Sorun, kadınları ya da herhangi bir grubu bakım emeğine indirgemek değil, bakım emeğinin kadın ve erkek, fakir ve zengin, (en azından üst-orta sınıflar için) göçmen ve göçmen olmayanlar arasında eşit paylaşılmamasında yatar.

Laurie Simmons, Blonde/ Red Dress/ Kitchen, 1978

9 Mayıs sabahı Facebook’ta Anneler Günü üzerine dönen bir tartışma dikkatimi çekti. Tartışmaya konu olan, solcu bir erkeğe ait yüzlerce defa beğenilen içerik özetle şunları söylüyordu: Anneler Günü muhafazakar kadın imajını yeniden üretir, kadınları bakım emeğine indirger; anne olmayı seçmeyen kadınları değersizleştirir. Ayrıca her annenin sırf anne olduğu için kusursuz olduğunu ima ederken bencil sebeplerden anne olan kadınları görmezden gelir. Kaldı ki birçok toplumda anneliğin kutsanmasıyla kadının aşağılanması el ele gider. Anneler Günü patriyarkanın ritüelleşmesi demek iken feministler bile Anneler Günü tuzağına düşebilmektedirler.

Solcu erkekler arasında yaygın olan bu pozisyonu (ya da parçalı pozisyonlar toplamını) ciddiye alarak üzerine konuşmanın en az iki sebepten önemli olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, bu pozisyona içkin varsayımların Anneler Gününün ötesinde toplumsal cinsiyet, iş bölümü, bakım emeği ve  toplumsal eşitsizliğe dair genel kanılar içeriyor olması. İkincisi, bu varsayımların kuramsal farklılıkların ötesinde sağdan gelen baskılar bağlamında acilen ihtiyaç duyduğumuz çok bileşenli toplumsal koalisyonları genel anlamda zora sokmaya devam etmesi.

Öncelikle söz konusu pozisyonu uğraştırıcı kılan yanlış ya da kötü niyetli olması değil, doğru ile yanlışı sözümona (kadını) özgürleştirici bir çerçevede birbirine eklemlemesi. Doğrularla başlayacak olursak, Anneler Günü gerçekten de kadınla anneliği özdeşleştiren ve ideal kadını anne olarak kuran bir söylem ve pratik. Güne özel reklam filmlerindeki hamarat, cefakar, obsesif kompulsif kadınlar, toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünü yansıtmakla kalmıyor, normal olarak pekiştiriyor. Pırıl pırıl evler, bakımlı ve mutlu çocuklar görselleri, ücretsiz bakım emeğinin toplum, devlet ve sermaye tarafından kadınların üstüne yıkılmasını neşeyle kutluyor. Zaten reklamların alıcısı toplum da, çoğu kadının ev işlerinden dolayı işgücüne katılamadığını, istihdam koşuluna bağlanmış sosyal haklardan faydalanamadığını ve işgücüne (çoğu zaman düşük ücretli) katıldıktan sonra bile ev işlerinin büyük çoğunluğunu yerine getirmeye devam ettiğini –‘biyolojik’ ve toplumsal olarak- ‘doğal’ karşılıyor. Bu anlamda Anneler Günü; bir yandan anne olan kadınların -milli bayramlardaki şehit anmalarına benzer bir şekilde- sembolik ritüellerle mistikleştirilmesine katkı sağlıyorken, diğer yandan da kadınların emeklerini ve asıl ihtiyaçlarını halının altına süpürüyor.

Gelelim bu doğrulara gölge düşüren yanlış veya eksik varsayımlara. Öncelikle toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümü eleştirisini bakım emeğini değersizleştirmek -Anneler Gününün kadını bakım emeğine indirgediği eleştirisinde olduğu gibi- üzerinden yapmak bilindik bir açmazı beraberinde getiriyor. Ev işlerini görünür kılmak, ikinci dalga feminizmin 1970’lerden bu yana mücadele alanlarının başında geliyor. Feministler, çoğunlukla kadınlar tarafından ücretsiz ya da düşük ücret karşılığında yerine getirilen bakım emeğinin -yemek yapmak, çamaşırları yıkamak, sökükleri dikmek, birinin başını okşayıp derdini dinlemek-, iş gücünü yeniden üretilmesi ve dolayısıyla kapitalist üretim ve akümülasyonun devamlılığı açısından elzem olduğunu vurguluyorlar. Feministler bunun da ötesinde bakım emeğinin yaşamın önkoşulu olduğunun altını çiziyorlar. Tithi Bhattacharya’nın bu tür işleri ‘hayatı var eden’ (life making) işler olarak tanımlaması tam da bu sebepten. Dolayısıyla Anneler Günü bağlamında (ve ötesinde) sorun sanıldığı üzere kadınları ya da herhangi bir grubu bakım emeğine indirgemekte değil, bakım emeğinin kadın ve erkek, fakir ve zengin, (en azından üst-orta sınıflar için) göçmen ve göçmen olmayanlar arasında eşit paylaşılmamasında yatıyor.

Gelelim ‘bencillik’ meselesine. Her ne kadar bu yazıya vesile olan tartışmada bencillikten kastın ne olduğu açıklanmamış olsa da ataerkil toplumlar bağlamında kadınların kendi adlarına karar verdikleri durumların (örneğin boşanma ya da kürtaj gibi) kolaylıkla bencillik olarak yaftalandığını göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Anneliği kutsamak kadar anne olma kararını ‘bencil olan’ ve ‘bencil olmayan’ sebeplere ayırıp ikincisine ahlaki üstünlük atfetmek de kadın dayanışması ya da kadınlarla dayanışmak açısından oldukça sorunlu bir yaklaşıma işaret ediyor; çünkü anne olmaya vesile olmuş kimi sebepleri ‘bencil’ olarak nitelerken, anneliğe altruistik anlamlar yüklüyor. Böylece tam da alt edilmek istenen kutsal annelik söylemi yeniden üretiliyor.

Son olarak, Anneler Günü polisliğine soyunmak da yine kadınlarla dayanışma açısından oldukça sorunludur; çünkü farklı toplumsal grup ve hareketlerin anneliğe yüklediği farklı, yer yer tersten ve toplumsal normları tahrip etmek amaçlı anlamları görmezden gelir. Yukarıda Anneler Günü reklam filmlerinde çizilen ideal aile tablolarından bahsetmiştik; orada temsil edilen annelerin ve çocuklarının cis-gender ve heteroseksüel olmalarının dikkat çekici dahi bulunmamasını normların normalleştiren (örneğin heteroseksüel çocuk = normal çocuk) etkisinin bir sonucu olarak düşünebiliriz. LGBTQİ çocuk ve ailelerin reklam filmlerinden dışlanmışlıkları, toplumsal dışlanmışlıklarına tekabul ediyorken tam da orada başka bir aile tahayyülü kendini gösteriyor. Heteroseksüellik koşuluna bağlanmış aile olma ayrıcalığından men edilmeyi, o men edilmişlikte bulunan direnç ve dayanışmayı Semih Özkarakaş’ın Anneler Günü karikatürü çok güzel özetliyor. Karikatürde, elinde gökkuşağı bayrağı taşıyan bir anne oğluna sarılmış, “Nefreti değil, çocuğumu seçtim” diyor. Aile kalabilmek birçok LGBTQİ çocuk ve gencin mücadelesine dahil, Benim Çocuğum (2013) belgeselinde izlediğimiz üzere birçok LGBTQİ aile ve yakınları için de bu böyle. Farklı fakat bağlantılı bir şekilde Cumartesi Anneleri ve Madres de Playa Mayo gibi organize olmuş kadın ve erkeklerin mücadelesinde, ataerkinin kadınları anneliğe ve çocuk bakımına indirgemek ve zorlamaktan ibaret olmadığını, kadınların anne olma haklarının ırkçı ve faşist rejimler tarafından ellerinden alındığı bağlamlarda anneliğe ve muhtemelen Anneler Gününe de farklı anlamlar yüklenebileceğini görüyoruz. Cumartesi Anneleri yetkililere “Anneler Günümüzü kutlamayın, çocuklarımızın akıbetini açıklayın” derken Anneler Gününü toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümü ya da heteronormatiflik üzerinden eleştirmiyorlar, anneliği güya kutsal gören ataerkil-ırkçı devletin Kürt anne ve çocuklarına karşı politikalarının iki yüzlülüğüne işaret ediyorlar.

Ancak yukarıdaki tartışmadan, Anneler Günü eleştirisinin göreceli olduğu ve/ya yalnızca ayrıcalıklı -orta sınıf, heteroseksüel, beyaz veya Türk vs.- gruplara yöneltilebileceği sonucu çıkarılmamalıdır. Bu tartışma daha çok, Anneler Gününe karşı argüman üretirken ayrıcalıklı kadın, çocuk ve ailelerden değil de, birçok baskı sisteminin kesişiminde konumlanmış olanlardan yola çıkmayı teklif ediyor. Anneler Günü eleştirilerini doğru yerden kurmanın önemi ise, yazının başında da belirtildiği üzere, bu eleştirilerin illa ki toplumsal cinsiyet, emek ve genel anlamda toplumsal eşitsizliklerin karmaşık işleyişine dair varsayımlar içeriyor olmasından kaynaklanıyor. Toplumsal hareketler ve akademisyenler yükselmekte olan toplumsal cinsiyet karşıtlığı ve ırkçılık karşısında çok bileşenli koalisyonlar kurmanın önemini ısrarla vurguluyor. Aynı şekilde farklı hareketlerin koalisyon tecrübeleri  de gösteriyor ki, toplumsal eşitsizliği tüm boyutlarıyla ele almayan koalisyonlar ona katılacak olan en kırılgan grubun aleyhine işleyebiliyor. Bu tehlikeyi bertaraf etmenin bir yolu, eleştiri ve politika üretmede tam da o grupların somut yaşam koşullarından yola çıkmak olabilir.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.