Kadınların genç kızlık çağlarından itibaren entelektüel bağlamda saygı görme ve görünür olma heveslerini çok iyi bilen öğretmenlerinden gördükleri ilginin sahici bir iletişim olup olmadığını idrak edebilmeleri yıllar sürebiliyor.

Önümde bir fotoğraf var, telefonumun yüzeyinden baktığım. Eşim çekti geçen gün. Korona günlerinde fırsat buldukça yaptığımız uzun yürüyüşlerden birinde, Galata Kulesi’ne yakın, ikimizin de mezun olduğu lisenin demir kapısına yirmi adım uzaklıkta bir yerde, bir yol arası basamakta oturmuşum. Yüzüm gülüyor, sol tarafımda bir kedi keyifle uzanmış. Üst bedenim rahat gibi görünüyor ama bacaklarım gereksiz bir gerginlik içinde. Uzun yıllardır bedende sıkışıp kalmış baskılanmaların dönüştürülmesi üzerine atölyeler yapan biri olarak Pina Bausch’un sözleri çınlıyor kulağımda: ‘Hareket yalan söylemez’. Bir gülümsemenin gölgesinde çapraz durmuş bacaklar ve eller… Neden o gün ve o mahallede bedenimi kapatıp oturmuşum diye soruyorum kendime. Fotoğrafın çekildiği gün, tam da yürüyüşe çıkmadan, T24’de Candan Yıldız’ın kaleminden çıkmış bir yazı okumuştum. Deniz Dülgeroğlu’nun Merdiven Altı Podcast yayınlarından birinde paylaşmış olduğu, lise yıllarına ait bir akran tacizi hikayesi ile ilgiliydi yazı. Malum, eve çekildiğimiz şu günlerde arkadaş gruplarıyla mesajlaşmalarımız iyice çoğaldı, yer yer eski defterler ve fotoğraflar ortalığa dökülüverdi. Deniz Dülgeroğlu’nu da bu podcast’i yapmaya yönelten kendi lise grubunda paylaşılan eski fotoğraflar olmuş. Çok da iyi olmuş. Yazıyı okumak yetmedi, podcast’i de dinledim. Derken, içimde kendi lise yıllarımdan biriktirdiğim, belki de özenle kamufle ettiğim taciz ve itibarsızlaştırma hikayeleri yüzeye çıkmaya başladı.

Salgın günlerinde İstanbul sokaklarının tenhalaşmasıyla şehrin üzerinde sabitleşmiş hava kirliliği ya da sokakların olağanlaşmış gürültüsü gibi, görüşümü kısıtlayan koca bir sis bulutunun dağılışını gözlemler gibiyim. Bu zamanlarda birçoğumuz gibi benim de görüşüm berraklaştı. Bulanıklıklardan arınan bakış açımla, eski lisemin az uzağında otururken neden bu mahalleyi çok sevdiğimi ve niye her fırsatta kendimi buralarda bulduğumu sorgulamaya başladım. Üstelik mutlu da oluyordum bu mahallede veya öyle olduğumu sanıyordum. O taşları, duvarları, merdivenleri nasıl da iyi tanıyordum. Kim bilir kaç kere yere bakarak ve gözlerimi etraftan kaçırarak, ama yine de tetikte olma halimi koruyarak okula atmıştım kendimi sabah karanlıklarında. Güzelim Kamondo merdivenlerini tırmanırken, okulumuz voleybol takımından sevdiğim bir arkadaşımın adamın teki tarafından elle tacize uğrayışını ve ardından adamın sırtına sert bir smaç indirişini kim bilir kaç kere zihnimde tekrar canlandırmışımdır. Yıllar sonra Kurtuluş Caddesi’nde yürürken benzer bir şekilde tacize uğradığımda o sahneyi olduğu gibi kopyalayabileceğimi, cılız vücudumdan müthiş bir smaç çıkarabileceğimi hayal bile edemezdim.

Lise yıllarımızda, tanımadığımız erkeklerin sokaklarda, toplu taşıma araçlarında nereden bulduklarını bir türlü anlayamadığımız bir cesaretle uyguladıkları türlü tacizi seneler boyu sorgulamamış, sadece sindirmiştik. Kadın arkadaşlar arasında da çok konuştuğumuz ve büyüttüğümüz bir mesele değildi. Böyle şeyler olurdu ve bu adamların radarından uzak durmak, seyrek olarak bir smaçla, bazen bir bağırmayla karşı çıkmak bildiğimiz yegane başa çıkma yöntemiydi. Asıl mesele okul içinde, o sabah karanlıklarından ve “serseri” adamların radarından kaçtığımız, güvenli alan diye sığındığımız okul binasında başımıza gelenlerdi. Ben ve arkadaşlarım sistematik olarak iki öğretmenimizin tacizine uğradık. Büyüme çağındaki ortaokul-lise öğrencileriydik. 80’lerin farklı sebeplerle evlerimize kapanık yaşadığımız o döneminde, okul ve öğretmenlerimiz batılı, ilerlemeci bir eğitim anlayışıyla bizi parlak bir geleceğe hazırlama görevi üstlenmişlerdi. İnanmıştık bu hikayeye ve canla başla devam ediyorduk okulumuza. Lise fotoğraflarıma baktığımda o meraklı gözlerimiz, gülen yüzlerimiz maruz kaldığımız taciz hikayeleriyle hiç uyuşmuyor. Biz bu hikayeleri normalleştirmekle kalmamış, üzerini de ergenlik enerjisiyle gelen sahte bir neşeyle örtmüştük. Yıllar sonra keyifli bir yemek masası etrafında özellikle o iki öğretmenin her birimizi farklı şekillerde nasıl taciz ettiğini birbirimizle paylaşıncaya kadar da derin bir sessizlik içinde kalmıştık. Okulun yüksek ve korunaklı binalarının dışında maruz kaldığımız tacizler o kadar canımızı yakmamıştı. Bir şekilde onlara tepki göstermenin farklı yöntemlerini bulmuştuk. Ancak saygı ve hayranlıkla bağ kurduğumuz öğretmenlerimizin tacizi söz konusu olduğunda ses çıkarmak mümkün olmamıştı. İçimizdeki inkar mekanizması çalışıyordu. Yapmamışlardır diyorduk. Belki de o dokunmaları iltifat olarak kabullenmiştik. Sokaktaki “serseri” tacizciden farklı bir yerdeydi bu okumuş etmiş adamlar. Takdir göstermenin bir yoludur bu diye normalleştiriyorduk yaptıklarını. Lise son sınıftayken söz konusu öğretmenlerimizden birinin Orta 1 sınıfı kız öğrencilerini merdivenden yukarıya doğru kovalayışı geliyor aklıma. Tacizin bir iktidar meselesi olduğuna dair ilk his orada doğmuştu içime. Orta 1’deki küçücük, korunmasız kız çocuklarına şakalaşır gibi kahkahalarla dokunmak, tacizi oyunlaştırmak ve herhangi bir itiraza alan açmamak… Ne kadar tanıdık değil mi? Yetişkinlik yıllarımızda da çokça duyduğumuz “sadece şaka yapıyordum”lar, “beni yanlış anladın”lar, hatta dizi dünyasının dağarcığımıza kattığı “Beyonce misin ki seni taciz edeyim”ler…

Her yetişkin erkek kimi, nasıl, hangi yöntemlerle taciz ettiğini çok iyi biliyor. Bu bilincin farkında olmayan genç kadınların elinde gördükleri ilginin kökenine dair bir dizi soru işareti ve çoğu zaman derin bir suskunluk kalıyor. Şimdi biliyorum ki bu suskunluk daha sonra partnerlerle kurulan ilişkilere de, işyerlerindeki ayrımcı mekanizmalara da sinsice sirayet ediyor.

Kuşağımız kadınlarının tacizi normalleştirme pratikleri, yıllar içinde farklı dayanışma alanları üzerinden destek bulmalarına kadar sürdü. Zamanında yaşadıklarımıza isim verememenin getirdiği suçluluk duygusu zaman zaman suskunluğumuzu perçinledi. Genç nesillerin elinde taciz mekanizmalarının işleyişine dair derinlemesine bilgi veren kaynaklar ve paylaşma platformları var artık. Buna rağmen, lise ve üniversite çağında genç kadınların o güvendikleri öğretmenlerinden gelen yakınlaşma mesajlarını, dokunuşları, bakışları bir tür iltifat olarak görme meylinde olmaları bize neler söylüyor? Taciz nasıl oluyor da tatlı bir flörtleşmeymiş gibi anlaşılır ve kabul edilebilir hale gelebiliyor?

Fotoğraftaki tuhaf duruşum sayesinde bir lise dersliğinde tedirgin bir şekilde oturduğum günlere ışınlandım adeta. Yıllardır askıda kalmış bir vakayı çözümleme fırsatı yeni geçti elime. Üzerinden neredeyse kırk yıl geçmiş bir deneyimi, günümüzün eğitim kurumlarında ısrarla devam eden taciz hikayelerini irdelemek amacıyla yazıya dökmek istedim. Bu yazıyı yazmak alelacele dikiş atılmış, ama iltihaplı bir yarayı tekrar açmak gibi. Bunca yıl, deneyim ve destek sonrasında o yarayı iyileştirmenin bir yolu kalmış mıdır? Bilemiyorum. Tümüyle iyileşmenin bir sanrı olduğunu bilecek yaştayım. Öte yandan, yıllardır süregelen suskunluğumu bozmak, bunu akademik dilin kısıtlarından çıkıp kendi öz deneyimime dönerek yapabilmek bana güç veriyor.

Eminim ki o muhite mutluluk duygularıyla tekrar döneceğim. Ne de olsa bilinçlenme ve büyüme yıllarımı oralarda yaşadım. Birçok liseli arkadaşımla hâlâ süregelen dostluğumun tohumları o zamanlar, o muhitte atıldı. Ancak bilincimin derinliklerinde tortulaşmış taciz ve değersizleştirme hikayelerinin üzerini kapatmak artık mümkün değil. Bedenim bile bunu örtemeyeceğime dair sinyaller vermekte. Kadınların genç kızlık çağlarından itibaren özellikle entelektüel bağlamda saygı görme ve görünür olma heveslerini çok iyi bilen ve okuyan değerli öğretmenlerinden gördükleri ilginin sahici bir iletişim olmadığını idrak etmeleri yıllar sürebiliyor. Tacize uğramanın kadının bilgisizliğine, saflığına veya yanlış anlaşılmalara atfedildiği bu ülkede hikayelerimizi paylaşmak için eskisinden çok daha fazla mecraya sahibiz. Aklımızı olduğu kadar ara ara bedenlerimizi de dinlemek ve neşemizin gölgesinde kalan bazı hikayeleri yüzeye çıkarmak o kadar özgürleştirici ki… Kendi hikayesini neredeyse kırk yıl sonra paylaşabilen biri olarak taciz hikayelerini kamusal alanda paylaşmanın kolay olmadığını söylememe gerek yok sanırım. Var oluşumuz başımıza gelenlerle değil onlara verdiğimiz tepkilerle şekilleniyor. Zamanında verilememiş tepkiler kadınların hayat hikayelerinde sıkça paylaşılan bir düğüm olarak karşımıza çıkar. Bu hikayeyi paylaşırken hayatımda hayalet bir yük olarak var olan ve taşlaşmış bir ağırlığı sabırla yonttuğumu hissediyorum. Lisemin duvarları artık zihnimdeki ve tinimdeki sessizlik duvarlarım olmaktan çıkıyor. Bu sessizlik duvarını inşa edenler biz olduğumuz gibi, yıkabilecek kudrete sahip olanlar da biziz. Taciz ile baş etme mekanizmalarımızı harekete geçirmenin temelinde yıllar sonra da olsa geriye dönüp bakma cesaretine sahip olmak ve geçmişte donmuş kalmış hikayeleri bugüne hizmet edecek şekilde, gerekirse destek alarak çözümlemek yatıyor. Birlikte nefes alabilmek, üretmek ve sahici bir neşeyle var olabilmek için öznel deneyimlerimizi yine, yeniden ve bıkmadan aktarmak o kadar değerli ki.

İngilizce çevirisi için / For the English translation 

2 YORUMLAR

  1. Yazarın sınıfdaşı ve söz konusu okuldan mezun biri olarak bu güzel ve önemli yazıyı biraz daha geniş bir resme oturtmak istedim.
    Sınıf arkadaşlarımın yaşadıkları bu deneyimlere fevkalade üzülmekle birlikte, şaşırmadım, zira ortam hem o okul özelinde, hem de ülke genelinde gayet uygundu bu tarz baskılara. Tacizi orada olmasa da başka yerlerde yaşamış biri olarak bu sorunun bu okula özgü olmadığının, cinsel tacizin her an her yerde çok çeşitli şekillerde yaşanabileceğinin altını çizerek benim için çok çok daha önemli bir baskı, sömürü, ve taciz şekli olan entelektüel ve duygusal baskının bu söz konusu okulun ve ona benzer bir grup “eğitim” kurumunun daha büyük bir sorunu olduğunu hatırlatmak istedim bu yorumumla.
    Bu okul bize ömür boyu sürecek dostluklar kazandırdı. Fakat, bu çok değerli kazancın dışında, bana göre bize verdiği entellektüel ve duygusal zararın haddi hesabı yok. “İyi okul” maskesi altında yaratıcılığımıza ve düşünme özgürlüğümüze vurduğu darbenin ölçüsü yok.
    Fevkalade kötü bir “eğitim” kurumu imiş o zaman. Bunu ancak şimdiki donanımımla derinlemesine anlayabiliyorum. Dostluklarım dışında tüm diğer bağlarımı bilinçli olarak kopardığım için şimdi nasıldır, neyi nasıl yapıyorlardır bilmiyorum. Bildiğim tek şey bu kurumun semtine ayak basmak ve kendi çocuğumu oraya göndermek istememiş olmam.

    • Küçücük aklımla bir çözüm bulmuştum ben, asla hata yapma. Yapma ki göze batma. Göze batma ki hedef olma. Ve ne olursa olsun ileride kızın olursa kız okuluna gönderme.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.