Sabah birlikte uyanınca onu ne kadar sevdiğimi düşünüp mutluluktan deliriyor, birkaç saat sonra, “Biri gelse de kucağımdan alsa,” diye camdan dışarı bakıyordum.

Bu yazı, seneler öncesinde kalmış bir lohusalığın seneler sonra ortaya çıkan bir iç dökmesi. Zaman zaman yazdım, bazen anlattım. Ama ya bir story süresinde, ya bir post’un altına yazılan caption uzunluğunda ya da “Ben şimdi niye o günlere döndüm?” tedirginliğindeydi ve hiçbir zaman tam olarak dışarı çıkamadı. Ne zaman yazsam, konuşsam mutlaka başka bir anneden, “Bunu ben de yaşadım, evet evet tam bu,” diyen ya da, “Ben de şu an yaşıyorum, ne önerirsiniz?” diye soran bir dolu mesaj aldım. Elbette yanıtladım ama zaten elimden, “Yalnız değilsiniz,” demekten başka ne gelirdi? Kimisine iyi gelmiş olabilir; ki dileğim o yönde. Lakin; nasıl yalnız hissedildiğini ve söylenen hiçbir şeyin bazen yetmediğini de iyi biliyorum.

Dünyaya çocuk getirmeye karar vermekle çocuk büyütmek arasındaki farkın anlaşılmaya başlaması, hamileliğin son gecesi ile doğumun ilk günü arasındaki farkın su yüzüne çıkması gibi bir şey diyebilir miyiz postpartum sendromuna? Bilmem, hekim değilim. Muhtemel diyemeyiz. Hatta eminim çok hormonsal bir sürü şeyle açıklanabilir bir dönem. Ama benim kelimelerim sadece ne hissettiğimi anlatmaya yetebilir. Ben öyle hissediyordum. Yani; anneliğe karar vermekle doğurmak ne kadar farklıymış dediğim andaki gibi. Bu sapsarı kıza âşık olmuştum. Hormonlarım zirvede, duygularım çorba, kalbim kocaman, acayip birine bürünmüştüm. Bu kadın kimdi?

Kızımı emzirmek için kucağıma aldığımda hiç beklemediğim ve daha önce hiç tatmadığım bir acı ile karşılaştım. Daha ilk seferde memelerim yara olmuştu. Bir dakika, bu nasıl bir acıydı? Nasıl her yarım saatte bir bu acıyla baş edecektim? Olsundu, ona değerdi. Yok yahu, çekilir miydi? İşte bu gelgitler bir aşk, bir acı denecek kadar dramatik bir filmi çektirmeye başladı bana. Kendiliğinden ortaya çıkan bir sorgulamalar yığınıyla karşı karşıyaydı zihnim. Ben ne diye anne olmuştum? Aynı durum için bu kadar iki uçta farklı duyguyu nasıl taşıyabiliyordum, dahası bu ne kadar böyle sürüp gidecekti? Sorularım içerisinde kaybolmaya başlamıştım.

Ben deli gibi sigara içmek istiyor, dışarı çıktığım cumartesi gecelerini özlüyor, acilen işime geri dönmeyi bekliyor, deliksiz uyuduğum günlerimi geri istiyordum.

Olayların böyle gelişeceğini hiç düşünmemiştim. Hayatım “bitmişti”. Bir daha asla özel zevklerime vakit ayıramayacak, evimdeki yalnızlığımın keyfini süremeyecek, deliksiz uykulara kavuşamayacak, uzun ve şarkılı masalara dönemeyecek, ötesinde kendimi var edemeyecektim. Kötüydü. Artık bir çocuğun annesiydim ve o bana muhtaçtı. Bu daha kötüydü. Bunları düşündüğüm anda vicdan azabı peşimi bırakmıyor, ona haksızlık ettiğim fikriyle gözyaşlarına boğuluyordum. Sonra vicdan azabından çıkıp pişmanlıkla buluşuyordum. Neredeyse her günüm böyle akıp gidiyordu.

Kızım büyüyor, ama uykuları bir türlü düzene girmiyordu. Memelerimdeki yaralar daha da derinleşti. Önce sabahları onu anneme bırakıyor, sonra onu bıraktığım için vicdan azabı duyarak yaralarım iyileşir umuduyla cildiye doktorunun yolunu tutuyordum. En son doktorumun söylediği, emzirmeye ara vermem gerektiğiydi. Bunu yapmayı çok istiyordum, emzirmek çok yorucuydu. Doğumdan önce dinlediğim o emzirme öykülerine hiç benzemiyordu. O anlarda göz göze gelmek güzeldi, ama ben onun gözlerine alışmaya çalışıyordum. Bütün gece saat başı uyanıyor ve tam ağrı dinmiş, ilacımı sürmüş gözlerimi kapatmışken emzirme seansına geçiliyor, kanama yeniden başlıyordu. Uykumun acı çekerek bölüneceğini bilme duygusuyla, sınırsız bir uykusuzlukla, yaşayan bir ölüye dönmüştüm. Hata ettim ve doktorumu dinlemeyerek dünyaya salınmış en büyük motto olan “Anne sütünden mahrum kalmasın” direktifiyle emzirmeye devam ettim. Hatalarımın henüz başındaydım.

Daha önce sosyal medyayı aktif kullanan ve bunu çok seven biriydim. Telefonumu elime almaya artık ne zamanım vardı ne de aklıma geliyordu. Bir gün aldım. Sanırım temmuz ayıydı ve ben henüz üç aylık anneydim. Evet, temmuz ayıydı ve tüm Instagram akışım tatil fotoğraflarıyla doluydu. Deniz, güneş, tokuşturulan kadehler, gülen yüzler, eşler, dostlar, sevgililer. E bu benim yapmayı en sevdiğim şeydi! Daha geçen yazı tatil üstüne tatille geçirmiş olmama rağmen o günlerin çok uzakta kaldığına ve bir daha geri gelmeyeceğine kuvvetle inanıyordum. (Geldi. Ama bunu anlamam uzun sürdü.) Bikinim üzerimde sahilde keyif yapmam gereken bir günde, bir çatı katı dairesinde sıcaktan şikâyet ederek süt, kusmuk kokulu tişörtümle evin farklı köşelerinde derdime yanıyordum. Çok saçmaydı!

Tatil fotoğraflarına kıskançlıkla bakmaktan vazgeçip Twitter’a geçiş yaptım. Ülke gündeminde iç açıcı bir şey yine yoktu. Gündemin içinde olmak, hayatımda edindiğim dertlerden ve bununla mücadele etme yöntemlerimden biriydi. Ben bir zamanlar (sadece birkaç ay öncesi ama bir zamanlar diye andığımı hatırlıyorum) direnen, mücadele eden, okuyan, kafa yoran, buna emek veren biriydim. Şimdi ise kucağımda hiç tanımadığım bir bebek, tanımadığım duygular, tanımadığım bir Burcu’yla, “Neden doğurdum?” sorularıyla yalnızdım. Fiilen yalnız değildim üstelik. Annem, ailem, eşim çoğunlukla yanımdaydı, desteklerdi. Hayatta şanslı olduğumu hep hissettiren kalabalık bir arkadaş grubum vardı ve bana destek olmak için çabalıyorlardı. Fakat; benim içimden geçen tek şey, bu yardımları kabul etmemek ve bir daha hiçbir zaman hayatımın eskisi gibi olmayacağı gerçeğini kabul etmekti. Olmadı da.

Tüm sosyal medya hesaplarımdan çıktım ve kendimi blog dünyasında buldum. İlk kimi okumaya başladım bilmiyorum, benim gündelik yaşamımla hiç ilgisi olmayan bir profildi ve bebeği uyuyor, emiyor, anne evde onunla keyifli vakit geçiriyor (keyifli olur mu sadece, kaliteli!), yemeğini alıp film izliyor, dizi serilerine başlıyor, cilt bakımına devam ediyordu. Nasıl yaniydi? Ben uzunnn bir banyo yapmayalı epey olmuştu. Güzel görünmeyi çok seven ben, aynaya en son ne zaman baktığımı düşünürek blog’u okumaya devam ettim. Okudukça sinir katsayım da eş zamanlı yükseliyordu.

Oradan oraya derken kendimi annelik hakkında sürekli konuşulan bir uzayın içinde buldum. Herkesin çok iyi bildiği, emin olduğu, ahkâm kesmekten hiç çekinmediği bir alandı bu. Ne demekti uyumamak? Ben öğretememişimdi. Uyku eğitimi diye bir şey vardı. Yatır kaldır, döndür, pışpışla, ağlasın bakma, yırtınsın ilgilenme gibi dünyalarca yöntemlerden birini de mi becerememiştim? Kendime bakamıyorsam zamanı yanlış yönettiğimdendi. Bebek on günlükken yataklar ayrılmalıydı (sekiz ay her gece birlikte uyuduk). Gece beslenmesi kısa sürede kesilmeliydi (kesemiyordum). Bebekle, istenirse her yere gidilirdi (deniyor, gidiyor ve kısa sürede dönüyordum). Ayakta sallamak çok “avamdı” (iki sene salladım). Sorun o çok akıcı tekerlekleriyle yüklü paralara alınmış meşhur puseti almadığım için miydi yoksa? Sıradan bir puset almış olmam mı beni eve tıkmıştı? Bu denli anlamsız görünen bir düşünceye bile beni düşüren o toz pembe dünyadan kaçarak uzaklaşmak istiyor ve o gördüğüm bebekli hayatların kendi hayatımla arasındaki açının bu kadar büyük olmasının altındaki nedeni bulamıyordum. Üstelik; bu renkli dünya post’larında babalara çok az yer vardı. Akşamları kapıdan içeri girip, “İlgilense ve biraz dinlensem,” mesafesinde, işin eğlenceli kısımlarında, bazen, “Ben de çalışıyorum,” anlayışsızlığında, “Eski sevgili mi artık o?” dedirten kuşkularda, “Beni hâlâ beğeniyor mu?” sorularında bir yerlerde gidip geliyorlardı. Her şeyiyle kendini bu meseleye dahil etmiş, var etmiş babaların sayısı azdı. Benim örneğim o az sayılardan biriydi ve buna rağmen benim hayatım daha çok değişmişti. İşe gitmemesi, günün uzun saatlerinde bebeğe bakması gereken bendim. Suçlu yoktu, öğrendiğimiz buydu.

Bebeğimle kurduğum ilişkiyi zayıf buluyor ve bundan çıkmanın, daha iyi hissetmenin yollarını bulmak zorunda olduğumu biliyordum. Meşhur inadımı devreye soktum. Üstesinden gelecektim. Öyle bir gecede falan durumu değiştirmedim elbette. Zamanla okumaya, izlemeye, başka insanlar tanımaya başladım. Benim gibi düşünen, hisseden, yaşayan anneler de vardı. Vardılar ve hiç de az değildiler. Sadece onlar da benim seçtiğim yolu seçmişti ve çok daha az paylaşıyorlardı. Belki bir nebze bununla yüzleşmekten kaçmak da denebilir. Belki gerçekten benim buna zamanım olmayacak kadar sıradan bir çocuklu ev haline bürünmüştüm. Anlamaya başladım. Gördüğüm hayatların en azından çoğu kendilerini görünmek istedikleri gibi gösteriyorlardı. Ya da öyleydiler gerçekten ama bana ait olan bu değildi. Hayat böyle bir şey değildi çünkü benim için. Bazen zordu, bazen düşürürdü, bazen gücünden çok mücadele etmeni gerektirirdi ve bazen pat diye hayatına bir bebeği sokarak her şeyi altüst edebilirdi. Benim gerçeğim buydu. Sabah birlikte uyanınca onu ne kadar sevdiğimi düşünüp mutluluktan deliriyor, birkaç saat sonra, “Biri gelse de kucağımdan alsa,” diye camdan dışarı bakıyordum. Camın dışında, sokakta insanlar hayatlarına devam ediyorlardı ve bu beni daha çok yıkıyordu. İkisi de benim duygumdu. Zamanla, ikisini de sahiplenmeyi öğrenmeye başladım. Benim için bunun en kolay yolu her zaman yaptığım gibi en kötüsünü sonuna kadar yaşayıp sonra bu durumla eğlenmeye başlamaktı. Biz kızımla ağlayacak, gülecek, bazen eve kapanacak, bazen hayata karışacak, o saatte uyumayacaktık. Kalıpların, gösterilenin dışına çıkmaya başlayınca kendi güçsüz halimle de barışmanın yollarını buldum. Ne olurdu güçsüzsem? Güçlenirdim bir vakit. Acelem yoktu. Anneliğin ironisini yakalamış ve bu ironiden zevk almaya başlamıştım. Ben bu zor durumla eğlendikçe kaygılarımın azaldığını hissediyordum.

Mizah, baş etmenin yine en güzel yollarından biriydi. O uyurken yazmaya başladım. Gizli bir blog’du, henüz kimsenin okumasını istemediğim annelik hallerimi döküyordum. Hayli komikti ve kendime gülüyordum. Yazmak ise iyi bildiğim bir şeydi. Mesleğime beni döndürecek yöntemlerden de biriydi. Körelmemeliydim. Yazdıkça rahatladım. Gülümsememi geri kazanmıştım.

Evet hâlâ, “Acaba geri gelir mi?” diye düşündüğüm zamanları düşündükçe çöküyordum. Otobüse atlayıp ardımda bir şey bırakmadım duygusuyla ne zaman rotayı istediğim yöne çevirecektim? Ne vakit sarhoş olacaktım yeniden? Sadece kendim için, istediğim için hayatıma aldığım ya da almayı reddettiğim bir gündemim olacaktı? Bunları henüz bilmiyor, yapamıyordum. Ama; bir şeyleri halletmeye de başlamıştım. Kızım büyüyor ve büyüdükçe işler mi kolaylaşıyor, ben mi deneyim kazanıyor, bakış açımı değiştirmeye başladıkça daha mı kolay hallediyordum? Bunları birbirinden ayıramam. Cevap; hepsi. Anneliği öğrenmeye başlamıştım, bayağı bayağı büyüyordum onunla. Ne özgürdüm, ne tutsak. Arada bir yerde seyrediyordum. Hiçbir zaman bu ikisinden birini seçmek zorunda olmadığımı da sonradan öğrenecektim. Geleceğe dair umutlarımın yeniden büyümesi benim gibi kadınlarla tanıştığım günlere de denk düşüyor. İyi ki varlardı. Çevremdeki kadın çemberi genişliyor ve yine asla yalnız yürümediğimi anımsamama vesile oluyorlardı. Bu, gördüğüm en güçlü dayanışmalardan biriydi. 11 yıl oldu. Bu dayanışmanın eksildiği tek bir zayıf ânım olmadı.

Hediye gibi bir kızım vardı. Onu anladım, fark ettim, anlattım, paylaştım, dinledim. Hep mi? Hayır. Bazen ‘’ehh’’ dedim, diyorum, bazen hâlâ çok yetersizim, bazen sıkılıyorum, bazen, “Annelik yakamı bırak ben bu gece dışarı çıkacağım,” diye debeleniyorum. Bazen sırf o seviyor diye hiç sevmediğim bir oyuna dahil oluyorum, bazen o oyunu oynamamak için başım ağrıyor numarası yapıyorum.

Onunla tamamlanmıyorum, tamamlanmadım, annelik beni var eden onlarca başka parçadan biri olarak kendine bir yer buldu. İyi bir eşleşme olduğumuzu gördükçe sevindim. Bebekliğinin aksine çok uyumlu bir çocuktu artık. Onun karakterinden ileri geldiğini anladığım bu durum, tüm bu yolculuktaki düşüp kalkmalarda çok işime yaradı. El ele tutuşmayı öğrendik. Tabii ki bu kafaya zor bela geldiğimi söylemeliyim. İşe dönmek, kreş süreci, okullar, boşanma derken hayatın ritmi hiçbir zaman aynı dengede devam etmedi.

Hepsini aynı yazıda anlatmak mümkün değil, niyetim de bu değil. Niyetim; her yeni anneliğin biricik bir öykü olduğunu söylemek. Hiçbir öykünün mükemmel olmasının gerekmediğini dillendirmek. Kusurluyduk ve kusursuzluk gerçek değildi!

Niyetim; yardım almaktan korkmamak gerektiğini hatırlatmak. Bu dönemi tek başımıza atlatmak zorunda değiliz. “Yapamıyorum yahu!” diyebilmeyiz. O döneme dair en derin pişmanlığım profesyonel bir yardım almamaktı. Gerekiyorsa almalıyız, almalısın. Bitmez sandığım günlerin bittiğini, büyümez sanacak kadar haddimi aştığım bebeğin büyüdüğünü, yapamam sandığım her şeyi yeni baştan yapmaya başladığımı bilmem yazmaya gerek var mı? Var. Yaptım. Annelik benim hayatımı altüst etmişti. Ama nihayet altı üstünden daha güzeldi.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.