadınlar öykü yazmayı daha kolay buluyorlar. Kendilerini daha rahat ifade edebildikleri bir form gibi görünüyor onlara belli ki. Ve daha da kolay okuyorlar, üzerine daha kolay konuşuyorlar. Dolayısıyla da oradan çıkan önemli bir şey, bu hayat hikayelerinin paylaşılabilir şeylere dönüştükleri. Her zaman kendi hayat hikayeleri olmak zorunda değil elbette. Ama gördükleri hayatlar, kurguladıkları hayatlar, kendilerinden de bir şey kattıkları hayatlar paylaşılabilir şeylere dönüşüyor bu öykü kitaplarıyla.
Aynı zamanda paylaşmak kadar, ortaklıklar da kuruyorsunuz. Her zaman hayatlarımız birbirine çok benzemeyebilir. Yani sonuçta yetmiş küsur yaşında orta sınıftan bir kadınla, diyelim ki buradaki genç kadınların hayatı arasında elbette ki farklılıklar vardır ama şeyi bilirsiniz, bir aşk ilişkisi nasıl başlar nerelerde tökezler, sen orada nerede ipin ucunu kaçırırsın filan. Kadın bunu anlatıyor ve onun anlattığı şeyle kendi hayatına dönüp baktığın zaman, birçok ortaklık bulabilirsin ve bu bizim için her zaman çok temel bir şey oldu. Feminist politikanın çok önemli giriş noktalarından, temellerinden birisi olarak gördüğümüz için bu tür ortaklıkları, tecrübe ortaklıklarını… Çok uzatmayayım. Belki biraz, tek tek kitaplar üzerine de konuşabiliriz bu anlamda.
Biz bu tür bir şeyi yapmaya çalışırken, yani kadınların yazmasını teşvik etme ve yaşantıları tecrübeye dönüştürme yolunda bir şeyler yapmaya çalışırken hep de şunu konuştuk: Bir feminist yayınevini herhangi bir yayınevinden ayıran şey ne olabilir? Çünkü feminist kitaplar yayınlayanlar sadece feminist yayınevleri değil. Bildiğiniz gibi bütün büyük yayınevleri çok güzel feminist kitaplar (klasikler de dahil olmak üzere) yayınlıyor. Edebiyat da yayınlıyor filan. Bizim bunlardan nasıl bir farkımız olabilir? Birincisi, yazarlarla ilişki biçimimiz ve çalışma biçimimizle ilgili bir farklılık var. Onu İlknur çok daha iyi anlatacaktır. İkincisi baştan itibaren yapmaya çalıştığımız bir şey, yarattığımız dizilerle birtakım patikalar açmaya çalıştık. Yani diyelim ki araştırma-inceleme dizimiz var. Bu birçok yayınevinde var. Ya da edebiyat dizisi, tabii ki bir yayınevinde olur. Ama mesela başka bir yayınevinde olmayan, “Kadınlar, Hayatlar” diye bir dizimiz de var. O diziyi hayal ederken, tasarlarken, orada ne tür kitaplar olması gerektiğini düşünürken hep deminden beri anlatmaya çalıştığım şey vardı aklımızda. Bize ilham verecek kadın hikayeleri olsun. “Kadınlar, Hayatlar” dizisinden çıkan kitaplara bakarsanız, bunu görürsünüz. Yani ne bileyim Jane Addams da, Nebahat Akkoç da oradan çıktı. Evrim Alataş da oradan çıktı. Kadınların bize ilham verecek hikayelerini çıkartmak istedik. Ya da “Hayat Bilgisi” diye bir dizi tasarladık. İstedik ki kadınların hayatlarını kolaylaştıran bir şeyler olsun; bilgi de içeren, eğlenceli, daha basit bir şeyler olsun. Herhangi bir yayınevinden farklı bir şeyler söyleyeceğimiz diziler olsun diye bunları tasarladık. Dolayısıyla da gelen dosyaları edebiyat, inceleme, politika diye ayırmadık da dizilerin içinde ne olmasını istediğimizi tasarlayarak ilerlemeye çalıştık. Bunun farkı şurada: Sadece gelen dosyayı yayınlamıyorsunuz da; bazen “Ya aslında ‘Hayat Bilgisi’ dizisinin içinde modayla ilgili bir şey niye yapmıyoruz ki biz,” diyorsunuz. Yahut da “Kadınlar, Hayatlar” diye bir dizi yapıyoruz, bu memleketten Evrim Alataş diye müthiş bir kadın geçti. Biliyoruz ki yeni kuşaklar yavaş yavaş unutacaklar onu. Çünkü çok genç yaşta öldü. Ama bizim kuşak çok iyi bilir Evrim Alataş’ı. Giderek giderek unutulacak. Biz o unutulmasın istiyoruz bir yandan da. O zaman diyoruz ki mesela, “Bunu kim yapar? Burcu aslında çok güzel yapar. O da gazeteci, Evrim’i anlayacaktır. Onun sesi ile Evrim’in sesi birbirine çok benziyor,” filan. Bu bizim için bize geleni karşılamaktan, dosyaların hangisini yayınlayacağız hangisini yayınlamayacağız diye seçmekten daha fazla bir şey yapmaya çalışmanın yoluydu. Ömrümüz vefa etseydi daha epeyce de planımız vardı. Kapatırken en çok üzüldüğümüz şeylerden biri de bu oldu. Benim için en azından… Daha yapmak istediğimiz çok şey vardı. Tam da biraz kıvamını buluyordu. “Hayat Bilgisi” dizisinde, Kural Tanımayan Bir Moda Kılavuzu’nun ardından başka kılavuzlar düşünüyorduk falan.
Dolayısıyla da var olan kadın hikayelerini anlatmanın, tecrübe haline getirmenin dışında, onunla birlikte, bir de neye ihtiyacımız var, ne tür metinler olmalı bunlar… Çok somut olarak sosyal haklarla ilgili bir kılavuz yapsak ne olur… Bunları düşündük. Beden politikasıyla ilgili Kadın Sağlığı Hareketinden Sesler diye iki cildi, o koca tuğlaları çıkarttık mesela. Delice bir işti. Ama bana sorarsanız yaptığımız en önemli işlerden biriydi. Akıllı insan işi olmayan şeyler yaptık. Neden, çünkü Türkiye’deki feminist hareket durmadan beden politikası üzerine konuşuyor. İşte Deleuze’ler bilmem neler uçuşuyor falan… Ama beden politikası dediğin şey doğumdur, doğum kontrolüdür, kürtajdır, şişmanlıktır, kıldır, tüydür. Böyle şeylerdir beden politikası. Deleuze’e bir itirazım yok, ama yani!..
İlknur: Orgazmdır…
Aksu: Evet, orgazmdır… Bu patikaları açmaya çalışırken tabii ki tek aracımız kitaplar değildi. Biz aynı zamanda Ayizi’nde birtakım atölyeler yaptık. Yani sadece kitap yayınlayan bir yayınevi değil, aynı zamanda kadınların bir araya gelebildiği bir mekan da yaratmaya çalıştık. Mekan çok önemli bir şey arkadaşlar. Tıpkı bir dergi gibi, tıpkı bir yayınevi gibi… O yayınevinin mekanı da çok önemli. Siz de buraya mekan demişsiniz. Kendimi çok yakın hissettiğim bir laf o. Çünkü bir yere ihtiyacınız var. Virginia Woolf boşuna dememiş kendine ait bir oda filan diye. Kadın çok haklı. Bir yer lazım ki, orada oluşsun bir şeyler, orada siz şekillenin. Hem oraya şekil verirsiniz, hem de orası da size şekil verir. Mutlaka bir yere ihtiyacınız vardır. Bizim ofis… Keşke Ankara’da olanlar gelip görseler kapanmadan. Mayıs sonunda kapanıyoruz. Çok güzel bir ofisimiz var. Resimler var, çiçekler var, Amargi afişleri var filan. Habire çay kaynar, habire kahve olur. Mutlaka gelene ikram edecek bir şeyimiz vardır. Çünkü çok gelirler Ankara’da kadınlar Ayizi’nin ofisine ve orada kendilerini iyi hissederler. Çok ışıklı bir yer. Şimdi bunu konuşunca biraz üzüldüm. Kapısı hep açık olan bir yer. Bu önemli. Atölyeleri de böyle bir mekanda yaptık. Bir tanesi feminist biyografi atölyesiydi. Eser Köker yaptı onu. Acayip bir şeydi. Neden acayip bir şeydi? Aslında ben katılmadım ona. Çünkü izin vermediler. Daha genç kadınlar vardı. Eser de istemedi. Çok biliyorsun falan diye. Ama onların olduğu, toplantıların olduğu gün ofiste olmaya çalışıyordum. İçerdeki odadan kulak kabartıyordum. Dört hafta tasarladılar, beş ay sürdü. Müthiş bir şeydi.
İşte bir dijital hikaye atölyesi yaptık, Burcu Şimşek’le. “Nasıl bu yola düştüm?” diye özetlenebilecek “Nasıl feminist oldum?” hikayelerini topladığımız bir şeydi. Çok güzeldi o da. Sonra Ayizi kadınlarıyla sohbetler başlattık. O sohbetlerin bir kısmı bizim ofiste oldu ama daha çok dışarıda birtakım kafelerde, Cer Modern’de, Çankaya Belediyesi’nin salonunda, hatta İstanbul’da Fransız Kültür’de ve Salt’da da yaptık. Oraya bizim beklediğimizin çok üzerinde bir ilgi oldu. Çünkü kadınların çok fazla ihtiyacı var. Feminist örgütlenme nasıl olmalı diye konuşmaya ihtiyacı olanlar da var muhakkak, ama daha çok annelik üzerine konuşmaya ihtiyaçları var mesela. Bizim yazarlarımızdan Şöhret Baltaş, ki Annemle Konuşmalar diye bir kitabı çıktı bizden, ağlaya ağlaya içiniz çıkar. Felaket bir kitap. Onun üzerine bir sohbete geldi Ankara’ya. Cer Modern’de koca bir salon dolusu insan ve bir ara ürktüm yani. Bunun altından nasıl kalkacağız diye. Çünkü bir anne-kız vardı. Kendi ilişkileri hakkında konuştular. Bir kadın kalktı tecavüz hikayesi ve annesinin onunla nasıl ilişkilendiği, daha doğrusu ilişkilenmediği üzerine konuştu falan. Terapi seansına dönüştü. Çünkü çok fazla ihtiyaçları var. Ayizi biraz bunu da yapmaya çalıştı. Ama mesela feminist çeviri üzerine bir sohbet yaptık. Oraya da pek çok kadın geldi. Fark ettik ki kadınlar dil üzerine, sadece çeviri üzerine değil, Türkçe’nin imkanları üzerine de çok düşünüyorlarmış. Çok şaşırtıcı şeyler de oluyor. Bir şey yapıyorsunuz, beklemediğiniz yerlere gidiyor. Ayizi’nin yaptığı şeyler arasında bunlar da vardı. Sohbet dedik onların adına. Çünkü gerçekten yaptığımız şey tam da sohbetti. Konferans değil, panel de değil…
Belki kuruluşumuzla ilgili bir şeyi vurgulayarak bitirmem iyi olacak: Feminist bir yayınevi, yapılabilir bir şey. Biz başladığımız zaman beş kuruş paramız yoktu. Böyle başlayınca da şöyle devam etmek lazım herhalde: İki kalas bir hevesle başladık ve bir yayıncılık devine dönüştük filan! Olmadı tabii öyle. Ama işte, dokuz sene yürütebildik. Beş kuruş para olmadan… Dışarıya iş yaptık, ilk kitabı öyle çıkardık falan, oldu ama. Yapılabiliyor böyle şeyler.
Üç kadın başladık. Ondan da biraz bahsedeyim. Birbirinden epeyce farklı kadınlardık. Selma Acuner, İlknur Üstün ve ben. Üçümüzün birbirinden çok farklı eğilimleri, merakları, feminizm yaklaşımları var. Fakat temel olarak bizi ortaklaştıran şey neydi diye düşündüğüm zaman bugün (aslında o gün de öyle düşünüyordum) çok temel bir arkadaşlık ilişkisi vardı aramızda. Ve bence en önemli şey buydu. Kavga ettik. Hâlâ da ediyoruz.
Söylemek istediğim şey basitçe birbirinden çok farklı yetenekleri, ilgileri, merakları, karakterleri olan kadınlar bir araya gelebildi. Çünkü birbirlerine güveniyorlardı. Birbirlerini seviyorlardı. Kavgalarımız hiçbir zaman kişisel şeylerden olmadı. Biraz kişilik farkları da olabilir tabii. Bir an düşünüyorum, o kitapları kaç kere sayacağız meseleleri falan ama sonuçta yapılan iş üzerinden oldu. İş üzerinden ve o yaptığımız işe üçümüz de çok değer verirken… O zaman o öne çıkıyor. Dolayısıyla da yapılabilirliği çok arttıran bir şey oluyor. Dönüp de birbirimizi didiklemek yerine yaptığımız işi didiklemeyi tercih ettik. Bunu özellikle vurgulamak isterim. Bundan sonra birlikte belki yayınevi kurmak isteyenleriniz olur. Bir, yapılabilir bir şey. İki, güvendiğiniz insanlarla yapın bunu. Ortak feminizm anlayışlarınız olabilir. Ondan daha önemlisi, birbirinize güveniyor ve birlikte çalışmayı becerebiliyor olmanız bence.
İlknur: Kimi zaman belki Aksu’yu tekrar edeceğim. Bir hareketin içinde, bir mücadeleden gelmiş olmak bulunduğunuz yeri ona göre biçimlemeye neden oluyor. Üçümüz de feminist hareketin çeşitli yerlerinde yer almış kadınlardık. Orada ihtiyaç duyduğumuz şeyler, yani politika yaparken de teoride de ihtiyaç duyduğumuz şeyler, başka formlarda yeni araçlar geliştirerek bir yerden devam etmemizi sağlıyor, sağladı. Söylemek istediğim şey, aslında Aksu’nun tam da söylediği gibi memleketin her yerinde kadınlarla bir araya geliyoruz. Aslında feminist politikanın özünde kadınların hikayelerinin yattığını gayet iyi biliyoruz. O kadınlık durumlarından, kadın hikayelerinden yola çıkıyoruz. Sözel olarak hepimiz bir şekilde dokunduklarımızdan ve kendi hayatımızdan bu hikayelere sahibiz. Ya da duyuyoruz. Ama bunların yaygınlaşması ancak yazı yoluyla mümkün hale geliyor. Üstelik de kadınlar adına konuşmanın nasıl bir çeviri dili olduğunu hepimiz bildiğimiz için, kadınların sesinden, kendi sözlerinden, dillerinden okumak; oradan beslenmek, bunun üzerinden politika yapmak işte esas olarak feminist politikayı besleyen ve güçlendiren şey bu. Bizim yayıncılık hikayemiz de tam buradan başladı yürüdü. Bu hikayeleri çoğaltmaktan…
Ben biraz işin tam da Aksu’nun bıraktığı yerinden, örgütlenme boyutundan söz edeyim. Bir hareketin içerisinde çok farklı formlarda, farklı odaklarda ama çok temel aldığımız şeyler üzerinden politika yapabilirsiniz. Yayıncılık da bunun bir parçası. Biz politikanın dilinden, araştırmanın dilinden ya da edebiyatın dilinden kadın hikayelerini çoğaltalım, kadınlık bilgilerini, memleket bilgisini çoğaltalım derken aslında kadınlar olarak da çoğaldık. Nasıl oldu bu? Evet üç kadın olarak başladık ama işte belli konularda akıl sorduğumuz, ya da birileri “Ya şu da olsa,” dedikçe… Dosya okumaktan editörlük yapmaya, redaksiyondan muhasebeye, kargolamaktan dağıtım işine, duyurudan sosyal medyaya çok çeşitli yerlerde işin ucundan tutan kadınlar oldu. Ya da mecburen elinde kalan kadınlar oldu. Tennur, kitapların tasarımını yaparken İlkay tanıtım işlerine el attı; Can, Neslihan edebiyatların editörlüğüne…
Ayrıca sadece bildiğiniz şey üzerinden ilerlemiyorsunuz. Aksu dedi ya, biz de dönüşüyoruz aynı zamanda. İçine girdiğimiz zaman, birbirinden farklı şeyleri öğrenmek zorunda kaldık. Dağıtım meselesiyle tanıştık. Sanırsınız ki Mars’ta dağıtılıyor kitaplar. Çünkü sürekli şöyle telefonlar alıyoruz: “Şu kitabınızı arıyoruz, ama hiçbir kitapçıda bulamıyoruz.” Kitap depoda yığınla duruyor. Dağıtıma gidiyor, sonra geri geliyor. Elbette bu sadece dağıtımla ilgili bir mesele değil, bağımsız kitapçıların azlığı ile de ilgili.
Dolayısıyla dağıtımı öğreniyorsunuz. Bir ara yayınevinde şöyle dolaşmaya başlamıştık: “Kesinlikle matbaa kurmamız lazım, bir dağıtım ağımız olması lazım…” Bir süre sonra her işini kendimizin yaptığı bir yayınevi -kadın örgütlenmelerinde de öyledir ya; temizliği de yaparsınız, açıklamayı da yaparsınız, metni de yazarsınız, tanıtımını da. Yayıncılıkta da öyle… Rakamlarla uğraşmaktan hep nefret ederim; muhasebe öğrenmek zorunda kaldım. Bizim muhasebemiz tabii üç kuruş, beş kuruş. İki kitap sattın, üç kitap geri getirdin.
İşin çok farklı boyutlarını öğrenmekle kalmadık, çok farklı bilgi, tecrübe ve yeteneklerden kadınlar da sürece dahil oldu. Kitaplara dökülen hikayeler değil sadece, bunları yazan kadınların kendi hikayeleri, bunları konuşmak için bir araya gelen kadınların hikayeleriyle de birleşmeye ve çoğalmaya başladı. Yani ciddi ciddi örgütlenmeye başladık. Biz de sözümüz de… Hani çerçevesi belli küçük bir yapıdan daha geniş bir alana yayıldık. Bu kah seminerler, kah geniş buluşmalar ya da okuma grupları aracılığıyla oldu. Yani feminist biyografi seminerinin, yayınevi kurulduktan birkaç ay sonra başlaması tesadüf değil. Çünkü kadın hikayeleriyle başladığınız zaman bununla en iyi denk düşecek şey feminist biyografi semineridir. Farklı kadınlık deneyimleri, öteki kadınlık bilgileri, kendi hikayen, tüm bunlar arasındaki ilişkiler, bu hikayelerin yazımı meselesi… Feminist biyografi seminerleri evet çok uzun sürdü. Bittiği zaman seminere katılan kadınlar da kendi biyografilerini yazdılar. Bunu ODTÜ’de bir kongrede sundular.
Eser’le çalışacağımız zaman “Kaç kişi gelebilir Eser?” diye sorduk. “Sekiz onu asla geçmemeli,” dedi. Elbette sayı bunu kat be kat aştı. Üstelik sınırlamak zorunda kaldık. Zaten bulunduğumuz mekan itibarıyla mümkün değildi. Hareketli bir seminer oldu. Her hafta yapılan buluşmanın bir seferinde, çığlık sesleriyle seminerdeki kadınlar dışarı fırladı. Bir kadın dayak yiyor diye. Binanın bodrum katını su basmış, kanalizasyon da patlamış. Ve orada oturan kadının evine dolmuş. Şöyle hoş bir şey de oldu; Cynthia Enloe bir konferans için Türkiye’ye gelmişti. Ayizi’ni ve semineri öğrenmiş programını ayarlayıp sürpriz yaptı ve son seminere o da katıldı. Kendi hikayesini anlattı. Ankara’dan kadınlar, İstanbul’dan Minu, Amerika’dan Cynthia… Hakikaten kadınların yaşam hikayeleri farklı kadınlık durumlarını, farklı coğrafyalardan kadınları buluşturan, konuşma imkanı sağlayan bir zemin sunuyor. Ortaklıkların altını çizdiği kadar, farklılıkları da görme imkanı veriyor.
Bunu mesela Ateşle Oynamak kitabı ile de başka bir biçimde yaşadık. Ateşle Oynamak, Sangtin yazarları ve Richa Nagar’ın, yani yedi kadının yazdığı bir kitap. Bu arada Sangtin kadınlar arası dayanışmayı, dostluğu ifade ediyor. Hindistan’daki bu kadınların hikayelerini, üstelik de sadece erkek egemenliğiyle, cinsiyetçilikle değil; cemaatçilikle, kast sistemiyle, hiyerarşik STK yapılanmasıyla nasıl cebelleştiklerini ve bunların başlarına nasıl dert olduğunu okuduğumuzda bize çok da yabancı gelmedi bu hikayeler. Richa Nagar, Sabancı Üniversitesi’nin davetlisi olarak Türkiye’ye geldiği zaman Ankara’daki kadın gruplarından bazı arkadaşlarla, hazır buradayken buluşsak dedik. Kitabı okumuş kadınlardı. Bir anda Ankara’da kadın örgütlerinden, LGBTİ örgütlerinden, insan hakları örgütlerinden, sendikalardan kadınlarla bir araya geldik ve Nagar’la buluşma örgütledik. Ayizi de bu örgütleyen gruplardan sadece bir tanesi oldu. Ve Ankara’da çeşitli örgütlerden kadınlar, hikayelerini dinlemek, hikayelerimizi anlatmak için Richa Nagar ile buluşma çağrısı yaptık. Richa Nagar da Ankara’ya gelmeyi kabul etti. Bu buluşmaya Ankaralı feministlerden birinin içinde olduğu Çorum Yazır Köyü’nden kadınlar da geldiler. Bir tam gün konuştuk, üç ayrı yerde hatta yemekle birlikte dört yerde, farklı farklı kadın gruplarıyla ne yaşıyoruz, neler başımıza dert oluyor, nelerle cebelleşiyoruz, neyi aşamıyoruz, neyi aşıyoruz, kadın dayanışmasının anlamı nedir, kadın örgütlenmesi nasıl bir şeydir, nerede nasıl gerçekleşiyor… Bunlar üzerine inanılmaz söyleşiler oldu. Yani biz zaten heyecanlıydık ve çok mutluyduk. Böyle farklı coğrafyalardan kadınların farklı hikayelerini buluşturmak; ne tür ortaklıklar var, nasıl ayrılıyoruz, nasıl güçleniyoruz bunları konuşmak… Ama anladık ki Richa Nagar da inanılmaz heyecanlıydı. Ve bir tam günü bitirdiğimizde gece 12’de artık sanki aynı dili konuşuyorduk; fıkralar anlatılmaya, kahkahalar atılmaya başlanmıştı.
Dijital hikaye atölyesi ile örneğin farklı araçları kullanarak kadın hikayelerinin başka nasıl yaygınlaştırılabileceğini gördük. Onda da Hacettepe’den Burcu Şimşek “Ya, atölye yapıyorsunuz feminist biyografi, aslında bir de dijital hikaye anlatımı yapsak,” dediğinde ne olduğunu bilmiyorduk. Öğrendiğimiz zaman da çok heyecanlandık. Gördüğümüzde sonuçlarını da hakikaten çok güzel şeyler çıkmıştı. Bir bilgisayar, bir kayıt cihazı var. Kadınların kendi belirledikleri objeler, fotoğraflar yani çeşitli görseller var. Kendi seslerinden anlattıkları hikayeleri kaydediliyor. Kadınların sesleri bu görsellerle bir araya getiriliyor dijital ortamda. “Feministim,” hikayesiydi, çağrısı da kendini feminist olarak tanımlayanların gelmesine yönelikti. Hakikaten çokmuşuz. Bayağı başvuru oldu. Sonra da Hacettepe’de bu hikayeleri yayınladılar.
Dolayısıyla bir yandan kitap yayınlıyorsunuz -ki “Feminist kitaplar da yayınlıyoruz,” değil, zaten bunu odağa almaktan söz ediyoruz- hem çeşitli meselelere kadınlar açısından bakıyor, hem kadınların çeşitli meselelerine farklı açılardan bakıyorsunuz… Yani mücadelesini verdiğimiz bir alanın da parçasıydık. Yayıncılığımızı feminist kılan ilişkilenme biçimimiz, çalışma yöntemimiz, nasıl yaptığımız. Yazarlarımızla, birbirimizle ilişkilerimizi de ne yapacağımızı da belirleyen değerler piyasa koşulları olmadı. Ne demek istiyorum, çeşitli örnekler vereceğim. Klasik bir piyasa yayıncısı olmuyorsunuz. Ama bu piyasanın koşullarından azade olmak anlamına da gelmiyor. Nitekim ekonomik koşullardan ötürü geldiğimiz nokta tam da böyle bir şey. Biraz önce dağıtımdan söz ettim. Hakikaten dağıtım en büyük dertlerimizden biriydi. Ama bu hareketin bir parçası olarak kadın örgütlerinin çok büyük desteğini gördük. Ya da çalışma biçimimiz de bizi o hareketin bir parçası yaptı. Örneğin sadece Ankara merkezli, ya da sadece Ankaralı kadınlarla Ayizi kadınlarıyla sohbetler gibi bir şey olmadı. Ne bileyim Sevi Bayraktar’ın Makbul Anneler Müstakbel Vatandaşlar kitabı ya da Zeynep Pelin Ataman’ın Gülersen Yengeçler Isırmaz kitabı hakikaten şahane kitaplar. Trabzon’da kadınlar yazarıyla buluşup söyleştiler, İzmir’de kadınlar bir grup oluşturup bu kitap üzerine bir okuma yapıp tartıştılar. Hem kitabın dağıtımını sağladılar, hem annelik üzerine tartışmaları ve bu konudaki devlet politikalarını başka bir biçimde ele aldılar. Ya da bu anlatıları kendi yaşantılarıyla buluşturup başka pencereler açtılar. “Feminizm öldü, bitti,” denilen bir dönemde buna kapak olsun türünden bir kitap, F Word/ Baş Harfi F çıktı. Kitap İngiltere’de feminizm öldü denilen bir dönemde kadınların dijital mecralar üzerinden nasıl feminist politika yaptıklarını ve eylediklerini bir araştırmayla ortaya koyuyor. Ya da ayrımcılığın nasıl geniş bir yelpazede gerçekleştiğini birbirinden farklı örneklerle anlatan Bu Toprağın Ötekileri, “Yurttan Sesler” dizinden çıktı. Adana’da, Bodrum’da bunun üzerine okuma yapan, kadın örgütlerini bir araya getirip bunun üzerine tartışma gerçekleştiren kadın grupları oldu. Örneğin Sağlık Emekçileri Sendikası, Kadın Sağlığı Hareketinden Sesler’i beden politikası üzerine bir dizi seminerin parçası haline getirdi. Ya da bu kentsel dönüşüm mevcut haliyle kadınların başına ne tür dertler açıyor, saray diye sunulan yerler kadınların dayanışma ağlarından koparılarak kendi hapishanelerine kapatılma biçimine nasıl dönüşüyor, İmkansız Medeniyet kitabı ile Şehir Plancıları Odası’nda bir tartışma metni haline geldi. Bütün bunlar hem kadın örgütlerinin, feministlerin çeşitli yerlerde, karma gruplarda örgütlenmiş kadınların oradaki hikayeyle kendi deneyimlerini, kendi hikayelerini tartıştığı, çoğalttığı zeminler yarattı. Bu bir yandan da sözü çoğaltıp dağıttığı gibi yayınları da dağıttı. Aslında bizim dağıtımdaki en büyük gücümüz kadınların bunları çeşitli gruplarda tartışma malzemesi haline getirmesi, okuması, anlatması, satması oldu. Örneğin bazı yerler bunu sistematik olarak yaptılar. Bodrum’da, Adana’da, Trabzon’da, Urfa’da, Ankara’da, İstanbul’da… Bu kitaplar belli aralıklarla kadınların kullandığı, sattığı, anlattığı, onların üzerinden kendi hikayelerini ya da sözlerini söyledikleri araçlar oldu. Dolayısıyla bunlardan biz de çok şey öğrendik. Bu okumalar, bu buluşmalar, sohbetler onca farklılık arasında ortaklıkları görmeyi sağlıyor. Dahası anlatamadıklarınızı anlatılabilir kılıyor. Tek tip bir kadınlıktan söz etmiyorsak o zaman bir başka yerdekiyle konuşan bir tür politik zeminleri yaratmak gerekiyor. Hikayelerin birbiriyle konuştuğu… Bence yayıncılık dediğimiz şey bizim için bunu sağladı. Böyle ilişkilenmenin dönüştürücü bir gücü var; “küçük”, gündelik kadın hayatları, değersiz kılınan sözleri, yer bulmayan hikayeleri yayınlamaktan, bu yayınlar aracılığıyla karşılaşma zeminleri yaratmaktan gelen.
Sadece yazının değil çizgilerin, boyamanın da hikayelerimizi anlatmada, bizi bir araya getirmede ne kadar etkili olduğunu gördük. Dünyada Küçük Bir Yer Sandıklarımız, Çekmecelerimiz, Kutularımız diye bir boyama kitabı çıkardık, çizgili kitaplar dizisinden. Aksu’nun fikriydi, hepimizin çok hoşuna gitti. Kitabı görünce de bayıldık. Bir arkadaşımız kitabı aldıktan bir süre sonra gelip yüz tane daha aldı. Bunlarla toplumsal cinsiyet atölyesi yapacağız dedi. Aradan epey zaman geçti ve bize çeşitli fotoğraflar yolladı. Arapça’dan başka dil bilmeyen göçmen kadınlar, kadınlık deneyimlerini, göç hikayelerini, savaşın kendilerine ne yaptığını boyayarak anlatmışlardı. Kitaptaki sandıklardan geride bıraktıkları sandıklarını, elişi örtülerini, evlerini, hayatlarını anlatmışlardı. Kadından kadına aktarılan mirası ve savaşı… Biz yayınevinde bir hayal kurup bir şey yapmaya çalışıyoruz ama başka kadınlar onu alıp kendilerininkini katarak daha büyük bir hale getiriyorlar.
Biz buraya gelmek için sabahleyin yola çıkarken yazarlarımızdan Ayten Kaya Görgün aradı. Büyük bir heyecanla “Ofiste misiniz?” diye sordu. “Aksu ile İstanbul’a gidiyoruz, yarın döneceğiz,” dedim. “Ayy,” dedi, “Ben yarın sahneye çıkıyorum. Stand-up teklifi geldi.” “Töbee, bismillah,” dedim. Dedi ki “Stand-up benim için çok iddialı tabii, ama düşündüm dengbejler de var. Ben de hikaye anlatıcısıyım. O zaman kendimce bir form kurdum. Çerçevesini oluşturdum. Bu hikayeleri sonunda müziğe de bağlayacağım biçimde anlatmaya karar verdim. Bir de saz buldum.” Üç kitabını yayınladık Ayten’in. Ve hakikaten okuduğunuz zaman hikayelerini, sadece edebiyatla ilişkilenmiyorsunuz. Ailenin, belirli kalıpların falan nasıl ters köşeye yatırıldığını edebiyatın dilinden görüyorsunuz. Ayizi kadınlarıyla sohbetlerde yazdığı hikayeleri ve kendi hikayesini anlattı. Kitaplarında yazdığı şeyler de onun ve çevresindeki kadınlardan dinlediği hikayeler. Ailesinden, komşularından, arkadaşlarından… Kendi hikayesiyle birleştirerek anlatıyordu. Yeni hikayelerin kapılarını açan bu sohbetlere ilgi çok oldu. Geçen yaz Balıkesir’de Kampüs Cadıları ve Mor Dayanışma’nın yaz kampında Ayten ve Hande Ortaç, yüzlerce kadınla yazmak üzerine konuştular.
Ayizi’ndeki yazar kadınlar, kadın yazarlar, Ayizi’nin bir yerlerinden tutan kadınlar, kadın hareketinden bir şekilde destek verenler… Bizim sanıyorum anlatacak hiçbir şeyimiz kalmasa bir dayanışma hikayesi var. Bir yayınevi olarak eğer üç kuruşsuz dokuz yıl sürdürebildiysek şahane bir aklımız, müthiş bir zekamız olduğu için falan değil birlikte yapabilmeyi becerebildiğimiz için. Hakikaten öğrendiğimiz şey kadın dayanışmasıydı. Sürdürdüğümüz şey de oydu, gördüğümüz de…
Kadın yazarların birçoğunu yayıncılık esnasında tanıdık. Hani eş, dost, ahbap hikayesi değildi. Kadınlar hayatlarını sürdürecek işler yaparken bir yandan da yazıyorlar. Mesela bankacıların içindeki edebiyatçıları tanıdık 🙂 Ekin Açıkgöz mesela müthiş bir polisiye yazmış Her İşte Bir Hayır Vardır, bir bankacı… Sanem Bozkurt, Kravatlı Mavi Sakal, şahane öyküler yazmış, bir bankacı.
Yayınevinin yazarlarla ilişkisi, yazarların birbirleriyle ilişkisini de etkiledi, değiştirdi. Aslında dönüşüm dediğimiz şey, somut olarak gördüğümüz bir şey oldu. Bir şekilde daha sonra yayınevinin dışında bir araya gelmeye, organize olmaya, okuma grupları yapmaya, başka kadınlarla buluşmaya, anlatmaya devam ettiler. Böyle bir ilişki ağı doğdu, gelişti. Şimdi aralarında bir de iletişim ağı kurdular. Yazarlarla ilişkimiz kitabın ötesine geçti. İki kitabını çıkardığımız bir yazarımızın ilk kitabını çıkardıktan sonra onun büyük bir kurumda üst düzeyde çalıştığını öğrendik. Fakat sonra gelip bizim tanıtım, medya işleriyle ilgilendi, yayınevine gelen gönüllü genç kadınlarla ekip çalışması yürüttü. Yani işin bir parçası oldu.
Hani ne yaptığınız, neden yaptığınız kadar, nasıl yaptığınız kritik önemde… Sizin politik olarak kim olduğunuzu da, nedenleriniz ve işinizden daha çok bunu nasıl ortaya koyduğunuz, nasıl yaptığınız belirliyor. Hakikaten sanıyorum bizim de yayınevinde en çok sınavını verdiğimiz şey, öğrendiğimiz şey bu oldu.
Niye sürdüremedik?
Bir kere yayınevini kurduğumuz zaman bilmediğimiz pek çok şeyle boğuşmak zorunda kaldık. Bir kitabı sattığınızda size dönüşü pek olmuyor; daha yeni bir kitap için para ayıramadan devlet alıyor; vergi ödüyorsunuz. Biz yayınevini para kazanmayı hedefleyerek kurmamıştık. Öyle de olmadı zaten. Keşke hedefleseymişiz. Başarır mıydık bilmiyorum. Şimdiki işsizlik, aşsızlık durumunda onun için de bir mekan olabilirdi belki! Neyse sonuç itibarıyla işte Aksu söyledi, önden dışarıya kendi emeğimizle bir iki iş yapıp onun parasıyla bir kitap çıkarabildik. Sonra onu satmaya çalışıp, öbür kitabı çıkardık. Yani birini satıp, diğerini çıkarabilecek şekilde yürütmeye çalıştık. Ama bu arada kağıda para veriyorsunuz, geciktiremezsiniz. Çünkü döviz kuruna bağlı. Matbaaya veriyorsunuz, kargoya veriyorsunuz, dağıtıma veriyorsunuz; telifler, tasarım, vergiler… Ve oradan bir kitap daha çıkarmaya çalışıyorsunuz. Fakat en son Ağustos’ta kur yükseldiğinde biz karar vermedik. Bu yükseliş durdurdu. Biz sermaye sahibi kadınlar değiliz. Hani herkes bize şunu sordu çünkü; “Bir yolu yok mu?” Eğer aklımızın erdiği, görebildiğimiz, yapabileceğimiz bir yol olsaydı bu kadar zor bir karar almazdık. Bırakmak gibi zor bir şeyi yapmazdık. Ama olmadı.
Ofise şu aralar çok ziyaretçi geliyor. Taziyeye gelenler, kitap almak isteyenler… Kitapları masaya yaydık. Son günlerde obsesif bir biçimde iki şey yapıyorum: Bir, kitap sayıyorum sürekli. Aksu çok kızıyor, yine başladı, diyor. İki, gelen olduğu zaman bütün kitapları anlatmaya başlıyorum; şu şunu anlatıyor, bu bunu anlatıyor… Düşünüyorum da galiba bu otomatiğe bağlamış delilik halimde bugüne kadar çıkardığımız altmış üç kitabı giderayak bir çırpıda aktarma telaşı olabilir.
Bizim için üzücü bir süreç, bu süreci yine kadınlarla dayanışarak bitiriyor olmak güzel. Son bir şey söylemek isterim; evet insanın güvendiği, birlikte yürüyebildiği insanlarla yol arkadaşlığı hayallerin gerçek olmasını sağlayabiliyor. Bir de şimdiye kadar bir şey kapandığı zaman hemen yeni başka şeyler başladı. Ayizi kapandığı zaman da yenileri açılacaktır. Bu çok umut verici.