Bir yangın yalnızca doğayı değil, belleği de yakar. Ormanla birlikte hayata tutunan her şey – hafıza, dil, ses, ev, çocukluk – ne varsa yanıp kül olur. “Yakılan coğrafyaların ortasında: Bir tanıklık ve ağıt” iki yangın arasında kalmış bir kadının hafıza yazısıdır.

Bazen bir kavşakta yalnızca yollar değil,

zamanlar da kesişir.

Bir yangın sadece bir ormanı değil,

içimize gömdüğümüz geçmişi de yakar.

Bu yazı, İzmir ormanlarında yükselen dumanla

birlikte içimde tutuşan bir ağıtın sesidir.

Bir yanda Ege,

bir yanda Dersim

Bir yanda şimdi, bir yanda yüz yılın suskunluğu.

“Ve tarihsel olanla kişisel olan bir kavşakta yüzleşir.”

İzmir’deyim. Eve dönüş yolunda, ayaklarım denize doğru götürüyor beni. Karşı koymadan, içimdeki çağrıyı izliyorum. Bir anda önümde beliren manzara karşısında kalıyorum olduğum yerde: Güneş batarken gökyüzü yanıyor. Şehrin üstüne dumandan bir perde çekilmiş sanki. Trafik lambaları, palmiyeler, insanlar… Hepimiz aynı suskunluğu paylaşıyoruz bir kavşakta.
Telefonumun kamerasıyla kaydediyorum bu anı. Rüzgar, yüzüme yanan ormanın dumanını çarpıyor. İçimde küllenmiş bir yangın, o kokuya değince tutuşuyor yeniden. Tanıyorum bu kokuyu. Belleğime sinmiş bir yasın, bastırılmış bir tarihin sessiz dumanı bu. İzmir’in dumanı, Dersim’in külleriyle birleşiyor belleğimde..

Her gün başka bir yangın görüntüsü düşüyor önüme. Bir şey yapamamanın çaresizliğiyle, bir süre sonra haberlere bakmayı bırakıyorum. Biliyorum, bu yangın İzmir’le sınırlı değil. O dumanın, o küllerin bir belleği var. Bu yüzden, içim bir İzmirliden farklı yanıyor belki. Daha derin, daha eski bir yerden. Çünkü bir yangın yalnızca doğayı değil, belleği de yakar. Ormanla birlikte hayata tutunan her şey – hafıza, dil, ses, ev, çocukluk – ne varsa yanıp kül olur.

Ve elimde olmadan içimde bir yer sızlıyor. Çünkü biliyorum, buna ses çıkarsam geçmişe adaletsizlik yapmış oluyorum.

İki ateş arasında kalıyorum. Bir yanda İzmir’de yanan ağaçlar. Bir yanda yüz yıl boyunca “terörle mücadele” adı altında yakılan dağlarımız. Dersim, Botan, Cudi, Lice, Bingöl, Sur, Cizre, Silopi…

Benim dağlarım. Benim çocukluğum. Benim ölülerim.

Orada yangına koşmak bile yasaktı. Bir halkın elleri suskunluğa kelepçelenmişti sanki. Su taşıyan beden değil, ateşe atılan gölge olurdu her adım. Çünkü o dağlarda suyun adı bile şüpheydi; bir damla umut bile susturulurdu.

Şimdi İzmir yanıyor. Ve içimde iki yangın bir kavşakta çarpışıyor. Birisi “konuş” diyor, diğeri “sus”, çünkü o sesin başka bir yangını bastırabileceğini hatırlatıyor.

Ve sonra bir tarih daha düşüyor bu yangının ortasına: 2 Temmuz 1993

Hasret Gültekin’in sesi çınlıyor kulaklarımda:

Düştüğün yerde…

Düştüğün yerde…

Derman sendedir…

Bir yaz sıcağında bir orman gibi yakılan 33 canın küllerinden, bir kez daha İzmir’in dumanına karışıyor bu ağıt…

Bu yangın bir değil; belleğimizde katman katman. Bazen bir orman gibi tutuşur, bazen bir otelin duvarında, bazen bir çocuğun gözünde…

Bu terazinin ortasında yaşıyorum. Bir kefeye Dersim’i koyuyorum, bir kefeye Ege’yi. Ve diyorum ki: Bir coğrafyanın yasını tutarken diğerine haksızlık etmek istemem.

Bu bir çelişki değil. Bu, sömürgeleştirilmiş bir belleğin adalet terazisi. Ve şimdi o teraziyi içimdeki kız çocuğu tutuyor çıplak elleriyle. Ben de o terazinin tam ortasında, zamanın aşındıramadığı bir tanıklıkla duruyorum. Adaletin, hafızanın ve suskun bırakılmış tüm seslerin tanığı olarak.

Ve bir kez daha anlıyorum: Bu adalet terazisini taşımak zorunda değilim. Çünkü yanan yalnızca orman değil. Bir halkın sesi de yanıyor burada. İzmir’deki yangın, çocukluğumu geri getiriyor bana: bombalarla yakılan evimi, mezar taşı bile olmayan ölülerimi, annemi, meşe ağaçlarının sessiz çığlıklarını ve her bahar açmak için toprağın altında sessizce yolumu gözleyen o kızıl laleyi…

Ve hep aynı soru kalıyor geriye: Kim duyacak bu yangının sesini?

Bu yıl da haziran ateşle geldi. Okullar kapandı. Dersim’e gitme zamanım geçti bile. Ama ben hâlâ İzmir’deyim. Yangınlarla kavrulan bu yaz günlerinde bir türlü çıkamadım yola. On yıldır yaşıyorum bu şehri. Memleketimden sonra en çok nefes alıp verdiğim coğrafya oldu bana. İzmirli artık bir parçam. Ve o parçam şimdi yanıyor. İhmalle, rantla, sömürüyle, suskunlukla… Aynı eller, aynı yöntemle ormanı da halkı da susuz bırakıyor yine.

Yazmak da bazen bir yangına su taşımaktır. Yetmeyeceğini bile bile… Ama yine de bir avuç suyu taşırsın, çünkü susmak yangına odun taşımaktır.

Bu yazıyı yazarken başka bir kareye takılıyor gözüm: çıplak ellerinde damacanalarla ateşe su taşıyan suskun insanlar… Hâlâ yangın var. Ve hâlâ suskunluk. Ve ben o su taşıyan gözlerin içindeyim. Orası İzmir. Ama onun içinde 38’den beri benim Dersim’im de yanıyor.

Kaderine terk edilmiş bir orman yangınına insanların su dökme çabasıyla, bir halkın 100 yıllık yalnızlığı ve yüz yıllık direnişi birleşiyor zihnimde.

Belki de bu yüzden bu kadar acıyor içim. Çünkü ben bir “Türkiye Yüzyılı” yazısının altına düşmüş bir halkın çocuğuyum. Ve o yüzyılda bizim sesimiz hiç yazılmadı.

Ben şimdi bu yazıyla yazıyorum buraya: bir yüzyıl boyunca susan kadınların, ağlayan nehirlerin, yanık kokusunu teninde taşıyan çocukların, hâlâ orman olan dillerin ve hâlâ kül olmayan umutların sesiyle, Hasret’in zamanın ötesine uzanan sazının teliyle yazıyorum bunları.

Yüzyıllardan da eski yangınların içinden geçerek geldim buraya. Ve hâlâ yanmamış bir yerim kaldı: Kalbim.

Hafızanın, tanıklığın, umudun ve direnişin sesiyle yeşeren bir ormanla birlikte her bahar yeniden açan kızıl bir lale var orada.

“Gönül çalamazsan aşkın sazını

Ne perdeye dokun, ne teli incit.

Eğer çekemezsen gülün nazını

Ne dikene dokun canım, ne gülü incit.”

Hasret Gültekin

 

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.