Aslında aile duyguları üzerinden hegemonya nasıl kurulur dersi veri(li)yor. Kimini cezalandırıp, kiminin sırtını sıvazlayıp, gerekince geri çekilip aileye yabancılaşan elemanı tekrar kazanmak nasıl olur izliyoruz. Gramsci bundan iyisi olamazdı derdi herhalde.
Televizyon dizilerinden Türkiye’yi okumak epeyce eğlenceli bir iş. Üzücü de tabii. Bu sezon da epey üzüldük kadınlar adına. Ama şimdi üzülmek yerine düşünmek zamanı. Güçlü erkeklikler ekranı kapladıkça; intikam, güç gösterisi ve hâkimiyet yaygınlaştıkça kadınlarla birlikte gündelik yaşam da alan kaybetti; kahramanlıkların, olağanüstü olayların soluksuz takipçisi olduk. Üstelik de seve seve.
Çok sevilen bir dizi. Bir mahalle, adeta küçük bir krallık. Kral aslında baba olarak seviliyor. Derdimiz para değil, insan biriktirmek deyince, eski usul feodal bağlar göz önünde canlanmıyor bile. Çünkü adam aslen pazarcı. Kadınlar kenar süsüydü ta ki aralarından biri yanlış adamı sevinceye kadar. O anda hikayenin merkezine oturabildiler ancak. Ama benim bu yazıda meramım başka, o da şu: Esas olarak bu krallık tamamen aile ilişkileri üzerine kurulu. Çok ağır bir ailecilik var. Ailecilikten kastım, aile ilişkilerinin meşruiyetini, her türlü ilişkiden daha anlamlı olmasını sorgusuz sualsiz kabul etme ve yayma hali. Aile ilişkilerinin illa ki iyi olacağını iddia eden bir ağırlık değil bu. Ama ailenin her şeyden daha anlamlı olduğunu iddia eden bir şey; hem de hikâyenin asıl konusu aile olmamasına rağmen. Tabii silah kaçaklığı, haraç kesme ve korumacılık yapan bir mafya hikâyesinden başka bir şey beklenemez diyeceksiniz çünkü zaten mafyacılık aile işi. Ama buradaki ailecilik, ailenin her tarafa yayılmış olması, hayatın başka türlü hayal edilememesine işaret eden bir durum. Yani ailenin her türlü bağın aslını tanımlıyor olması hali.
Şöyle ki krallığa el koymak isteyenler var. Bakmayın siz mahallenin (ve dizinin) adının Çukur olduğuna. Öyle pek bir çukurda kalmış, dibin dibi bir yermiş gibi yapmak istiyorlar ama öyle sayılmaz. Üzerinde çok durulmasa da mafyatik işlerle iyi para kazanılıyor. Bu yüzden arzuları kışkırtan bir suç makinesi aslında. Bu dışarlıklılardan biri ailenin ortanca oğlunu ele geçiriyor çünkü çocuk ağabeyini ve kardeşini kıskanıyor (İstanbullu gelin gerilimi de kardeş kıskançlığı üzerine kurulu ya, ama orada ağır ailecilik yok). Bir de dışardan gelip krallıkta yasak olan (kral iyi ya aslında, ondan) uyuşturucu üretip satmaya çalışan bir dışarlıklı çıkıyor ortaya. Ama ne var ki o da kralın varlığından haberi olmadığı dışlanmış oğlu çıkıyor. Büyük ağabey öldürülünce küçük kardeş krallığın küçük prensi oluyor ve krallığı yönetmeye başlıyor (çünkü hem akıllı, hem okumuş hem de bir deli damarı var). Baş düşmanın iki oğlu var. Biri avukat olarak işleri idare ediyor, diğeri polis. Polis, küçük prensin karısının ana bir baba ayrı ağabeyi çıkıyor. Bu polisin babası da baş düşmanın ta kendisi çıkıyor. Sonra babaları tarafından sevilmeyen oğullar (kralın ortanca oğlu, dışarlıklı oğul ve düşmanın avukat oğlu) ittifakı kuruluyor. Bu ittifaka bir noktada polislikten istifa eden düşmanın diğer oğlu da katılıyor ama kralın ortanca oğlu kardeşini korumak için kurşunun önüne atlayınca sevilen oğul mertebesine yükseliyor ve ittifaktan düşüyor. Şimdilik.
Dizi aslında aile duyguları üzerinden hegemonya nasıl kurulur dersi veriyor. Kimini cezalandırıp, kiminin sırtını sıvazlayıp, gerekince geri çekilip aileye yabancılaşan elemanı tekrar kazanmak nasıl olur izliyoruz. Gramsci bundan iyisi olamazdı derdi herhalde. Dizi, bütün bunları herkesi birkaç aile değeri etrafında birleştirerek yapıyor: Zayıfı ezdirmeyeceksin; herkese hakkını teslim edeceksin ama kimin borusunun öttüğünü, hakları kimin belirlediğini hiçbir zaman unutturmayacaksın. Kime saygı, kime sevgi göstereceğini iyi bileceksin yani.
Bu dizi yabancı sanılanın aile çıkmasına dayalı tek dizi değil. Diğerleri bunun kadar girift olmasa da bir saymakta yarar var. Siyah Beyaz Aşk’ta teyzekızının kızı, esas adamın kızı çıkıyor. 8. Gün’de (yazık çabuk bitiriyorlar diziyi) esas kız kaçırılan mühendisin kızı, ama peşinde dolanan adamların biri babası, diğeri hainin oğlu çıkıyor. İnsanlık Suçu’nda esas oğlan amca sandığı adamın oğlu çıkıyor. Sen Anlat Karadeniz kadına yönelik şiddeti konu almasıyla başta epey dikkatleri çekmişti. Orada iki erkeğimiz var. Biri “psikopat,” kadın dövüyor, işkenceler ediyor. Diğeri ise “sert ama mert,” kadını psikopattan korumaya çalışıyor. Kadın da tabii ona âşık oluyor. Bu arada psikopat kadının yaşadığı eve casus sokuyor. Casus da psikopatın yıllardır korumalığını yapan adamın kızı çıkıyor. Yeni başlayan internet dizisi Dip’te esas oğlanın kovaladığı esas kızın baş arkadaşı, esas oğlanın intihar etmiş karısının kardeşi çıkıyor. Şahsiyet’ te de esas kızın annesi ile katil arasında bir bağ çıkacak ama daha bilmiyoruz. Daha başka diziler de var ama benim soluğum bu kadarına yetti.
Bu diziler bildiğimiz aile dizilerinden farklı, çünkü esas hikaye ailenin birleşmesine dayalı değil. Çatışmaların kaynağında iktidar ve para hesapları var bu dizilerde; aile içinde yaşanan sorunlar sadece meselenin büyümesine, daha sonra affolunacak ihanetlere ve olması gereken hiyerarşilerin dizinin sonunda yeniden kurulabilmesine yarıyor. Yabancıyı aile yapmak üzerine kurulu olmaktan çok, görüyoruz ki buradaki yabancı, yabancı değil, aslında aile. Bizden. Dizilerdeki karakterler arasındaki ilişkileri sayıp dökmeye kalktığımızda herkesin birbiriyle binlerce girift aile bağı ile bağlı olduğunu görüyoruz. Kimse bağımsız değil. Olsa zaten dizinin keyfi olmayacak. Kimse yabancılarla iş tutmuyor. Yabancı sanılan da aileden çıkıyor. Tekil bir bağ ile bağlı olunmaktan sakınılıyor. Bu tip bir ilişkiye güvenilmiyor, tam ne olduğu belli olmayınca izlenmek açısından da ilginç bulunmuyor. Aile girince işin içine daha bir heyecanla izleniyor hikayeler. “Samimi” oluyor, içi dışı bir; yabancının düşmanlığı gibi içten pazarlıklı değil. Karakterin iyiliği de kötülüğü de daha kolay sabitleniyor. Yani kişinin kim olduğunu bilince ilişkiye daha rahat giriveriyor insanlar da, seyirci de.
Bu nasıl bir toplum muhayyilesi diye düşünmeden edemiyor insan. Gündelik ilişkilerin, dostlukların ve hatta düşmanlıkların yabancılarla kurulduğu toplumlarla aile fertleriyle kurulduğu toplumların farkı ne acaba? Kültürel çalışmalar uzmanı Michael Warner amme denilen birlikteliklerin ancak yabancıların, okudukları dergiler ve gazeteler üzerinden oluşturdukları ilişki biçimi olduğunu iddia eder. Burada amme sözcüğünü kamu anlamında kullanıyorum. Amme de kamu da genele, ya da eski dilden umumi sözcüğüne işaret eder. Ama kamu devletle ilişkiyi ön plana alırken amme umum ile bağlantısı dolayısıyla devletle ilişkisi olmayan bir birlikteliği daha iyi ifade eder. Yüz yüze ilişkilerin değil söylemlerin aracılığı ile, yani tanış olmadan kurulan birliktelikler bunlar. Aşırı samimiyetin getirdiği “aslında niyetini biz biliyoruz,” tipindeki varsayımlar yerine, görünen üzerinden kurulan mesafeli bir ilişki sistemi yabancı ile kurulan ilişki. İnsanları kim olduklarına göre değil (“sen benim kim olduğumu biliyor musun?”), ne yaptıklarına, ne düşündüklerine göre sınıflar. Ama dostun da düşmanın da aile ilişkisi üzerinden tanımlandığı toplumlarda etkili bir kamusal alan, yabancılardan oluşan ve insanları dâhil etme biçimi ait oldukları yapılara göre olmayan bir efkâr-ı umumiye oluşturmak mümkün değildir. Yakınlığın, iç içeliğin değil, mesafenin umumu oluşturduğu toplumda yabancıların ilişki içinde olması esastır.
Diziler hayatın aslında bu üzerine fazla yük binmiş, fazlaca tanımlanmış ilişkiler üzerinden kurulduğunu ve kurulması gerektiği fikrini yaygınlaştırıyor. Ağır ailecilik taşıyan ilişkiler adeta hayatı daha anlamlı kılıyor bu dizilerde. Bunun dışında kalan ilişkiler zayıf, geçici, güvenilmez hale geliyor. Üstelik de bu durum aileye dayalı dizilerden ziyade, polisiye türünün daha hakim olduğu dizilerde göze çarpıyor. Yani beklenmedik bir yerde, beklenmedik bir şekilde hep aile karşımıza çıkmış oluyor. Ne gelirse, iyilik de kötülük de hep aileden geliyor. Umum önemini yitiriyor, yabancılar daha da uzaklaştırılıyor, anlamsızlaştırılıyor. Aile de, beraberinde getirdiği hiyerarşik ilişkiler, ahlak kuralları ve sınırlı dünyasıyla çok daha geniş bir alanı, iş yapma biçimlerini ve hatta krallıkları belirleyebiliyor.
Böyle bir ortamda “aile dışında hayat var,” demek aslında bu yabancıların ilişkiselliğini gündeme getirmek, değer yargılarını verili hiyerarşik bir model yerine sürekli değişebilen söylemlerin dolaşımına göre oluşturmak, kısaca hayatın akışının kurulma biçimini yeniden düzenlemek anlamına geliyor. Yani bu söz basitçe kadınları ailenin dışına çağıran bir söz olmaktan çok, toplumsal bir alt üst oluşu tanımlıyor aslında. Eğer anlamı yoksa kim, neden ailenin dışına çıkmak istesin? Eğer hayatı değerli kılan her şey ailenin içindeyse, dışında kurulacak nasıl bir hayat olabilir?
Bu sorulara cevap bulmak da biz feministlerin işi olmalı.