“Geleneksel aile yapısı”nı kabul etmeyerek ya da sadece sevişerek; otoritelerini sarsıp, çok sevdikleri koltuklarından onları indirebilme ihtimalini tetikliyor ve o damara basabiliyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti yerine ahlak krallığı veya imparatorluğu alternatif isimlerini önerebilirim. Böyle söylüyorum, çünkü her gün yeniden üstüne farklı farklı şeyler eklenerek üretiliyor, çoğaltılıyor ve karşımıza çıkartılıyor “ahlak” kavramı. Magazin yorumcusundan, karşı komşumuza kadar kafamızı nereye çevirsek herkesin dilinde, kafasında, zihniyetinde bu kavram.
Gerçek şu ki ahlak; kadını eve bağlama, ideal eş, anne olmaktan başka bir şey yaptırmama üzerine kurulu. Bu da gerici, sığ ve ayrımcı bir çizgi, kadın özgürlüğü için verilen mücadelede de büyük bir engel. Neden sürekli karşımızda bu ahlak? Çünkü ataerkil korku “ahlak” kavramıyla düğümleniyor. Nedir bu korku? Erk’in elinde tuttuğu, tutmaya çalıştığı o kontrolünü kaybetmek. Ahlak kavramı ile kadının davranışlarının sınırları belirlenmiş, patriyarkanın doğru-yanlışlarına göre şekillendirilmek istenmiştir.
Peki ama benim kiminle seviştiğim ya da sevişiyor olmam devleti neden geriyor?
Çünkü Türkiye’deki milliyetçi, heteronormatif, ahlakçı ideolojinin damarına sevişerek basıyor, “hassas aile yapılarını” yıkabiliyoruz. Onlar için cinsellikten uzak tutularak, onu bastırarak büyütülen ve cinsellikleriyle ilgili sessiz olmaları beklenen tek tip bir kadın var. Zihniyetlerindeki kadına bu sıfatları yükledikleri zaman kadınların daha itaatkâr olduklarını, olabileceklerini düşünüyorlar. Sevişen bir kadın “iyi kız” kimliğini yitirme pahasına bunu yapmalıdır… Biz ne yapıyoruz? Onların bu zihniyetini yıkıyoruz. Erkekliği küçümseyerek, “geleneksel aile yapısı”nı kabul etmeyerek ya da sadece sevişerek; otoritelerini sarsıp, çok sevdikleri koltuklarından onları indirebilme ihtimalini tetikliyor ve o damara basabiliyoruz. Aman biri bastı mı oraya? Bu noktada işte devreye “önleyici (!)” politikalar giriyor. Kadınlara yönelik şiddet için uygulamadıkları önleyici politikaları kendi hırsları için pat diye ortaya koyuveriyorlar. Yani amaç kontrolün elden gitmemesi, kendi özgüvensizliklerini saklama girişimi. Nasıl yapıyorlar bunu? Devlet eliyle her köşeye bir “kışkırtılmış erkek” konuyor. Ne yapıyor bu zihniyetin ürünleri? Çıkıp şunları söylüyor; “Hiçbir şekilde eşcinsellik propagandasının yanında yer almayacağız. Vatandaşlarımızı her türlü aşırılıktan korumak devletin başlıca görevidir.” Sonra bir diğeri çıkıp içeride bulunan kadın siyasetçilere; “Dört duvar verdik, istediğine yaslansın.” diyor. “Marjinalliğe gerek yok.” diyor. Böylece farklılıklarımıza ilişkin sterotipleri besleme görevini üstleniyorlar. Ve bu söylemlerle patriyarkanın öz evlatlarını kışkırtıyolar, sonrasında da “hizaya getirme” çalışması başlıyor. Şiddet, tecavüz, haklarımızın ihlali… arttıkça artıyor. “Kadınların maruz kaldığı şiddet ve sömürünün kaynağı ataerkil aile kurumu aracılığıyla üretilen cinsellik söylemidir. Bu söylem içinde kadınlar erkeklerin denetimine sokulmaktadır. Denetim ilişkisi beraberinde makro düzlemde tüm toplumu düzenlemekte, dolayısıyla cinsiyetler arası hiyerarşiye dayanan ataerkil yapının kaynağı olarak ortaya çıkmaktadır.” (Kadın Cinselliğinin Söylemsel İnşası ve Namus Cinayetleri: Şanlıurfa Örneği. Ayşe Nevin Yıldız, 2009)
Biz kadınlar, hayata karşı güvensizliği, kendimize karşı güvensizliği durduk yere, kendi kendimize yaratmadık. Bizler cinsiyetçi-ayrımcı politikalar, kışkırtılmış erkeklik yüzünden yani tarihsel bir süreçten sonra bu noktaya getirildik. Bu yüzden de erkek-devlet tahakkümünde şekillenen ve heteronormatif biçimin dışında kalan herhangi bir cinselliğe asla bir alan tanımayan bu sistemde; sevişmek, bunu özgürce ifade etmek ve cinselliği tabu olmaktan çıkarıp konuşmak, kadın cinselliğini olumlayan söylemi, arzumuzu istediğimiz gibi ifade etmeyi ve bizi güçlendirir.
Bu aynı zamanda cinsel adalet açısından da önemli hatta temel bir mevzudur. Yani aslında cinselliğimizi saf hazcılığa indirgemiyoruz. Cinselliğimize yaptığımız vurgu (özgürce onu yaşamak, ifade etmek, genel ahlak kuralarının damarına basmak) aynı zamanda patriyarka tarafından bize biçilen cinselliği, doğurganlığın tekelinden çıkarmak için de çok önemli değil mi?
Şiddet sarmalında yoğrulan muhafazakâr zihniyet bugün bu ahlak imparatorluğunu yönetiyor ve dayattıkları ahlak kurallarını kabul etmediğimiz için bizleri “kontrol” altına almaya çalışıyor. Yani cinselliği bir toplumu düzenleme aracı, biyopolitika olarak kullanıyorlar. Kısacası kiminle sevişeceğimize bizim yerimize genel ahlak karar veriyor. Böylece ben bugün kendi istediğim kişi ile istediğim herhangi bir zaman diliminde seviştiğimde “ahlaksız” damgası vurulup, dışlanıyorum. Tüm bunların toplamında Türkiye’de kadının yokluğu gayet ortada. Kadın yok ama onu engelleyici her şey var. Egemen olan ideoloji, ahlak bekçiliği misyonunu üstlenmiş, kadın hazzının denetimini hedeflemiş ve orada sıkışıp kalmış.
Ancak ben bu ahlak bekçilerine, bu misyonu kendilerine görev sayanlara karşı şunu söylüyorum; “ahlaklı olmanın” tutsaklığı yerine “ahlaksızlığın” özgürlüğünü yaşayacağım.