Dedikodu kelimesi bir kadının doğum esnasında yanında bulunan, ona moral ve destek veren kadın arkadaşı ifade etmek için kullanılıyordu. Kadınlar arasındaki dostluğu ve sevgiyi belirten bu terime aşağılayıcı anlamlar yüklenmesi kapitalizme geçiş sürecinde kadın bedenini kontrol ve disipline etmeye yönelik başlatılan “cadı avları” esnasında gerçekleşti.
Bir İç Anadolu ilçesinde, yakın zamanda kapanmış olan kadınlar kahvehanesi üzerine tez çalışmamın sahasını yürütüyordum. İlçede yaşayan kadınlarla yerel yönetim tarafından açılmış olan kahvehanenin bölgede nasıl yankı bulduğunu, gelen tepkileri, eleştirileri, kadınların deneyimlerini ve kahvehanenin kapanmasına yol açan nedenleri konuşuyorduk. Kadınların gündelik hayatta “eril” olarak cinsiyetlendirilmiş bir mekânın adı altında bir araya gelmeleri ve bazı kadınların mekânsal pratikleri de devralmaya çalışarak kahveye okey getirmeye “kalkışması” kahvehanenin varlığıyla ilgili sorun yaratan başlıca noktalar olarak öne çıkıyordu kadınların anlatılarında ama bunlardan çok daha ciddi bir “problem” vardı. Tam da kadınlara özgü bir konuşma pratiği olarak görülen, tarihsel olarak aşağılayıcı ve küçümseyici anlamlarla örülerek kadınlarla ilişkilendirilmiş, kadın arkadaşlığının ve sohbetinin toplumsal ifadesi: dedikodu.
Kadınların kahvehanede bir araya gelerek aile içine yani özel alana dair yaptıkları “dedikodu”lar zaten hoş karşılanmayan kahvehaneye karşı olumsuz algıyı daha da pekiştirmiş, tepkileri şiddetlendirmişti:
“Orası aile yerinden ziyade bir dedikodu yerine dönüşmüş. Mesela şey oldu, bizim kulağımıza da geldi. Bazı kadınlar orada toplanıp evlerinde eşleriyle, aileleriyle yaşadıkları sıkıntıları, şeyleri anlatmışlar. Burası küçük bir yer. Duyulmuş. ‘Falancanın kocası söylemiş, babası böyleymiş, şu olmuş, bu olmuş’ diye. Eşleri de kızmış, sorun çıkmış. Dediğim gibi burası küçük bir yer. Ben şimdi çıksam yürüsem herkes tanır. Falancanın karısı, çocuğu derler hemen.” (Emine)
“Kadınlar bir araya gelince ne olur? Dedikodu. Evinin, ailenin şeylerini dökmeyeceksin. Burası küçük yer. Sen söylemesen ben söylemesem beriki söylüyor. Herkesin ağzı sıkı değil. Burası küçük yer burada yaşamak işte hem çok zor hem çok kolay. Her şeyine dikkat edeceksin. Konuşmana, gülmene, her şeyine.” (Nurten)
Sahaya çıkmadan önce kadın kahvehaneleriyle ilgili yapılmış haberleri araştırdığım sıralarda da dedikodu meselesiyle sıklıkla karşılaşmıştım. Neredeyse her kadınlar kahvehanesi haberinin altında “Kadınlara üretebilecekleri bir yer açsaydınız ya bütün gün dedikodu mu yapacaklar”, “kadınlara dedikodu yapacakları bir yer daha”, “kadınlara dedikodu mekânı açmışlar” gibi yorumlar oluyordu. Aslında kahvehane gibi kamusal mekânlarda yapılan dedikoduların sorun olarak görülmesi yeni değil, kadınlara özgü de değil. Cengiz Kırlı (2000), doktora tez çalışmasında 17. yüzyıl Osmanlı kahvehanelerinde sıradan insanların -daha doğrusu erkeklerin- yaptıkları gündelik ve siyasi sohbet ve dedikoduların hafiyeler aracılığıyla kayıt altına alındığı “havadis jurnalleri” isimli belgeleri inceler. Kahvehane sohbetinin/dedikodusunun Osmanlı Devleti tarafından nasıl tehdit olarak algılandığını ve sosyal kontrol amaçlı kullanıldığını gösterir. Fakat kadınlar kahvehanesi bağlamında söz konusu olan kadınların arkadaşlıklarının, sosyalliklerinin, sohbetlerinin “dedikodu” ifadesiyle küçümsenip değersizleştirilmesi. Erkeklerin gün boyu kahvehanelerde yaptıkları sohbetler “gerçek” ve “dikkate değer” görülürken kadınların sohbetlerinin sözde “boş lakırdı” ve “dedikodu” olmanın ötesinde görülmemesi. Aslında patriyarkanın kadınların sohbetlerini son derece olumsuz çağrışımlarla ördüğü “dedikodu” kelimesiyle değersizleştirmesi bunları gerçekten önemsiz gördüğünden değil, aksine dedikodunun sistemi tehdit eden; kadınlar için direnme, güçlenme ve dayanışma imkânı barındıran bir güç olduğunu bilmesinden kaynaklanıyor.
Peki, tarihsel olarak dedikodu kadınlarla nasıl ilişkilendirildi? Ne zaman patriyarkanın “korkulu rüyası” hâline geldi?
Dedikodu kelimesi 1500’lü yılların başına gelene dek pejoratif anlam ve çağrışımlara sahip değildi. Esas olarak bir kadının doğum esnasında yanında bulunan, ona moral ve destek veren kadın arkadaşı ifade etmek için kullanılıyordu (McAndrew 2017:193). Kadınlar arasındaki dostluğu ve sevgiyi belirten bu terime aşağılayıcı anlamlar yüklenmesi kapitalizme geçiş sürecinde kadın bedenini kontrol ve disipline etmeye yönelik başlatılan “cadı avları” esnasında gerçekleşti. Silvia Federici (2011), Caliban ve Cadı isimli kitabında bu sürecin tahlilini yapar ve kadınların arkadaşlıklarının nasıl cadı avlarının hedeflerinden biri hâline geldiğini gösterir. Toprak çitleme faaliyetleriyle emekleri değersizleştirilen, ücretli emek piyasasının dışına atılan, kamusal alandan dışlanan kadınlar özel alana yani evlere kapatılarak yeniden üretime mahkûm edilir. Çeşitli nüfus ve doğum politikalarıyla kadınların bedenleri ve doğurganlıkları üzerinde tahakküm kurulur. Yeniden üretim faaliyetine katılamayan ya da bu faaliyeti engelleyen (doğum kontrolü ve “kürtaj” hakkında bilgi sahibi olan kadınlar) çoğunlukla yoksul ve yaşlı proleter kadınlar cadı avlarının en önemli hedefleri hâline gelirler. Kadınlar ekonomik ve toplumsal değersizleşmeyle karşı karşıya kalırlar. Tarihsel olarak dedikodunun anlamı tam da bu süreçte dönüştürülür Federici’ye göre. Hem kadınların birbirlerini ihbar ve teslim etmelerini sağlayarak cadı avlarının başarıya ulaşması için hem de kendilerini tamamen yeniden üretim faaliyetlerine vermeleri için birbirleriyle olan yakınlıkları ve dostlukları engellenmelidir:
“Kadınların toplumsal güçlerini yitirişi, aynı zamanda mekânın cinsiyete dayalı yeni bir ayrışmaya tabi tutulmasında da kendini gösteriyordu. Akdeniz ülkelerinde kadınlar ücretli mesleklerin yanı sıra sokaklardan da kovuldu. Sokaklarda yalnız başına dolaşan bir kadın, alaylara ve cinsel saldırılara maruz kalma riskiyle karşı karşıyaydı. İngiltere’de de aynı şekilde kadınların kamu içinde bulunması hoş görülmemeye başlandı. İngiliz kadınların evlerinin önünde oturmaları kınanır, kadın arkadaşlarıyla vakit geçirmemeleri salık verilir oldu (aynı dönemde kadın arkadaş anlamına gelen “dedikodu” kelimesi aşağılayıcı bir anlam kazanmaya başladı). Hatta kadınların evlendikten sonra ailelerini sık sık ziyaret etmemeleri öğütleniyordu” (Federici 2011:148).
Kadınların bir araya gelmeleri ve dedikodu yapmaları yalnızca “kınama”, “hor görme”, “alay etme” gibi toplumsal baskı yöntemleriyle engellenmeye çalışılmadı. Buna yönelik özel yasalar çıkarıldı, işkence aletleri icat edildi, şiddetli cezalandırma yöntemleri uygulandı. Örneğin 1547 yılında “kadınların bir araya gelip gevezelik etmelerini ve konuşmalarını” yasaklayan ve erkeklere “karılarını evlerinde tutmalarını” emreden bir bildiri yayımlandı (Oakley 2019:14). Aynı tarihlerde Britanya’da, dedikodu yapan kadınları “dizginlemek” için “dırdırcı yuları” (scold’s bridle) denilen demir bir maske icat edildi. “Cadı yuları” (witch’s bridle), “dedikodu yuları” (gossip’s bridle) olarak da adlandırılıyordu (McAndrew 2017:193-94).
1800’lü yıllara kadar Avrupa’da dedikodu yapan, “azgın” ve itaatsiz alt sınıftan kadınları cezalandırmak için kullanıldı. Kafaya sıkıca oturan demir maskenin ağız kısmında sivri uçlu bir demir parçası vardı. Bu sivri uç cezalandırılan kadın konuşmaya çalıştığı anda dilini delecek şekilde ayarlanmıştı. Cezalandırmayı çoğunlukla, kilise ve yerel yetkililerin onayıyla, kocalar yapıyordu. Karısının dedikodu yaptığını duyan bir koca demir maskeyi kadının başına geçirir, maskenin ucuna tasma işlevi görecek bir ip bağlayarak “utanç” yürüyüşüne çıkarırdı (Serena 2018).
Dedikodu üzerinden uygulanan bütün bu işkenceler, cezalandırmalar, kısıtlamalar kadınların kolektif seslerini bastırmak, güçlerini kırmak, komünal bağlarının altını oymak ve kadın sosyalliğini engellemek içindi. Çünkü kadınların kolektif bilgi birikimleri, birbirlerinden öğrendikleri bilgiler, birbirlerine aktardıkları deneyimler heteronormatif patriyarkal düzen için yıkıcı bir tehditti.
Susan Watkins ve Angela Danzi (1995) “Women’s Gossip and Social Change” başlıklı makalelerinde bu tehdidin çok iyi bir örneğini sunarlar. Watkins ve Danzi, 1920-1940 yılları arasında Amerika’da yaşayan İtalyan ve Yahudi kadınların doğum yapma oranlarının giderek azaldığını ve kadınların evlerden ziyade hastanelerde doğum yapmaya başladıklarını gözlemlerler. Bu sosyal değişimin izini kadınların “dedikodu ağlarında” (gossip network) bulurlar. Kadınlar sokaklarda, alışverişlerde, merdiven aralarında arkadaşları, akrabaları ve komşularıyla yaptıkları dedikodular sayesinde birbirlerinden doğum kontrol yöntemlerini öğrenirler. Özel bir mesele olan görülen doğum kontrolü kadınların “fısıltılarıyla” önce Yahudi daha sonra İtalyan kadınlar arasında yaygınlaşır. Ayrıca hastanede doğum yapan kadınların bu konudaki deneyimlerini ve bilgilerini paylaşmalarıyla giderek daha fazla kadın tıbbi doğum yöntemlerine yönelir. Dedikodu tam da patriyarkanın en çok korktuğu şeye yol açar: yeniden üretim faaliyeti olarak üremenin sekteye uğraması/uğratılması.
Kadınların kahvehanede ev içini, kocalarını/babalarını yani özel alanı “dedikodu” konusu yapmaları da bir tehdit çünkü içerisinde kadınların güçlenme ve dayanışma imkânını taşıyor. Feminist hareket “aile içi” denilerek kutsallaştırılan, kadına yönelik şiddeti, eziyeti, baskıyı barındıran özel alanın “sırlarını” ortaya dökerek, onun politikliğini haykırarak sessizliğini ve kutsallığını yıktı. Rebecca Solnit’in dediği gibi “kadın haklarının tarihi sessizliği kırmanın tarihi” (Solnit 2022:26) oldu. İronik bir şekilde ifade edersek, feministler uzun zamandır özel alanın “dedikodusunu” yapıyor. Ve özel alana/özel olana dair konuşmanın kadınlar için bireysel ve kolektif olarak nasıl farkındalık dolu ve güçlendirici bir deneyim olabileceğini, bunun da ötesinde bir mücadele alanı olabileceğini en iyi şekilde gösterdiler/gösteriyorlar.
Tarih boyunca kadınlar bilgilerini, belleklerini, deneyimlerini, sıkıntılarını, sevinçlerini, aşklarını, korkularını “dedikodu” olarak küçümsenen sohbetler esnasında birbirlerine aktardılar; birbirlerinden güç aldılar, değiştiler, dönüştüler, dönüştürdüler. Dedikodu “sırlarımızın dili, güçlü yönlerimizden biri ve tüm güçlü yönlerimiz gibi hem küçümseniyor hem de saldırıya uğruyor” (Jones 1980:195). Saldırıya uğruyor çünkü içerisinde ifşayı, dayanışmayı, eylemliliği, güçlenmeyi, direnişi barındırıyor. Bu güçlü yönümüzü patriyarkanın aleyhine işleyen, sırlarını çözümleyen, kirlerini ortaya saçan, şiddetini haykıran; kadınlar arası dostluğumuzu, gücümüzü, dayanışmamızı yaşatan, besleyen, çoğaltan devrimci bir silah olarak kullanmak elimizde.
Kaynakça
Federici, Silvia. 2011. Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim. (çev: Öznur Karakaş). İstanbul: Otonom Yayıncılık.
Jones, Deborah. 1980. “Gossip: Notes on Women’s Oral Culture”. Women’s Studies International Quarterly 3(2):193-98.
Kırlı, Cengiz. 2000. “The Struggle Over Space: Coffeehouses of Ottoman Istanbul, 1780-1845”. PhD Thesis, The State University of New York, Binghamton.
McAndrew, Francis T. 2017. “How ‘The Gossip’ Became a Woman and How ‘Gossip’ Became Her Weapon of Choice”. içinde The Oxford Handbook of Women and Competition. Oxford University Press.
Oakley, Ann. 2019. The Sociology of Housework (Reissue). Policy Press.
Serena, Katie. 2018. “How Men In The Middle Ages Dealt With Gossiping Wives”. All That’s Interesting. Erişim Tarihi: 26 Ağustos 2022. (https://allthatsinteresting.com/scolds-bridle).
Solnit, Rebecca. 2022. Tüm Soruların Anası. İstanbul: Siren Yayınları.
Watkins, Susan Cotts, ve Angela D. Danzi. 1995. “Women’s Gossip and Social Change: Childbirth and Fertility Control among Italian and Jewish Women in the United States, 1920-1940”. Gender & Society 9(4):469-90.