Roman boyunca aranan onca soyut sorunun, hissin ve düşüncenin yanında bir de aranan bir defter var.
Beklemek üzerine bir kitap İdeal Defter. Bir kadının sevgilisinin dönüşünü beklerken zamanı kendince, kesik parçalar hâlinde kaydederek bir arada tutma, hayatını devam ettirme ve hatta dönüştürüp değiştirme uğraşı. Odysseus’un savaştan dönmesini bekleyen Penelope gibi, yüz altmış sayfa boyunca bizimle -aslında defteriyle- konuşan ana karakterimiz -ismini bilmiyoruz, hiç öğrenmeyeceğiz- her gece söküp sabah yeniden örmeye başladığı bir kefen yerine kelimeleri seçiyor ve beklemenin, tanışmış olmanın, tekrar bir araya gelip gelmeme ihtimalinin bütün olasılıklarını belirsiz bir sırayla, nasıl yaşıyor ve nasıl hissediyorsa bizlere de öyle aktarıyor.
Ana karakterimiz sanki onu şimdi olduğu yere getirmiş bütün olayları, en ince detayına kadar -mesela markette mangolu dondurma yerine vanilyalı dondurma almış olsaydı ne olurdu? Sevgilisi Jonas’la yine de tanışır mıydı?- tekrardan düşünüyor, tekrardan yaşıyor ve bir sis bulutunun ardında sevgisini, Jonas’ın annesinin kaybıyla birlikte yaşadığı matemi, aralarındaki somut ve soyut uzaklığı, görünen ve görünmeyen bağları teker teker ölçüp tartıyor. Ve bu kronolojik bir gidişten yoksun hikâyesini ağır başlı bir anlatıdan ziyade daha oyunlu, bilmeceli ve kırılgan bir biçem ile kuruyor.
Roman boyunca aranan onca soyut sorunun, hissin ve düşüncenin yanında bir de aranan bir defter var. Anlatıcımız, bu anlatarak, yazarak başa çıkma yöntemini devam ettirebilmesi için “ideal” bir deftere ihtiyaç duyuyor, defteri bulabilmek adına dükkân dükkân gezse dahi yılmıyor, yorulmuyor. Yalnızca yaşadıklarını ve hissettiklerini yazacağı değil de hayatını üzerine kuracağı ideal bir defter belki de bu, o yüzden şimdikinin sonunun iyi bitmeyeceğini de biliyor: “Bu defterin ideal bir sonu olsaydı Jonas’la çıktığım bir plaj gezisiyle biterdi. Son satırlarda ben bir kırlangıca, yazdıklarım şarkıya dönüşürdü ve bu defter kendi uçuşunu gerçekleştirirdi.” Anlatarak, yani yazarak kendine açtığı pencerelerin ve Jonas’ın annesinin anısının izinden gitmek için çıktığı bu yolculuğun hayatlarında yeni, tanınmadık bir rüzgâr estireceği aşikâr.
Hikâyenin başında bekleme eylemini kanepeye benzeten, -“Büyük minderleri ne kadar da pofuduktur.”- beklemenin konforunun içinde huzuru bulan anlatıcımız, bu sayfalarca süren iç muhakemesinden sonra sevgilisinin dönüşüne yakın daha o gelmeden gitmekten vazgeçer. Henüz gitmeyecektir, çünkü artık bir şeyler dönüşmüştür ve bunu sevgilisine söylemesi gerekir. Kendisi bir kırlangıç olmayacaktır nihayetinde, hikâyesini yazmış olmak, yazarak içinde ne var ne yoksa ölçüp biçmiş olmak bu ideal defterin sonunu getirmeye yeterlidir. Başka bir form almasına gerek yoktur, dönüşen şey anlatısıdır, içinde olduğu şeyi nasıl anlattığıdır, yazarak nasıl var olduğu ve bu varoluşun sınırlarını ne kadar genişletip ne kadar küçültebildiğidir. İşte tam da bu yüzden yazmak eylemi, geriye dönmek, geçmişe bakmak ve içe sinip kendini tartmak, hislerini ve düşüncelerini durmadan sorgulamak dönüştüren bir eylemdir. Bir bekleyişin içine hapsolmuş bir kadını, bir kırlangıca dönüşmesine gerek kalmadan özgürleştirme eylemidir.
Künye: Orijinal adı: Cuaderno İdeal. Çeviren: Nergis Gürcihan, Editör: İdil Dündar.
“Adam annesini kaybetmiştir, kadın geçirdiği kazanın ardından iyileşme dönemindedir. Tanıştıktan kısa süre sonra beraber yaşamaya başlarlar. Ama adam annesinin anısının izinde İspanya’ya gider, kadın da Meksiko’da onu bekler. Odysseus’u bekleyen Penelope gibi, Godot’yu bekleyen Vladimir ve Estragon gibi… Bu bekleyiş aynı zamanda içsel bir yolculuk. Hem sevgilisinin yokluğunun yarattığı boşluğu kapamaya hem de şehirdeki kırtasiyeleri dolaşarak ideal defterini bulmaya çalışır.”