Bazen anlatmak değil mesele; hiçbir yere sığmayanı bir yere bırakmak.
Bu yazı, İsviçre’de göçmen bir kadın olarak geçirdiğim yılların içinden yazıldı. Ama bir ülkeye dair değil, bir hâle dair. Burada yaşarken kurulamayan temasların, görünür ama dahil olunamayan alanların, hep biraz eksik hissedilen ilişkilerin içinden geçtiğim yolların dili. Bu hikâye yalnızca bana ait değil; ama benim bedenimden geçtiği için tam da buradan. Anlamlı. Bu, uzaktan tarif edilecek türden bir yazı değil. Yaşanırken değişiyor, anlatılırken açılıyor.
Yalnız kalmak hakkında çok şey söylendi. Ama çoğu zaman bu yalnızlık kişisel bir durum gibi anlatıldı: İnsanın kendi içine çekilmesi, sosyal çevresinden uzaklaşması, dilini kaybetmesi gibi. Oysa göçle birlikte yaşanan yalnızlık, bu tanımların çok ötesinde. Ne sadece bir içe kapanış ne de geçici bir yabancılık hâli. Bu deneyimi yaşayanlar için bu yalnızlık, daha çok temas kuramamakla, dokunamamakla, varlığın fark edilmemesiyle ilgili. Ve zamanla, sadece kalabalığın içinde değil, kendinde de görünmezleştiğin bir hale dönüşüyorsun.
Bu yazı, o görünmezliğin içinden geliyor. Göçle birlikte bir yere dahil olamamak, bir çevrenin içine girememek, bir sesin karşılık bulamaması… Bunlar yalnızca kişisel eksiklikler değil. Aksine, göçmen kadınların maruz kaldığı yapısal dışlanma biçimleri. Bu his burada, sessizlikten değil; bastırılmışlıktan ve süreklileşmiş bir mesafeden doğuyor.
Böyle bir varoluşu taşımak, her şeyin eksik hissedildiği bir yerden geçmek demek. Kimi zaman açık açık, kimi zaman çok daha ince yollarla dışarda bırakılmanın kalıcı hâline dönüşmesi. Kalabalıkların içinde görünür olabilirsin, ama hiçbir sohbetin ortasında tam değilsindir. Dilin eksiktir, jestin farklıdır, mizahın tutmaz. Küçük gibi görünen bu farklar, insanın kimliğini kurduğu tüm yolları parçalıyor. Ve zamanla içe dönüyorsun. Sadece kendine değil, kendi gibi olanlara da çekiliyorsun.
Dilsel ve kavramsal yakınlık kurulsa da, duygusal ya da deneyimsel temas çoğu zaman yüzeyde kalıyor. Feminist mücadelenin parçası gibi görünsek de, bazı anlatılar yalnızca birer deneyim alıntısına dönüşüyor. Dinlemek bir ilişki değil, bir izleme hâli gibi. Ve hikâyeler, anlaşılmak için değil, temsil üretmek için dinleniyor bazen.
Feminist dayanışma bile bir sınıf, dil ve kültür sorunu hâline geliyor. Görünürde açık olan alanlar, içeride kapalı kalıyor. İçeri girebilmek için belli bir biçimde konuşmak, belirli kavramlarla düşünmek gerekiyor. Kimi zaman yalnızca aksan bile dışarıda kalmana yetiyor. Aynı masadayız ama aynı yerden konuşmuyoruz. Bu da bazen sadece “yer verilmiş” gibi hissettiriyor. Yerleştirilmiş ama yer bulamamış gibi.
Feminist çevrelerde dahi göçmen kadınların anlatısı çoğu zaman kesintiye uğrayabiliyor. Merak gibi görünen dinleme hâli, bazen yüzeysel bir ilgiyle sınırlı kalabiliyor. Özellikle hikâye anlatımı kişisel bir katmana yaklaştığında, temas aniden kopabiliyor. Bu da yalnızca söze değil, varlığa dair bir kopuş hissi yaratıyor. Bu deneyimi yaşayanlar için bu tür deneyimler, dışlanmanın dilsel olmayan biçimleriyle yeniden yüzleşme anına dönüşüyor.
Yine de farklı coğrafyalardan gelen göçmen kadınlarla bağ kurmak çok daha kolay oluyor. Aynı dili konuşmasak da benzer şeyler yaşamışız. Aynı yalnızlıktan geçmişiz, aynı yok sayılmışlıkla uğraşmışız. Bu tanışıklık başka türlü bir yakınlık yaratıyor. Bir bakış bile yeterli oluyor bazen. Aynı suya düşmüş, aynı kıyıya tutunmuş gibiyiz. Bir yüzme kursundayım, neredeyse herkes göçmen kadın. Farklı ülkelerden, farklı yaşamlardan gelmişiz. Ama konuştuğumuz şey neredeyse hep aynı: eksiklik hissi, ait olmama hâli ve hiçbir zaman tam hissedememek…
Burada yaşamak sadece barınmak değil. Aynı zamanda her gün yeniden kendini ispatlamak. Hep düzgün konuş, kibar ol, yanlış anlaşılma ama yanlış da anlama. Performans hâlindesin. Hiçbir şeyin “sıradan” olmasına izin yok. Yerli biri için doğal olan, senin için sürekli “kanıtlaman” gereken bir şeye dönüşüyor. Bu toplumun bir parçası gibi hissetmek değil mesele; o hissi sürekli hak etmek zorunda kalmak.
Bu kadınların günlük iletişim pratikleri, çoğu zaman fark edilmeden gelişen bir minnet rejiminin izlerini taşır. Sıklıkla tekrar edilen teşekkürler yalnızca bir nezaket jesti değil, aynı zamanda görünür olmaktan kaynaklı bir özür gibi yerleşir dile. Bu tür alışkanlıklar, göçmen bedenin kamusal alanda yer kaplamamaya, sessizce geçmeye ve varlığını geri çekerek sunmaya programlandığını gösterir. Teşekkür, burada bir sözcükten çok daha fazlasıdır: Dilin içine sinmiş bir korunma refleksi.
Bu yüzden zamanla anlatmak da yoruyor. Çünkü her cümle bir açıklama hâline geliyor. Her anlatı bir ispat. Ve bir süre sonra, zaten kimsenin seni tam anlamayacağını düşündüğün yerde susmak kolay geliyor. Ama o suskunluk bir koruma hâliyken aynı zamanda içe çekilmek, kaybolmak demek. Dışardan bakıldığında sessiz bir uyum gibi görünüyor. Bu yazı da, dışarıda bırakılmışlığın taşıdığı o ağırlıkla yazıldı.
Oysa bu yalnızlaşma bir kişilik meselesi değil. Bu, sistemli bir yalnızlaştırma. Sessiz kalanın daha kolay yönetildiği, talep etmeyenin daha kolay unutulduğu bir düzenin ürünü. Onlara düşen pay da bu: Mümkünse görünmeden yaşamak, rahatsızlık vermemek, şikâyet etmemek. Duygusal olmak fazlalık, dayanışma istemek yük gibi görülüyor. En kolayı: Sessiz kalmak.
Yine de, bazen sessiz kalmak istemiyorsun. Biriyle sadece dinlenmek için değil, anlaşılmak için konuşmak istiyorsun. Bu noktada başka göçmen kadınlar devreye giriyor. Onlarla kurulan ilişki hem daha kolay hem de daha dürüst oluyor. Çünkü o karşılıklı tanışıklık, sadece hayatlarımızdan değil, sessizliklerimizden de geliyor. Aynı şeye üzülmüşüz, aynı kapılardan çevrilmişiz, aynı yerlerde duraksamışız. Ve bu yüzden birbirimizi fazla açıklamaya gerek duymadan anlıyoruz.
Bu yazının amacı yalnızca bir tanıklığı paylaşmak değil. Aynı zamanda bir soruyu bırakmak: Tüm bu yalnızlık, dışlanmışlık ve temas eksikliği karşısında ne yapılabilir?
Belki de önce gerçekten duymayı öğrenmeliyiz. Göçmen kadınların deneyimlerini sadece dinlemekle kalmamalı, onlarla birlikte düşünebileceğimiz alanlar açmalıyız.
Çünkü feminist bir dayanışma yalnızca kapsayıcı olmakla değil, birlikte dönüşebileceğimiz bir yer kurmakla mümkün. Yazmak burada bir çağrı: Yer bulamamışlara, eksik hissedenlere, hiç dahil olamamışlara alan açmak için.
Belki bir köprü olur.
Belki küçük bir alan.
Ama gerçek olur.
Çünkü değişim bazen büyük adımlarla değil, sessizce söylenmiş bir cümleyle başlar.