Ne İstanbul Sözleşmesi ne de 6284 sayılı Kanun şiddete karşı ceza uygulamalarıyla sınırlı. Aksine, kadınlardan yana hak temelli bir yaklaşımla nitelikli sosyal hizmet mekanizmalarını işe koymayı gerektiren kapsamlı bir politika ve uygulama çeşitliliği sunuyorlar.

Görsel: Kara Walker

Bu yazıyı yazmak için bilgisayar başına geçtiğimiz gün, Türkiye’de yakınındaki erkekler tarafından üç kadının daha öldürüldüğü haberini okumuştuk. Öldürülen her kadın, yaşanan her taciz, toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet biçimleri içimizde derin bir öfke yaratırken, adalet duygumuzun tesisini sağlamak, toplumsal cinsiyete dayalı şiddetle mücadele etmek nasıl mümkün? Özellikle son yıllarda Türkiye’de daha da belirginleşen ceza ve tutuklama taleplerini göz önünde bulundurarak, aklımızda bir süredir dolaşan bir soruyu sesli sormak istiyoruz: Erkek şiddetiyle mücadelede en etkili yöntem gerçekten hapis cezası, daha fazla ceza artırımı, daha fazla kapatılma olabilir mi?

Feminist hareketin 1970’lerden beri kendine şiar edindiği sloganlardan bir tanesi “kişisel olan politiktir” ve aslında bununla bağlantılı olarak üzerine çokça düşündüğü, mücadele yürüttüğü alanlardan birisi ev içi şiddet, erkek şiddeti ve/veya birebir ilişkilerimizde deneyimlemek zorunda kaldığımız şiddet biçimleri. Türkiye’de de 80’lerin başından itibaren bu sloganı benimseyen feminist hareketin, 80’lerin sonuna gelindiğinde ilk kitlesel eylem ve kampanyalarını “dayağa karşı” örgütlediğini biliyoruz. Yıllar içerisinde bu şiar ve erkek şiddeti ciddi bir feminist gündem haline gelirken, pek çok kadın da bu mücadele etrafında bir araya geldi. Özellikle son yıllarda erkek şiddetinin daha da görünür olmasıyla birlikte meselenin artık sadece feministlerin gündemi değil, kadın örgütlerinin ve diğer toplumsal hareketlerin de bolca konuştuğu konulardan biri olduğunu görüyoruz. Her ne kadar bu şiddet biçimi farklı gruplar tarafından farklı şekillerde tanımlansa da (kadına yönelik şiddet, ataerkil şiddet, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanan şiddet, erkek şiddeti, eril şiddet, kadın cinayeti, kadın katliamı, cinskırım vb.) farklı taleplere ve mücadele biçimlerine işaret etse de adalet duygusunun tesisi konusunda mevcut mekanizmaların yetersizliğine dikkat çeken bu taleplerin genellikle faillerin tutuklanması, daha fazla hapis cezası alması etrafında şekillendiğini fark etmemek neredeyse imkansız. Peki, gerçekten adalet talebimiz daha çok hapis, daha çok kapatılma, devletin uygulayacağı daha fazla cezayı talep etmeye sıkıştırılabilir mi? Ya da başka bir deyişle, feministlerin erkek şiddetiyle mücadelesi sadece bu araçlara ve taleplere indirgenebilir mi?

Bu noktada, özellikle Black Lives Matter (Siyah Hayatlar Önemlidir) eylemleriyle daha da görünür olan kapatılma karşıtı (abolitionist)[1] hareket, hapishane ve her türlü kapatılmanın biçim ve yapı itibariyle şiddet doğurduğunu, özellikle de toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin buralarda yeniden üretildiğini vurgular. Kapatma biçimleri ve hapishanelerin ne adalet duygumuza yönelik ne de patriyarkayla mücadelede bir dönüştürücülüğü olmadığına dair hatırlatma yapar. Erkek şiddetine karşı mücadelenin temel yöntemini hapis ve kapatılmalar olarak gören hapis/kapatma yanlısı (carceral)[2] feminizmden farklı olarak kapatılma karşıtı (abolitionist) feministler, patriyarka, cinsiyetçilik gibi şiddet rejimlerini ortaya çıkaran yapılar ve sistemlerle mücadele etmediğimiz sürece herhangi bir dönüşüm elde edemeyeceğimizi belirterek, erkek şiddetinin son bulmasının sadece daha fazla hapis talebine sıkıştırılamayacak bir sorun olduğunu söylerler. Bu noktada, hapishanelerin herhangi bir dönüştürücülüğünün olmadığı, herhangi bir “ıslah” işlevi görmediği ve aksine daha fazla şiddet doğuran mekanizmalar olarak işlediklerinin aksini savunmak neredeyse imkansız. Sadece geçtiğimiz nisan ayında yürürlüğe giren yeni infaz yasasının ardından yaşanan tahliyeler ve hapishaneden çıkar çıkmaz kadın partnerini öldüren erkek haberlerini hatırladığımızda bile hapishanelerin dönüştürücülüğünden medet umamayacağımız açık bir şekilde ortaya çıkıyor.

Kaldı ki ceza sistemi ve kapatılmaların herkes için aynı işlemediği ırk, cinsiyet, sınıf gibi hiyerarşilerden azade olmadığını da biliyoruz. Bugün Amerika’da bir erkeği öldürmekten hapishanede olan kadınların yüzde 90’ı daha önce o erkek tarafından taciz edilmiş kadınlar ve bu kadınların çoğunluğu beyaz olmayan, trans, alt sınıftan kadınlardan oluşuyor (ACLU, 2021). Öte yandan, partnerini öldürdüğü için kadınların aldığı ceza ile erkeklerin aldığı cezalar arasında ciddi farklar var. Burada failin yaşı, toplumsal statüsü, sınıfı, cinsel yönelimi gibi pek çok etkenin verilen cezayı belirlediğini Türkiye’deki sayısız örnekten de biliyoruz. Amerika’da bu eylemler sonucu kadınların aldıkları cezalar ortalama 15 yıl civarındayken bu oran erkekler için 2-6 yıl arasında değişiyor (ACLU, 2021)[3]. Türkiye’de bu kadar net sayı ve istatistiklere ulaşamasak da durumun çok farklı olmadığını, mevcut hukuk sisteminin kadınları korumadığını ve hatta cezalandırdığını Nevin’in, Melek’in ve diğer kadınların hikayelerinden biliyoruz.

Bu noktada, kapatma ve güvenlik kurumlarının işlevini/işlevsizliğini tartışmanın yanında adaletin tecellisini cezalandırma ile sınırlayan söz ve eylemlerin dışarıda bıraktıkları da tartışmaya değer. Feministlerin devlet ve patriyarka ilişkisi ve özellikle cezasızlık rejimi üzerine tartışmaları kapatma/güvenlik mekanizmalarında cinsiyetlendirilmiş şiddetin nasıl yeniden üretildiği hakkında yeterince eleştirel tespit ve argüman barındırıyor. Ancak feministlerin tüm müdahalelerine rağmen, adalet (ve elbette güvenlik ve sosyal hizmet) sistemine içkin cinsiyetçilik hala devam ediyorsa bunda cezaların ağırlaştırılması ve hatta idamı savunan ‘uzmanlar’, yorumcular, avukatlar ve hatta ‘aktivistler’in sözlerinin genel geçer bir doğru gibi dolaşımda olmasının payı gözardı edilemez. Bu noktada, birçok kişinin aklından haklı olarak “failler hapiste olmasa tehdit ettiği kadınları öldürebilir, zaten devlet de hapsetme dışında bir koruma yöntemi sunmuyor” gibi düşünceler geçebilir. Hal böyle olunca kadın cinayetlerinin aslında önlenebilecek olduğunu bilmek kadar yaygın cezasızlık örnekleri nedeniyle de erkek şiddeti karşısında hapsetme yanlısı yaklaşım bu denli ağırlık kazanıyor. Sonuç olarak ağır ceza ve hapsetme, şiddetle mücadele konusunda tüm diğer mücadele ayaklarını gölgede bırakırcasına tek etkili yöntem ve adalet talebinin nihai karşılığı olarak öne çıkıyor. Öyle ki bu, kadın hareketi içinde bazı gruplar tarafından dahi açık ya da örtük bir şekilde kabul görebiliyor.

Oysa, feminist hareketin “Erkek adalet değil gerçek adalet” sloganı adalet sisteminin hiç de pürüzsüz işlemediğini anlamak için oldukça yol gösterici. Bu slogan patriyarkanın devamlılığında devletin başat rolüne işaret ederken, cezasızlık rejimini, cezanın ‘yetersizliği’ kadar cezalandırma/aklama sürecinin cinsiyetçi örüntüsüyle ilişkilendiriyor. Devleti ve adalet kavramını mistikleştirmek yerine karar aşamasına kadar atılan her bir adımın oldukça gündelik pratiklerden oluştuğundan, duruşma salonlarında mahkeme heyetlerinin kadınların beyanlarını kulak arkası ederken nasıl olup da takım elbise ve kravatın cazibesine kapıldığından, polisin ve savcının topladığı/toplamadığı delillerden, kadınlara sağlanan/sağlanmayan koruma ve destekleme mekanizmalarından, yargı mensuplarının kadınların deneyimlerini nasıl anlayıp yorumladığından bahsediyor. Kısaca devletin cezalandırma gücünü kullanmakta yetersiz kaldığı gibi kolaycı bir argüman yerine, cezalandırma tekelini hangi saiklerle kullandığını, kadınların aleyhine işleyen adalet sistemini ifşa ediyor. Devleti cezasızlığın kaynaklarından biri olarak tanımlıyor ve sistemi ifşa ederek patriyarkal uygulamaların bir kısmına engel oluyor.

Adaleti ceza hukukuna indirgeyen bakış bir yandan da erkek şiddeti karşısında adalet arayışının asıl öznesi olan kadınların karmaşık ve uzun erimli deneyimlerini, devlete rağmen şiddet faili erkeklere karşı verdikleri mücadeleyi silikleştiriyor. Adalet ile sosyal politika arasındaki bağı zayıflatıyor. Hukuk sistemi içindeki adalet arayışı adalet duygusunun sağlanması, özellikle faillerin eylemlerinden sorumlu tutulmasının yollarından biri olsa da kadınların adalet mücadelesi mahkemelerde başlamıyor. Erkek şiddetinin yargıya intikal etmesinden çok daha önce, henüz sosyal hizmet ve sosyal yardım mekanizmalarından yararlanma aşamasında adalet duygusu zedelenmeye başlıyor. Geri çevrilen destek talepleri de en az kadınların ihtiyaçlarıyla ve özgün durumlarıyla örtüşmeyen kopyala yapıştır tedbir kararları veya faillere ceza indirimleri kadar adalete erişimi zorlaştırıyor. Dahası, ifşadan öz-örgütlenme pratiklerine kadar pek çok feminist yöntem geliştirerek kadınlar mevcut sistemle mücadele etmeye çalışıyor.

Yakın tarihimizde İstanbul Sözleşmesinden çekilmeye karşı yapılan tartışmaların gitgide ceza üzerine yoğunlaşması, koruyucu ve en önemlisi güçlendirici sosyal politika tartışmalarını geri plana itebiliyor. Ancak ne sözleşme ne de 6284 sayılı Kanun şiddete karşı ceza uygulamalarıyla sınırlı. Aksine, hukuki yaptırımlar ve yargı süreçleri kadar sosyal politikayı da dönüştürmeyi hedefleyen, kadınlardan yana hak temelli bir yaklaşımla nitelikli sosyal hizmet mekanizmalarını işe koymayı gerektiren kapsamlı bir politika ve uygulama çeşitliliği sunuyorlar. Ancak pandeminin de açıkça gösterdiği gibi sosyal hizmet ve sosyal yardım mekanizmaları gerektiği gibi işlemiyor ve kadınları güçlendirmek yerine güvenlik ve kapatma perspektifine göre şekilleniyor. Bugün hala ilk başvuru yerinin kadınların şüpheyle karşılandığı karakollar olması yetmezmiş gibi, erkek şiddeti alanında çalışan feminist örgütlerin çalışmalarından takip edebildiğimiz kadarıyla devlet sığınakları hapishanelerden çok da farklı olmayan bir anlayışla yönetiliyor. Kadınlardan ‘güvenlik’ için çocuklarından, sosyal hayatlarından, işlerinden, özgürlüklerinden, fikirlerinden, aidiyetlerinden vazgeçmeleri istenebiliyor. Bu şekilde kapatılma/kısıtlama mekanlarına dönüşen sığınaklarda kadınları güçlendirecek bir sosyal politika anlayışının çok da yaşama şansı yok. Zira sosyal hizmet kurumları söz konusu olduğunda, erkek şiddetinin oluşturduğu riskler etrafında meşrulaşan güvenlik paradigması ile kadınların sosyal, ekonomik, hukuki vb. destek ve imkanlara erişimi arasındaki denge de çoktan ilki lehine bozulmuş durumda.

Öte yandan, taciz ve şiddetle karşılaşan birçok LGBTİ+ ve kadın polise gitmeyi, hukuk sistemine başvurmayı reddederken, adalet duygusunun tesisi için ceza sistemi temelinde bir şey yapmak, kadınlar, LGBTİ+’lar için çoğunlukla kendilerini bir kez daha cinsiyetçiliğin kollarına bırakmak, daha fazla yorulmak ve umutsuzluk dışında bir anlam ifade etmiyor. Bu durumda devleti “yardıma” çağırmak, pek çok kadın ve LGBTİ+ için son çare olarak görünürken bazıları içinse bir ihtimal olarak bile belirmiyor. Özellikle göçmen kadın ve LGBTİ+’ların yaşadığı kağıtsızlık ve/veya vatandaş karşısında dezavantajlı bir konumda bulunma hali ve beraberinde getirdiği sınır dışı edilme korkusu herhangi bir şiddet durumunda hukuka başvurmak bir yana polisi “yardıma” çağırmayı bile akıllara getirmiyor.  Kaldı ki göçmen kadın ve LGBTİ+’lar için geri gönderme merkezleri, kamplar başka türlü kapatma ve hapsetme mekanizmaları olarak işlemeye devam ediyor.

Dolayısıyla devletle bu kadar derdimiz varken, erkek şiddetiyle mücadelede sadece devlet cezalandırması ve kapatılma değil, feminist yöntemleri ve kazanımlarımızı bir kez daha hatırlayarak ortak mücadele hattı kurmak, kendi yöntemlerimizi genişletmek artık bir zorunluluk olarak beliriyor. Feministler olarak erkek şiddeti karşısında polisi ve devleti çağırmak dışında da yöntemlerimiz var. Çünkü biliyoruz ki patriyarkayla mücadele etmeden tahayyül ettiğimiz dönüşüm gelmeyecek. Mücadelemiz kapatılmalara ihtiyaç duyulmayacak bir dünya yaratana kadar devam edecek, patriyarka, ırkçılık, kapitalizm ve türcülüğün olmadığı bir dünya kurana kadar.

[1] The Abolition Collective’e hazırladığı şahane okuma listesi ile bizi abolition meselesiyle tanıştırdığı, abolition study group’a ise kolektif bir alan yaratarak zihnimizde yeni tartışmalar yarattığı için teşekkür ederiz. Okuma listesine bakmak isteyenler için: https://abolitionjournal.org/studyguide/

[2] Hapis/kapatma yanlısı feminizmle ilgili: https://catlakzemin.com/hapis-kapatma-yanlisi-feminizme-karsi/

[3] American Civil Liberties Union (2021), https://www.aclu.org/other/words-prison-did-you-know#_edn42

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.