Semra gazetecilik yaptığı dönemlerde arkadaşları ile takıldığı, o dönemlerin favori mekânlarından, Bilsak’a beni de yanında götürdüğünde kendimi çok havalı ve gecenin bir vakti oradan çıkarken de çok bilgili hissederdim.

Ohio’da yaşadığı için varlığını küçük yaşlarımda Amerika’dan gelen hediyeler ile öğrendiğim, annem ile genelde ayda bir yaptığı telefon -santral operatörünün bağlamasının uzun vakit aldığı- konuşmaları ile hissettiğim, daha sonra da yine kıtalararası mektup arkadaşlığı şeklinde devam eden ilişkimiz, Semra’nın boşanmasının ardından 1982’de İstanbul’a geri dönmesiyle daha farklı bir boyut kazandı.

Türkiye’ye geri döndükten sonraki hemen hemen hemen tüm sevgililerini tanıdım, onlar da mecburen beni tanıdı. Zira 1983-1992 döneminde İstanbul’da tek tük Çin lokantası vardı. Ve ben her İstanbul’a geldiğimde o sırada hangi erkek arkadaşı varsa veya ondan hoşlanan erkek arkadaş adayı varsa, Semra’yı ve beni lüks Çin lokantasına davet etmekle yükümlüydü. Semra gazetecilik yaptığı dönemlerde arkadaşları ile takıldığı, o dönemlerin favori mekânlarından, Bilsak’a beni de yanında götürdüğünde kendimi çok havalı ve gecenin bir vakti oradan çıkarken de çok bilgili hissederdim. Nihayetinde Ankara’da hiçbir arkadaşımın giremeyeceği bir ortamda bir yığın dönemin meşhur gazetecisi, yazarı, çizeri, feministi, sosyalisti, eski ve yeni komünisti Ankara siyaset ve politika gündeminin ve İstanbul basın camiasının haberlerini konuşur, tartışır ve dedikodularını yapardı. Ve arkadaşlarım arasında sadece ben bunları canlı olarak ilk elden görüp duyardım, bilgilenirdim ve bence bu çok havalı bir durumdu. Ayrıca başka hiçbir arkadaşım oradaki enfes çikolatalı sufleleri de bilmezdi muhtemelen. Çizer arkadaşları sayesinde hala sakladığım çok güzel sulu boya çizimlerim de oldu.

Feminizmi, Mor Çatı’yı, travesti ile transseksüeli, Sormagir Sokağını, Zürafa Sokağını, fikrini beyan etmenin veya isteklerini dile getirmenin ayıp olmadığını, CV yazarken koyulan bazı başlıkların aslında kişisel olduğu için asla koyulmaması gerektiğini (ama Semra’nın insanlara en kişisel soruları sorma hakkı her zaman vardı!), soğan kabuğu ile kabuklu karides pişirmeyi, dünyanın en harika havuç ve yeşil salatalarını yapmayı, İstanbul’da iyi mısır ekmeği yapan fırınları, Göktürk deresini, Lou Reed’i, Edvard Grieg’i, Thomas Mann’i, kızılderilileri, onların daha sonradan kıtaya gelenlerden neler çektiklerini, merak etmeyi, sorgulamayı (Semra aşırı sorgulardı, ve her şeyin altında bit yeniği arardı -o kadarı benim kişiliğime aykırıydı) ve daha çok çok çok şeyi taaa 16-17 yaşımdan itibaren Semra’dan öğrendim. Refik’i, Yakup’u, Kör Agop’u ilk Semra’dan duydum, O’nunla gittim.

Hayatımda ilk defa annemlerden gizli, bir erkek arkadaşımın evinde kalacağım gece, Semra bana ‘istemediğim hiçbir şeyi yapmak zorunda olmadığımı, korktuğum veya fikir değiştirdiğim an ona telefon etmemi, geceleyin saat kaç olursa olsun hemen gelip araba ile beni alabileceğini’ tembih etti, hatta birkaç kere tembih etti.

Bütün erkek arkadaşlarımı bilir, her türlü detayı merak eder (bu detaylar, maaşları ve onlar ile neler konuşup, tartıştığımdan ibaretti!), sonra da kendi yorumlarını yapardı. Tüm kız arkadaşlarımı tanır, benim en sevdiklerimi o da en çok severdi.

Semra geçinmesi kolay bir insan değildi. Söyledikleriyle herkesin tepesini kısa sürede attırma becerisine sahipti. O yüzden son birkaç yıldır kendini daha da yalnız hissediyordu. Onunla yalnızlığı üzerine çok konuşurduk, aklım sıra O’na tavsiyeler verirdim. Ancak yine de bildiğini yapmaya devam eder, insanlarla uzlaşmayı seçmez ve yalnızlığına devam ederdi.

Alınganlığı da meşhur olan Semra’yı bazen ben de küstürürdüm (küstürürmüşüm daha doğrusu). Gerçi Semra herkese kızardı, küserdi. Küstürdüğümü veya kızdırdığımı bilmezdim, ancak O bana ‘Sana küstüm çok’ veya ‘kızdım çok’ diye mesaj yazınca öğrenirdim. Eğer sadece ‘küstüyse’ bunu genelde çabuk çözerdik ama ‘çok küstüyse’ veya ‘çok kızdıysa’ o zaman ona ‘Teyzecik’ diye hitap ile başlayan bir mesaj yazardım. İkimizin farklı bir ilişkisi olduğu için neyse ki bana kızgınlıkları, küslükleri çok sürmezdi, dersimi kısaca verip -ona bu ayrıcalığı tanımıştım, dersimi alırken de itiraz etmezdim ki, ders uzun sürmesin– rahatlardı. Sonrasında da normal muhabetimize devam ederdik.

Berlin’e taşındığımdan beri hemen her Pazar sabahı İstanbul saati ile saat 8.00-8:30 gibi başlayan, vaktimiz darken veya Semra’nın keyfi yokken 15-20 dakika, keyiflerimiz yerinde veya çok mevzumuz varken de bir – bir buçuk saat süren görüntülü konuşmalarımızı, birbirimize verdiğimiz akılları çok çok özleyeceğim.

Sorduklarında merhumeyi nasıl bilirdiniz diye, ‘enteresan’ diyeceğim.

Benim enteresan, tuhaf Semroşum.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.