Toplumsal yeniden üretim kuramına yönelik ilginin yeniden canlanması, cinsiyetlendirilmiş emeğin kapitalist sistem içerisindeki yerine ilişkin yeni bakış açıları sunuyor. Christine Delphy’nin bu meselelere dair sorular için önemli bir başlangıç noktası oluşturan ekonomi politik anlayışıysa, Anglofon dünyada pek bilinmiyor. Aşağıda okuyacağınız metin, Isabelle Courcy ve Melissa Blais tarafından Delphy’nin Pour une théorie générale de l’exploitation [Genel sömürü teorisine doğru] (2006) kitabına önsöz olarak yazıldı.
Christine Delphy Quebec’te, Fransa’daki tartışmalarda “cinsiyet”i doğallık ekseninden çıkaran ve cinsiyet kimliğini kavramsallaştırma yolunda çığır açan ilk feministlerden biri olarak bilinir. Ekonomi politik alanına yaptığı katkılarla anılması ise daha nadirdir. Oysa Christine Delphy, Marx’ın ekonomiye ve sömürü ilişkilerine dair teorilerindeki boşlukları teşhis etmenin yanı sıra patriyarkal, kapitalist ve ırkçı sömürü sistemlerinin birbirine nasıl eklemlendiğine ilk kafa yoran kişilerden biridir ve birçok insanın unuttuğu bir olgunun da altını çizer: feodal üretim tarzı ve serfliğin hâlâ sürüyor olduğunun.
Patriyarkanın salt bir baskı sistemi olarak kavramsallaştırılmasının kör noktalarını hedef alan Christine Delphy, ailenin de bir ekonomik sömürü alanı olduğunda ısrar eder. Buna göre kadınlar aile içinde sadece baskı görmez, ev içi ekonomide sömürülürler de. Delphy, Ortodoks Marksizm’le yüzleşmenin ötesinde, bazı feministlerin “iş ve aile arasında uzlaşma” ya da “işlerin paylaşımı” hakkındaki beyanlarını da sorgular. Bununla da kalmayıp, çocuk bakımı için finansal yardım sunan sistemlerin kadınların özgürleşmesi perspektifinden bir illüzyon olduğunu söyleme cesaretini gösterir.
Christine Delphy’nin analizinin gücü tam da burada yatar: görünmeyeni (özellikle de kadınların ve kölelerin sömürülmesini) görünür kılmasında, feminist çevrelerde neredeyse evrensel biçimde kabul gördüğünü varsaydığımız bazı politikaların “öteki yüzü”nü ortaya sererek temelinden sarsmasında, “hazır paket” feminizmin sunduğu rahatlığı reddetmesinde. Makalelerinin odağında sömürüden azade bir dünya ütopyası olduğundan emin olabilirsiniz. Keskinliği, yerindeliği ve kuvvetli bir doz polemiğiyle Delphy sömürünün (yeniden) düşünülmesine olanak sağlayan bir genel teorinin temelini atar.
Ortodoks Marksizm’le yüzleşmek
Delphy, kitabın daha başındaki şu cümleyle, dogmatik Marksizm’e tüm gücüyle saldırır: “Bu dogmaya göre ‘ya artı-değer ya hiç.’” Artı-değer teorisinin belli bir sömürü (ücret-emek) türünün mekanizmalarını ortaya çıkarmaya yarayan belli bir teori olduğunun altını çizer. Böylece bu teorinin (Fransa’nın solcu ortamlarında yaygın olan) her alana uyarlanabileceği iddiasını eleştirirken, bu uyarlama çabasının kendisinin kapitalizmin dışında yer alan, daha doğrusu piyasa ekonomisi içerisinde bir alış-verişe dayanmayan sömürü sistemlerini tartışılmaz kıldığına dikkat çeker.
Daha geniş anlamda, Delphy bu teorinin “ilerici” bir bakış açısı olarak tescillenmesinin altında yatan koşulları yakından inceler. Marx’ın kendisinin bu “ilerleme” kavramına inandığını hatırlatır; Marx tam da tarihi, Orta Çağ’dan moderniteye, sınıf çatışmalarının ekonomik yapılarda dönüşüme yol açmasıyla serflik ya da emek sömürüsünün diğer “arkaik” formalarının ortadan kaybolmaya mecbur olduğu şeklinde yorumladığı için sömürüyü sadece kapitalist ilişkilere indirgemiştir. Bu güya solcu kavramsallaştırma, emeğin sadece ücret karşılığı çalışma yoluyla sömürülebileceği bir sisteme yer verir, yani kapitalizme.
Christine Delphy bize, Marx’ın modern “bilimsel” anlayışa ulaşma çabasının, onu hem teorisini insan topluluklarını sadece “ilerleme” ekseninde değerlendiren bir görüş üzerine bina etmeye hem de modern ekonomistlerin kelimelerini ve analitik çerçevesini kullanmaya ittiğini gösterir. Marx’ın oluşturmaya çalıştığı “ekonomik-bilimsel” dil, ardıllarının açıklayıcı modelleri gerçeklik sayan, böylece bu modelleri her şeye kadir kabul ederken ampirik olarak doğrulanmalarını imkansız kılan bir “Marksist pozitivizmi” benimsemeye itmiştir. Delphy, model üstüne model dikerek kurulan bu teorik mabedin güçsüz yanlarını teker teker ortaya koyar.
Ancak Delphy’nin eleştirisinin en önemli kısmı bu değil. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, kapitalizmin sömürü analizlerinin merkezine konması, diğer tahakküm formlarını görünmez kılabiliyor; bu çerçevede cinsiyetin ve ırkın önemi talileştirilebiliyor ya da inkar edilebiliyor. Böylece, üzerlerindeki tahakkümün kaynağı ücretli emek olmayan insanların perspektifi görünmez kılınıyor; mücadeleleri, en iyi ihtimalle ikincil sayılıyor, ya da daha kötüsü bu mücadelelere kara çalınıyor ve unutuluyorlar.
Christine Delphy genel anlamda köleliğin, özel olarak da ev içi köleliğin (corvée, zorunlu emek vs.), emeğe (bedavaya) el konmasının türleri olarak hep var olmuş olduğunu ve kendini yenileyerek var olmaya devam ettiğini aktarır. Bu da bizi feodalizmin ölmediği konusunda uyarır—hâlâ kanlı canlı aramızda! Köleliğin çağdaş formları ya da aile içinde kadınların emeğine el konuyor olmasının kendisi bile, sömürü analizlerinin kapitalist çerçeveden uzaklaşması gerektiğine ve “artı-değer” kavramının sömürüye dair tek evrensel “ölçüt” olduğu fikrine meydan okumak gerektiğinin kanıtı sayılır.
Christine Delphy’ye göre, pozitivizm aslen Marksist epistemoloji ile de çelişir—yani bakış açısı epistemolojisiyle.[1] Bu epistemolojik eleştiri, sunduğu önerme nedeniyle önemli: Neden “sınıflı toplumların” genel çerçevesini, hükmedilenlerin bakış açısından tekrar kurmayalım? Böylece Marx’ın anladığı şekliyle emeğe el konması, Christine Delphy’nin bizi üzerinde düşünmeye davet ettiği genel sömürü teorisinin mihenk taşlarından biri haline gelir.
Sömürüyü tüm şekilleriyle düşünmek
Christine Delphy’nin katkıları sayıca çok ve oldukça derin. Kendini yukarıda kısaca bahsi geçen eleştirilerle sınırlandırmış olsaydı bile feminist çalışmalara, emek sosyolojisi ve ekonomi politiğe (ki bunlardan başka alanlarda da çalışmıştır) katkısı büyük olurdu. Bunun yerine, kendini genel sömürü teorisini kurma projesi için gerekli zemini hazırlamaya adamıştır.
Christine Delphy, düşüncesini toplumsal ilişkilerin materyalist bir perspektiften okunması üzerine kurarak, emeğe el konmasını çevreleyen ilişkiler topluluğunun bütününe yakından bakmamız gerektiğinin altını çizer. Bunun olmazsa olmaz koşulu ise, emeğin gasp edilişinin modern Batı bağlamında “ekonomi”nin parçası sayılmayan ve hatalı biçimde tarihe karıştığı varsayılan formlarını göz önüne almaktır. Emeğin gasp edilişinin genelde değerlendirilmeye alınmayan bu formları, Delphy’nin sömürü tanımının ekonomiye endeksli at gözlüklerinden azade edilmesi gerektiği önermesinin altını çizer.
Christine Delphy’ye göre, tüm sömürü formlarının, emeğe el konmasına benzer mekanizmaları—tabii ki farklı derecelerde—kullandığını baştan görmemiz gerekir. Delphy için genel sınıflı toplumlar çerçevesinden doğan ortak bir söz dağarcığı; sömürü sistemlerinin ortak ilkelerini karşılaştırırken, bunların benzeşen ya da kendine özgü olan prensiplerini ortaya koymaya çalışırken kullanılması uygun olan dağarcıktır. Fakat bu, bu ortak dağarcığın her şeyi açıklamaya yeteceği anlamına gelmez: O ya da bu sistem arasında ortak mekanizmalar olabilir, ancak her bir sistemdeki emeğe el konuş biçimleri, karşılaştırabilir olsalar da hemen her durumda o sisteme özgüdür.
Bir tarafta ücret karşılığında el konulan emek (kapitalist sistem) varken, diğer tarafta karşılıksız emek, yani emeğin “direkt” üreticisinin bunu karşılığında sadece (ya da neredeyse sadece) bakım masraflarının karşılandığı bir düzen vardır. Genel bir sömürü teorisi, emeğe el koymanın bu değişik şekillerini (patriyarkal, kölelik, serflik gibi) teşhir etmeli, bunları sadece varsayılan benzerlikleri üzerinden yan yana dizmemelidir.
Christine Delphy, ev içi ekonomi kavramsallaştırmasında ev işinin patriyarkal bir sömürü şekli olduğunu ortaya koyar. Ampirik verilere dayanarak, heteroseksüel bir hanede yapılması gereken ne kadar çok iş varsa, erkeklerin bu işlerin (oransal olarak) o kadar azını yaptığını belirtir. Bu veri, bu emeğin bedavaya ortaya konduğunu kabul etmemizi ve burada olan şeyin bir tür el koyma olduğunun farkına varmamızı sağlar. Delphy’nin vurguladığı gibi, kadınların ev içi ekonomide yaptığı işlerin bir değeri olmadığını söylemek bir illüzyondur, çünkü piyasa ekonomisi içerisinde değiş tokuş edildiğinde bu işler bir ücrete tekabül eder. Bunu el konulan emek yapan, tam da bu işlerin bedavaya yapılıyor olması, yani karşılıksız olmasıdır. Burada kadınların emeğine el koyan kapitalist sınıf değil, bir sınıf olarak erkeklerdir.
Bunlara ek olarak, Christine Delphy’nin, genel bir sömürü teorisini geliştirmek yönündeki en mühim katkılarından biri, sömürünün değişik şekilleri arasındaki sınırların geçirgenliğini ve böylece farklı toplumsal ilişkilerin aynı anda var olabildiğini ortaya koymasıdır. Kapitalizm, serflik ve patriyarka üzerine çalışmaları bir arada düşünüldüğünde, Delphy’nin bu alana sunduğu katkı büyük.[2]
“Hazır paket” feminizmin rahatlıklarını reddetmek
Christine Delphy, feministlerin de, Marx’ın ve ardıllarının modelini kullanarak sömürünün farklı formlarını sadece kapitalist sömürüye indirgenme tuzağını yeniden üretmesine hayıflanır. Ev içi ekonomi ve kadın emeğinin sömürülmesinin yanı sıra “modern” kölelik ya da serfliğin farklı şekillerinin—ki bu terimlerin kapsamı bir hayli geniş—böylece görmezden gelindiğini belirtir. Serflik ve kölelik Afrika, Latin Amerika ve Asya’da var olmaya devam ediyor; özellikle dünya nüfusunun yüzde 80’ini istihdam eden tarım sektöründe. Çoğunluğu kadın olmakla beraber çocukları ve erkekleri de kapsayan bu grup, kapitalist ücret ekseninde sömürülmüyor; bakımları karşılığında—ki bu genelde temel ihtiyaçların karşılamasının ötesine gitmiyor—bir kocaya, babaya, erkek kardeşe, amcaya ya da patrona emeklerini borçlu oluyorlar.
Başka bir düzlemde, Delphy hane içi emek ve ev içi işlerin kadınlar ve erkekler arasında asimetrik paylaşımına eşitlikçi feminist bir bakış açısıyla yaklaşır. Örneğin, aile içinde ortaya çıkan “işlerin paylaşımına” dair problemlerin erkeğin (ücretini kazanmakla meşgul olduğu için) “zamanının olmamasıyla” açıklanması, toplumsal gerçekliğin kimi veçhelerinin tümüyle göz ardı edilmesi anlamına geldiğini belirtir. Delphy’nin buna cevabı, “[Bu açıklama] sadece erkekleri göz önüne alıyor, kadınları görmezden geliyor ve teorik modelini ‘hiçbir şey yapmayan ya da çok az şey yapan evli adam’ figürü üzerine kuruyor. Böylesi bir model de emekçinin (cinsiyetsiz olduğu varsayılan ama aslında cinsiyetinden bağımsız düşünülemeyen bir emekçinin) tüm zamanını, karşılığında ücretini aldığı bir etkinliğe adadığını iddia ediyor.”[3]
Ev işlerinin eşitsiz bölüşümünün devamlılığı, psikolojik bir düzenin faktörleriyle açıklanamaz; cinsiyete dayalı iş bölümünü yücelten ve kalıcılaştıran toplumsal kurumlar (devlet, evlilik, heteroseksüellik) ve cinsiyetlendirilmiş kültür üzerinden açıklanmalıdır. Christine Delphy’nin çalışması, vergi sistemi ve bazı başka “eşitlikçi” politikaların aile/heteroseksüel çift arasında kadınların emeğine el konmasına yardımcı olduğunu açık biçimde gösterir. Fransız sisteminde çocuk bakımı için verilen devlet yardımlarıyla erkek sınıf arasındaki şaibeli ilişkiye dikkat çekerek, devletin sübvanse ettiği asıl şeyin “erkeklerin, tüm zamanlarını işlerine ya da mallarına, hem de kendilerine hiçbir maliyeti olmaksızın adayabilme kapasitesi” olduğunu ifşa eder.[4]
Delphy bununla da kalmayarak, ev içi emeğin kadınlarla erkekler arasındaki asimetrik iş bölümünü üreten ve tahkim eden kurumsal yapıtaşlarını yerinden oynatmak için çeşitli eylem alanları öneriyor. Temelde, feminist hareketin “erkeklerin, tanımları gereği mazur görülemez ayrıcalıklara sahip oldukları ve bu ayrıcalıkların ellerinden alınması gerektiği” gerçeğini tanıması gerektiğini söylüyor.[5]
Her ne kadar Delphy tezlerini Fransız toplumunda geçerli olan siyasalar üzerine kursa da, ortaya koyduğu şeyler bizleri, yani aktivistleri ve üniversite çalışanlarını, Quebec’te de aynı alanlarda eyleme geçmeye kışkırtıyor adeta. Her sene karşımıza çıkan istatistiklere göre kadınların, ücretli bir işte çalışıp çalışmamalarından ya da ilişki durumlarından bağımsız olarak, erkeklere göre çok daha fazla iş yaptığını göz önüne alırsak, bu bir zaruret. Bu istatistikler, işsiz kadınların, işi olan erkek partnerlerine oranla, ortalama %166 daha fazla saati ev işlerine ayırdığını gösteriyor. İşsiz erkeklerse, tam zamanlı işi olan kadın partnerlerine oranla ortalama %4 daha fazla saat ev işi yapıyor.[6]
Christine Delphy’nin argümanlarını okurken görüyoruz ki, (Fransa, Quebec gibi) her bağlamın kendine has özellikleri olsa da, kadın emeğine el konması için yapılan iş birliğinin benzerlikleri ağır basıyor. Quebec’te bu alanda yapacak hâlâ çok şey var.
Kısacası, Christine Delphy’nin bu koleksiyonda yer alan analizlerini, emeğin ücret ilişkisine indirgenmesiyle ortaya çıkan boşlukların tekrar üretilmesine karşı çıkan ve genel bir sömürü teorisinin kurulmasına katkıda bulunan herkesin okuması gerekiyor.
Çeviren: Deniz İnal
Metnin bize kaynak olan İngilizce çevirisi David Broder tarafından yapıldı, Verso Blog’da yayınlandı.
[1] Sosyal bilimlerde Hegel ve Marx’a dayanan feminist bakış açısı epistemolojisi, bilginin toplumsal konumdan kaynaklandığını iddia eder. (ç.n.)
[2] Diğerlerinin yanı sıra, Christine Delphy, L’ennemi principal [Baş Düşman], Vol. 1, Paris, Syllepse, 1998.
[3] Kitabın ilk bölümü “Par où attaquer le ‘partage inégal’ du ‘travail ménager’” [“Ev emeği”nin “eşitsiz paylaşımı”na nereden saldırmalı?] , s. 51.
[4] A.g.y., s. 62.
[5] A.g.y., s. 66.
[6] Évelyne Couturier ve Julia Posca, Chloé Dauphinais ile beraber, Tâches domestiques: encore loin d’un partage équitable [Ev işleri: Hâlâ eşit paylaşımdan çok uzak], IRIS, Ekim 2014, p. 3, http://iris-recherche.qc.ca/wp-content/uploads/2014/10/14-01239-IRIS-Notes-Taches-domestiques_WEB.pdf.