Kadınların zamanı sürekli bölünen, kesintiye uğrayan ve ev içi emek ile bakım yükümlülüklerinin içinde eriyen bir zamandır. “Kendilerine ait zaman” onlar için çoğu zaman ‘araya sıkıştırılmış’ veya ‘çekip alınmış’ anlardan ibarettir; dinlenme ya da keyif, tam anlamıyla serbest değil, emekle kuşatılmıştır.
Yukarıdaki tablo Belçikalı ressam Léon de Smet’e ait. Eseri paylaşan sanat tarihçisi Richard Morris üzerine şöyle bir not düşüyor:
“Kadınların gündelik yaşamının tasviri, 20.yüzyılın en büyük Belçikalı sanatçılarından biri olan Léon de Smet için önemli bir konuydu. Burada ikinci eşi Claire’i kitap okurken resmetmiş” (Morris, 2023).
Mutfak önlüğüyle kitap okuyan bir kadının resmedildiği bir tablo, kadınların gündelik yaşamına dair neler düşündürüyor?
Birden çok senaryodan bahsedebiliriz: Kadın sabah kalkıyor, kahvaltıyı hazırlıyor, çocukları okula gönderiyor, ev işlerine başlıyor. Daha sonra akşam yemeği için mutfağa geçiyor, ocaktaki yemeğin pişmesini beklerken o kısa soluklanma anında sevdiği bir kitabı okuyor. Kitabın verdiği heyecana ve keyfe dalıp yemeğin yanmasından endişe ettiği için aklının bir köşesinde ocaktaki tencere var. Bir gözü sürekli saatte.
İkinci senaryo: Kadın sabah herkesten önce kalkıyor, kahvaltıyı hazırlıyor. Eşini ve çocuklarını uyandırıyor. Bir yandan kahvaltı yapıyor diğer yandan bulaşıkları toparlıyor. Öyle ya, ücretli mesaisinin başlamasına az kaldı. Evden çıkarken son bir kez etrafa bakıyor. Akşam saat altı civarı işten dönüyor. Üstünü değiştirdiği gibi akşam yemeğini hazırlamak için mutfağa giriyor. Fırındaki yemeğin pişmesini beklerken o kısa soluklanma anında sevdiği bir kitabı okuyor. Kitabın verdiği heyecana ve keyfe dalıp yemeğin yanmasından endişe ettiği için aklının bir köşesinde fırındaki yemek var. Yorgunluktan uyuyup kalmamak ya da dalıp gitmemek için koltuğa uzanmıyor ya da fiziksel olarak rahat bir pozisyon almıyor. Mutfağa en yakın odada bulunan sandalyenin üzerinde. Her an kalkmaya hazır. Bir gözü sürekli saatte.
Léon de Smet gerçekten de kadınların gündelik yaşamını tasvir etme konusunda “mahir” olabilir. Zira tablo, kadınların zamanlarındaki o parçalanmışlığa, bölük pörçüklüğe, çifte iş yüküne, keyifli anlara bulaşan ev içi emeğe ve o anların niteliğine dair çok şey söylüyor. Claire döngüdeki bir sonraki işe kadar, kırk yamalı bir arada kitap okuyor.
Bu tabloya bakarak sayısız gündelik hayat senaryosu kurabiliriz. Hepsi de çok tanıdık bir yerden seslenir; annemizin, kız kardeşimizin, arkadaşımızın, komşumuzun, teyzemizin, kendimizin gündelik yaşam ritminden. Mutfak önlüğü sabit kalır, kitap okuma eylemi değişir. Mutfak önlüğüyle dizi izleyen kadın, mutfak önlüğüyle kapı önünde komşusuyla sohbet eden kadın, mutfak önlüğüyle uyuyakalan kadın, mutfak önlüğüyle maillerini cevaplayan kadın, mutfak önlüğüyle ertesi gün vereceği derse hazırlanan kadın. Burada mutfak önlüğünü, kadınların doğal görevi addedilen, onların üzerine yüklenmiş karşılıksız ev içi emeğin temsili olarak, metaforik bir anlamda kullanıyorum.
Şimdi merceği Léon de Smet’e çevirelim: mutfak önlüğüyle kitap okuyan karısını resmeden ressama. Onun da üstünde bir mutfak önlüğü var mıdır? O da bu resmi kırk yamalı bir arada mı çiziyordur? Aklı ocaktaki ya da fırındaki yemeğe, onu hazırlama ve servis etme telaşıyla mı yoksa önüne ne zaman geleceği merakıyla mı gidiyordur? Muhtemelen Léon de Smet, sofra hazır olana kadar masasının başından yahut evde “kendisine ait olan” o köşeden karısına bakarak keyifle resmini çiziyordu.
Léon de Smet bu tabloyu, fırçayla arasına “ocak ve tencerelerin hayaletleri” girmeden yekpare bir zamana ve zihne sahip olarak çizebildiyse, bunu Claire’in mutfak önlüğüne borçlu. Öldüğünde arkasında 800’den fazla tablo bırakabildiyse, bunu Claire’in mutfak önlüğüne borçlu. John Middleton Murry, yaşamı boyunca farklı konularda 40’tan fazla kitap ve onlarca makaleye imza atmış bir yazar. Ansiklopedilerde ve biyografilerde hep ne kadar “üretken bir yazar” olduğunun altı çizilir. Murry’nin üretkenliğinin arkasında ise kendisi de bir yazar olan eşi Katherine Mansfield’ın mutfak önlüğü var. Mansfield günlüğünde şöyle yazar:
“Ev öyle vakit alıyor ki… Bu hafta genelde ben bulaşık yıkarken sen Gordon’la sohbet ediyordun. Siz gittikten sonra zihnimde gaz ocağı ile tencerelerin hayaletleri kol geziyor, öylece dolanıyorum… Sen [John Middleton Murry] yazarken sesleniyorsun bana, ne yaptığımı soruyorsun, “Tig çay içmeyecek miyiz? Saat beş oldu.”
Mansfield’ın tarif ettiği bu dağınık zaman akışı, birçok kadının tanıdık ritmidir. Kadınlar yekpare bir zamana sahip değildir. Kadınların zamanı sürekli bölünen, kesintiye uğrayan ve ev içi emek ile bakım yükümlülüklerinin içinde eriyen bir zamandır. “Kendilerine ait zaman” onlar için çoğu zaman ‘araya sıkıştırılmış’ veya ‘çekip alınmış’ anlardan ibarettir; dinlenme ya da keyif, tam anlamıyla serbest değil, emekle kuşatılmıştır. Zira ev içi emek, kadınların gündelik yaşamına nüfuz eden ve hiçbir zaman tamamlanmayan bir uğraştır. Sheila Rowbotham da “Kadının İşi Hiç Bitmez” başlıklı yazısında bu durumu şu cümlelerle anlatır:
“Ev işinde ne ücret ne sendika ne grev vardır. İşyeri ile boş zaman arasında belirgin bir ayrım çizgisi yoktur, işe giriş çıkışta kart basma söz konusu değildir, iş-zaman incelemesi uygulanmaz. Bütün yaşam sürecine yayılan ev işine ancak hastalık durumunda ve tatillerde ara verilir. Ev işi, kadının bütün yaşamını kapsar. Kadın işe gitmez, uyanır uyanmaz işbaşı yapar. Ev iş demektir, işse ev” (Rowbotham, 1987, s. 117).
Kadınlar için iş gününün bitip boş zamanın başladığı bir nokta; çalışma süreleri, belirlenmiş mesailer yoktur. “İş, diğer aile üyelerinin eylemleri etrafında dönen belirli görevlerle zamana göre değil göreve göre belirlenir” (Langhamer, 2000, s. 16). Kadınların zamanı sürekli akan, başkalarının ihtiyaçları etrafında kesintiye uğrayan, parçalı ve dağınık bir yapıdır.
Tarihsel olarak işçi sınıfının temel taleplerinden biri olan “Sekiz saat çalışmak, sekiz saat dinlenmek, sekiz saat canımız ne isterse!” sloganını düşünelim. 19. yüzyılda, yaklaşık 16 saati bulan ağır çalışma koşullarına karşı işçiler kitlesel grevler ve direnişler örgütlediler. 1890 ile 1940 arasındaki dönem, sekiz saatlik işgünü mücadelesinde kritik bir dönemeçti. Bu yalnızca yeni bir çalışma etiğinin değil, aynı zamanda yeni bir boş zaman anlayışının da ortaya çıktığı bir çağdı. Boş zaman, işten keskin biçimde ayrılan, öngörülebilir, kişisel olarak “kullanılabilir” bir zaman biçimine dönüştü. Bir hak olarak boş zamanın talep edilmesi ve savunulması da bu dönemde belirginleşti. İşçiler, haftalık çalışma günlerini ve günlük mesai saatlerini azaltma hedefi etrafında boş zaman stratejileri geliştirdiler. Zaman artık “çalışma – dinlenme – boş zaman” şeklinde üçe bölünen bloklar halinde düşünülüyordu. 1 Mayıs 1886’da Chicago’da yüzbinlerin haykırdığı şu slogan, bu talebin özünü çarpıcı biçimde dile getirir: “Güneş ışığını hissetmek istiyoruz; çiçekleri koklamak istiyoruz. Sekiz saat çalışmak, sekiz saat dinlenmek ve sekiz saat canımız ne isterse onu yapmak!” (Schocket, 2006, s. 73). Ancak pamuk ve tekstil endüstrilerinde çalışan işçi sınıfından kadınlar işgücünün önemli bir kısmını oluşturmalarına rağmen, zaman için verilen bu mücadele büyük ölçüde erkek işçilerin öncülüğünde şekillendi. Çünkü bu talep, yalnızca ücretli emeği merkeze alır, ev içi emeği ise görmezden gelir. Oysa ister bekar olsun ister evli, kadınlar ücretli işten çıktıktan sonra da durmaksızın çalışmaya devam eder. Çamaşır, yemek, temizlik, çocuk bakımı gibi sorumluluklar günün geri kalanını doldurur; zaman, kadınlar için asla üçe bölünen bir alan haline gelmez. Dolayısıyla kadınların yaşamında “boş zaman” fikrinin gerçek ve anlamlı bir karşılığı bulunmaz.
Bu anlamda, zamanın üç parçaya bölünebildiği bu “ideal” formül belirli bir toplumsal grubun -erkek ve ücretli işçi- deneyimini ve zaman akışını evrensel kılar. Kadınlar açısından durum çok daha karmaşıktır: Ücretli işin ardından ikinci vardiya başlar: ev içi emek, çocuk bakımı, yaşlı bakımı ve duygusal yük ne “çalışma” ne “dinlenme” ne de “canının istediğini yapma” kategorisine tam olarak sığar. Ev işi öyle bir düzendir ki “kendi kendini yiyip bitirir; düzenli aralıklarla yinelenen bir tür çaba-çöküş-tükeniş çevrimi işlerliktedir” (Rowbotham, 1987, s. 120). Kadınların gün içindeki tüm anlarına hatta uykularına dahi siner.[1] Bu üçlü bölünme aynı zamanda zamanın herkes için eşit işlediği, nötr ve evrensel olduğu varsayımına dayanır. Oysa zaman nötr değildir; toplumsal ilişkiler içinde şekillenen, cinsiyetlendirilmiş bir düzendir. Erkekler için çoğu zaman “bireysel” olarak sahip olunabilen ve planlanabilen bir kaynak olan zaman, kadınlar için çoğunlukla “başkalarına ait” bir sorumluluk alanı olarak akar. Kadınların zamanı ev içi emek ve bakım yükümlülükleri nedeniyle başkalarının ihtiyaçları tarafından esner, bölünür, ‘kırk yamalı’ bir hale gelir. Bu anlamda “Kimin zamanı kime aittir?”, “Kim zamanı nasıl deneyimler?”, “Kimin zamanı bölünebilir, kimin zamanı başkalarının ihtiyaçlarıyla sürekli kesintiye uğrar?” soruları politiktir.
Leon de Smet’in karısını resmettiği tablo da kadınların zamanlarının politik bir ifadesidir adeta: Claire, zamanı başkalarının ihtiyaçlarıyla örülmüş bir döngüde mutfak önlüğüyle kitap okur; okuma anı, parçalanmış zamanın içinden sökülüp alınmış kırılgan bir duraktır. Léon de Smet ise bu anı tüm yekpareliğiyle tuvale aktarır. Biri zamanın içinde sürekli bölünürken, diğeri o zamanı bir bütün olarak deneyimler. Leon de Smet’in arkasında bıraktığı bu tablo, yalnızca Claire’in mutfak önlüğünden değil aynı zamanda onun bölünen, parçalanan ve örgütlenen zamanından yükselir.
* Bu yazı, “Zamanı ve Mekânı Cinsiyetlendirmek: Türkiye’de Kadın Kahvehaneleri ve Boş Zaman Hakkı” başlıklı yüksek lisans tezimden hareketle yazılmıştır. Giriş ve bazı bölümler, tezin teorik çerçevesinden genişletilerek kullanılmıştır.
Kaynaklar
Morris, R. (2023, Ocak 10). Art history in a Tweet Twitter’da. https://twitter.com/ahistoryinart/status/1612917607434166278
Rowbotham, S. (1987). Kadın bilinci erkek dünyası. Payel Yayınevi.
Langhamer, C. (2000). Women’s leisure in England, 1920-1960. Manchester University Press.
Ross, S. J. (1991). Living for the weekend: The shorter hours movement in international perspective. Labour / Le Travail, 27, 267-282.
Schocket, E. (2006). Vanishing moments: Class and American literature. University of Michigan Press.
[1] 5Harfliler’de yayımlanan “Patriyarkanın ‘Uyuttuğu’ Kadınlar: Feminist Eleştirinin Bir Meselesi Olarak Uyku” yazımda bu konuya değinmiştim: https://www.5harfliler.com/patriyarkanin-uyuttugu-kadinlar-feminist-elestirinin-bir-meselesi-olarak-uyku-hazir-degil/