İşte Böyle Oldu bir kadının patriyarkal toplumun kurguladığı “mutluluk senaryoları”nda -aşkta, evlilikte, ailede ve annelikte- kimlik, anlam ve mutluluk arayışının hikayesi. Bu arayış, “mutluluk senaryoları”nın sorgusuna dönüşüyor ve sırasıyla her biri koflukları ve acılıklarıyla saçılıyor önümüze. Hüsranla ve mermiyle bitse de yine de umutsuz bir hikaye değil.

Fotoğraf: The New Yorker/ Leonarda Cendamo (1990)

Yahudi asıllı İtalyan yazar Natalia Ginzburg’un İşte Böyle Oldu isimli romanı kasım ayında Şemsa Gezgin çevirisiyle Can Yayınları’ndan çıktı. Roman, mermiyle başlayan, yazmayla sona eren; mutsuzluk, ihanet, yas ve yalnızlıkla örülü sıkıcı bir evliliğin hikayesi. “Hanım hanımcık” bir kadının tabancaya uzanışının hikayesi.

“Alnının ortasına ateş ettim. Yola çıkacağı için termosu hazırlamamı istemişti. Mutfağa gittim, çayı demledim, içine süt ve şeker koyup termosa boşalttım, bardak özellikli kapağını sıkıca kapattım, sonra çalışma odasına döndüm. İşte resmi o sırada gösterdi bana, yazı masasının çekmecesinden tabancayı aldım ve ateş ettim. Alnının ortasına ateş ettim.”

Sonunu başından veren bir roman İşte Böyle Oldu. Yukarıdaki cümleler kitabın başlangıcı, dört yıllık bir evliliğin ise sonu. Yine de isimsiz kadın anlatıcıyı kocasının “alnının ortasına ateş etmesi”ne götüren süreci soluksuz okuyoruz. Mutlu başlayan bir evliliği trajik sona götüren olaylar klişesiyle karşılaşmıyoruz. Tıpkı kitap gibi evlilik de sonunu başından veriyor. Başından mutsuz başlayan bir evlilik aslında bu. Heteronormatif patriyarkal düzenin normlarına uyan, herkes tarafından iyi, fedakâr, sabırlı, “akıllı uslu” ve “hanım hanımcık” bir kadın olarak görülen kadın karakter kitabın sonunda hem ateş ederek hem kalemi eline alarak bu “makbul” kadını paramparça ediyor. Aynı anda patriyarkanın dayattığı “mutluluk senaryoları” da parçalanıyor.

Öğretmenlik yapan ve bir pansiyonda tek başına yaşayan 26 yaşındaki genç kadın kendisinden 16 yaş büyük Alberto’yla Doktor Gaudenzi’nin evinde tanışıyor. Kadın başlangıçta Alberto’nun ilgisinden ve ona aşık olma ihtimalinden etkileniyor. Bu ihtimal kendisini daha özgüvenli, hayatını daha anlamlı hissetmesini sağlıyor: “Alberto’yu tanımadan önce hayatta yalnız kalacağımı çok sık düşünürdüm çünkü kendimi çok donuk ve anlamsız bulurdum, gelgelelim Alberto’yla tanışınca bana aşık olduğunu düşünmeye başladım ve kendi kendime, o beni beğendiğine göre başkası da beğenebilir, dedim; belki de bu kişi, içimde konuşan o esprili ve tatlı sesli adam olurdu.”

Simone de Beauvoir, Shulamith Firestone, Lee Comer gibi feministler 70’lerde heteroseksüel aşkın feminist eleştirisini yaparlar. Aşkı, “kadınların kendilerine değer vermeyen ve marjinalize eden bir toplumda pozitif kimlik ve kendilerine değer verildiği duygusu arayışıyla” bağlantılı olarak açıklarlar (Jackson 1993:204-5). Romandaki genç kadının Alberto’ya dair dile getirdiği hislerinde ve düşüncelerinde de böylesi bir kimlik ve anlam arayışının ifadelerini görüyoruz: “Alberto’yla olmaktan da çok hoşlanıyordum. Onunla görüşmeye devam ettim, çünkü 26 yaşındaydım ve hiçbir erkekten o güne kadar armağan almamış ve ilgi görmemiştim. Yaşamımı öyle hüzünlü ve boş buluyordum ki; hayatta istediği her şeye sahip olan, seyahat eden, sürekli eğlenceli şeyler yapan Francesca için öyle konuşmak kolaydı.”

Alberto bir gün hiçbir açıklama yapmadan ortadan kayboluyor (evet, tam olarak ghosting!). Aradan bir müddet geçtikten sonra karşılaşıp tekrar görüşmeye başlıyorlar. Kısa bir süre sonra Alberto, evli olan başka bir kadına senelerdir aşık olduğunu ancak “onu çok seviyorsa ve cesareti varsa” evlenebileceklerini söylüyor ve evleniyorlar. Kadına “tetiği çektiren” o uzun yalnızlık da başlamış oluyor. Aslında Alberto’ya aşık olup olmadığı konusunda ikirciklidir, sık sık sorguluyor kendisini. Bu sorgulama en çok da onunla seviştiğini düşündüğü anlarda duyduğu tiksintiden sonra derinleşiyor. Evliliği müddetçe de tek bir an dışında bu tiksinti devam ediyor. Evlendikten kısa bir süre sonra Alberto aşık olduğunu söylediği kadın Giovanna’yla uzun seyahatlere çıkıyor. Kadın biliyor ancak kabullenişle hayatına devam ediyor. Evlenince öğretmenlik yapmayı da bıraktığı için hiçbir meşgalesi ve kuzeni Francesca’dan başka arkadaşı da kalmıyor.

Sara Ahmed, Mutluluk Vaadi isimli kitabında cinsiyetçi “mutluluk senaryoları”ndan bahseder. Ahmed’e göre mutluluk senaryoları, “kadın ve erkeklere mutlu olmak için ne yapmaları gerektiğini söyleyen, mutluluğun doğal ve iyi olmanın sonucunda elde edildiği toplumsal cinsiyetçi senaryolardır” (Ahmed 2016:87). Bu senaryolara göre mutluluk yalnızca patriyarkal toplumun belirlediği yerlerde bulunur. En temel mutluluk göstergelerinden biri ise evliliktir: “Evlilik mutluluğu maksimize ettiği için ‘bütün olası dünyaların en iyisi’ olarak tanımlanabilir. Argüman çok basittir: Evliyseniz muhtemelen evli olmamanıza göre daha mutlu olduğunuzu öngörebiliriz. Bulgu aynı zamanda bir tavsiyedir: Evlenin ve daha mutlu olun!” (Ahmed 2016:17). Kadınlar “iyi bir adam” bularak evlenmeleri ve mutluluklarını bu adamın “mutluluğunda bularak kadın olmaları” gerektiği şeklinde eğitilir (Ahmed 2016:128). Ulaşılması gereken bir arzu nesnesi gibi sunulur evlilik.

Romandaki kadın karakter de bu idealleştirilen senaryodaki mutluluğun peşindedir. En büyük arzusu evlenmek, kendine ait bir eve sahip olmaktır: “Pansiyon odasında yatağıma uzanıp hayal üstüne hayal kuruyor, evlenip bir eve sahip olmanın ne kadar güzel olacağını düşünüyordum. Binlerce küçük, zarif eşya ve yeşil bitkilerle dolu evimi, büyük bir koltuğa uzanıp mendil işleyeceğim günleri hayal ediyordum.”

Sara Ahmed, mutluluk senaryolarını “pek vaat dolu” bulmayarak mutluluğun belirli yerlerde bulunabileceği fantezisini bozan “oyunbozan” kadınlardan da bahseder (Ahmed 2016:93). Ginzburg, kadının kuzeni Francesca’yı tam da böyle bir kadın olarak işliyor romanda. Özgür, “başına buyruk”, toplumun ahlak normlarına ve cinsiyetçi kalıplarına uymayan bir kadın Francesca. Günübirlik ilişkiler yaşıyor, hiçbir erkeğe bağlanmıyor, aileyi “aptalca bir buluş” olarak görüyor, evlenmek ya da çocuk sahibi olmak istemiyor: “Artık yeter. Bir daha eve dönmeyeceğim. Bir oda kiralayıp iş arayacağım. Ailemden bıktım. Ayak altında dolaşan bir koca istemem! Tıpkı sana olduğu gibi boynuzlasın diye mi evleneceğim. Oh ne güzel, ne güzel! Ben erkeklerle yatmaktan hoşlanıyorum. Sık sık sevgili değiştirmek istiyorum. İki kere birlikte olduktan sonra sıkılıyorum adamlardan.” Kadın karakterin roman boyunca kendisini sık sık Francesca’yla karşılaştırdığını görüyoruz, kimi zaman onun gibi cinselliği ve ilişkileri özgürce yaşayan bir kadın olduğunu düşlüyor kimi zaman “bir erkeği kaybetme korkusunu” içinde taşımadığı için Francesca’nın ne kadar da şanslı olduğunu düşünüyor.

Kadın geceler boyu hayalini kurduğu o eve sahip oluyor fakat bu defa kendisini oraya ait hissedemiyor: “O anda, o evde kendimi bir konuk gibi hissettiğimi fark ettim. O evin benim evim olduğunu asla düşünmüyordum, bahçede yürürken o bahçeyi kendime ait bir yer olarak görmüyordum.” Sürekli bir sorgulama ve arayış içerisinde debeleniyor. Alberto’ya kendini açtığında ise Alberto’nun çözümü “mutlu ailenin” olmazsa olmazı çocuk oluyor: “Kadınların ne hissettiğini bilmediğini, bir çocuk sahibi olmaya ihtiyacım olduğunu çünkü bir kadın için ve hiç kuşkusuz bir erkek için bunun çok önemli olduğunu söylemişti. Sürekli iç dünyama bakma gibi kötü bir alışkanlığım olduğunu ve bundan vazgeçmem gerektiğini belirtmişti.”

Kadın Alberto’nun doğru söylediğini, belki de ihtiyacı olanın gerçekten bir çocuk doğurmak olduğunu düşünüyor. Çok geçmeden uzun yalnızlığa bebek de ekleniyor. Bebek doğunca annesi çok mutlu oluyor: “Annem çok mutluydu, yola çıkmadan önce mutlu olup olmadığımı sordu, ona mutlu olduğumu söyledim.” Bir sorudan çok bir teyittir annesininki. “Mutlu değilim” deseydi neyle suçlanacaktı? Bencil, kötü eş, berbat bir anne? “İyi bir eş” olma yolundaki tavsiyelerini de esirgemiyor annesi: “…annem bana bir de mektup yazmıştı, çalıştığı için Alberto’nun fazla yorulmamasına dikkat etmem gerektiğini, onu zayıf bulduğunu, az yemek yediğini fark ettiğini söylüyordu, ayrıca bebeğin geceleri onu uyandırmamasına da özen göstermeliydim.” Tam da Sara Ahmed’in dediği gibi annesinin kızından beklediği mutluluğu evlendiği adamda, doğurduğu çocukta bulması; kocasının halini, bedenini, aç karnını, uykusunu öncelemesidir. Patriyarkal düzende mutlu ailenin, mutlu çocuğun, mutlu evliliğin teminatçısı gibi görülür kadın. Hep mutlu, güler yüzlü olması, şikayet etmemesi beklenir. Ev içi emek ve bakım emeği yüküne bir de “mutluluk yükü” eklenir.

Kadın bu defa “evli-mutlu-çocuklu” mutlu aile senaryosunu annelik üzerinden sorgulamaya başlıyor. Bir çocuğa sahip olmanın erkek ve kadın için nasıl aynı anlama gelmediğini, kadının hayatı kökten değişirken erkeğin yaşamını tüm rutinleriyle sürdürdüğünü görüyor: “Bir kadın için bunun gerçekten tek önemli şey olduğunu düşünüyordum. Ama erkekler için öyle değildi. Çocuk doğduktan sonra Alberto’nun yaşamında hiçbir şey değişmemişti, aynı yolculukları yapıyor, defterine aynı resimleri çiziyor, kitap sayfalarının kenarlarına notlar alıyor, sokakta, kısa ve hızlı adımlarla, dudakları arasında sigarasıyla yürüyordu.”

Alberto en sonunda boşanmak istiyor, o sırada çocukları yakalandıkları bir hastalık sonucunda ölüyor. Alberto’nun mecburi kalışıyla bir müddet daha evlilikleri devam etse de kadın sürekli olarak Alberto’nun onu terk edip gideceği korkusuyla yaşıyor. Tam da bu noktada kadının roman boyunca devam eden içsel sorguları bir biçim kazanıyor. Yaşamına yön verebileceği başka “senaryolar”ın da var olduğunu, anne ve eş olmanın ötesinde bir hayat da yaşanabileceğini düşünüyor ve gün geçtikçe “ateş etmeye” daha da yaklaşıyor: “Kendi kendime, bir insanın hayatında sadece aşk ve çocuk olmayabileceğini, insanın yüzlerce şey yapabileceğini, hatta Hristiyanlığın başlangıcı üzerine bir kitap bile yazabileceğini tekrarlıyordum. Nasıl da yoksul bir yaşamım olduğunu düşünüyor, ama değiştirmeyi denemek için artık geç olduğuna inanıyordum ve düşüncelerimin derinliklerinde sürekli o tabanca çıkıyordu karşıma.”

Derken bir gün kocasının sevgilisi Giovanna kadınla konuşmak için eve geliyor. Kadın, Giovanna’ya “burada biraz daha kalırsa onu öldürmek isteyebileceğini” söylüyor. Buna karşılık Giovanna bir kahkaha patlatıyor: “Yapamazsın. Çok uslu, hanım hanımcık biri gibi duruyorsun.” Bu andan itibaren kadın sürekli olarak “hanım hanımcık olma” halini düşünüyor. Aynaya bakıyor, kendini inceliyor. Alberto’nun yine yolculuğa çıkmaya karar verdiği bir gün, alnının ortasına ateş etmeden yaklaşık birkaç dakika önce ondan da “hanım hanımcık” bir kadın olduğunun “onayını” alıyor: “Gidip aynaya baktım ve ‘Ne varmış ki yüzümde! Hanım hanımcık bir yüz işte,” dedim. “Hanım hanımcık, evet,” dedi. Hafifçe saçlarımı okşadı. Sonra gidip çayı hazırlamamı söyledi.” Çayı hazırlayıp geliyor, Alberto’nun deftere bir tren resmi çizdiğini görüyor ve alnının ortasına ateş ediyor. Oyunu bozuyor.

Kitabın sonunda, çok kez düşünmesine rağmen polise gidip teslim olmuyor ya da intihar etmiyor. İkince kez nişan alıyor ve yazıyor: “Kalemi ve mürekkebi alıp alışveriş defterine yazmaya başladım. Ansızın kendi kendime kime yazdığımı sordum. Ne Giovanna’ya ne Francesca’ya ne de anneme yazıyordum. Kime o zaman? Ama buna karar vermek çok güçtü ve net ve alışıldık yanıtlar için zamanın içimde sonsuz durduğunu hissediyordum.” Yazarak ikinci kez oyunu bozuyor. Çünkü “hanım hanımcık” kadınlar kocalarını öldürmedikleri gibi yazmazlar da. Joanna Russ, Yazmak Yasak’ta Ellen Glasgow’un ilk romanının taslağını götürdüğü yayıncıyla aralarında geçen diyaloğa yer verir: “Kadınların, hele ki doğuracak yaştaki kadınların yazmasında gönlü olmadığını söyleyip ‘Sana verebileceğim en iyi tavsiye yazmayı bırakıp Güney’e dönmen ve çocuk doğurmandır. Kadını yücelten şey güzel kitaplar yazması değil güzel çocuklar doğurmasıdır’” (Russ 2022:24).

İşte Böyle Oldu bir kadının patriyarkal toplumun kurguladığı “mutluluk senaryoları”nda -aşkta, evlilikte, ailede ve annelikte- kimlik, anlam ve mutluluk arayışının hikayesi. Bu arayış, “mutluluk senaryoları”nın sorgusuna dönüşüyor ve sırasıyla her biri koflukları ve acılıklarıyla saçılıyor önümüze. Hüsranla ve mermiyle bitse de yine de umutsuz bir hikaye değil. Rebecca Solnit, “Hikayemiz neyse oyuz biz, hem bir zindan olabilir bu hikayeler hem de zindanın kapısını zorlayıp açan levyeler” (Solnit 2022:25) der. İşte Böyle Oldu’daki kadın karakterin hikayesi de böyle. Bir zindan. Ama aynı zamanda kitabın sonunda kalemi eline alması ve yazmaya başlamasıyla “zindanın kapısını zorlayıp açan” bir levye.

Kaynaklar

Ahmed, Sara. 2016. Mutluluk Vaadi. (çev: Deniz Mayadağ). İstanbul: Sel Yayıncılık.

Jackson, Stevi. 1993. “Even Sociologists Fall in Love: An Exploration in the Sociology of Emotions”. Sociology 27(2):201-20.

Russ, Joanna. 2022. Yazmak Yasak: Bastırılan Kadın Yazını. (çev: S. Melis Baysal). İstanbul: Minotor Kitap.

Solnit, Rebecca. 2022. Tüm Soruların Anası. (çev: Elif Ersavcı). İstanbul: Siren Yayınları.

 

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.