Benzer hikayelerin kahramanlarıyız. Birbirimizden daha haklı, daha güçlü, daha önde, daha feminist değiliz. Hep birlikte zincirlerimizden kurtulmadan, hiçbirimiz için kurtuluş yok.

Bizimkisi bir aşk hikayesi

Siyah-beyaz film gibi biraz

Ateşle su dikenle gül gibi

Bizimkisi roman gibi biraz

Bu hikaye, özgür, genç ve gururlu, babasının biricikliğinden, iyi kalpli, genç, davasına delicesine aşık bir adamın karılığına geçen ama en sonunda, iki aşkla da arasına mesafe koyup gerçek özgürlüğü tadan bir kadının hikayesi. Bu bir özdeneyim ve yüzleşme hikayesi. Tabii ki aşk, iktidar, kapitalizm ve ataerki üzerine bir karikatürleştirme. Bu hikaye, benim kendimi nasıl göstermek istediğim ile ilgili değil, en yalın haliyle bir “ben” hikayesi.

Ayşe Düzkan ve Ebru Soytemel’in, kadınların sinirlilik hakkı üzerine yazdığı iki yazıdan ama bir de araya giren Noam Baumbach’ın Evlilik Hikayesi filmini izledikten sonra bu hikayeyi yazmak şart oldu. Film ile etrafa taşmış tüm duygularım hepten kamusallaştığı için hikayeyi olduğu gibi anlatmakta bir beis görmüyorum.

Solcu ve kendine has iki insanın eline doğmuş olduğumdan dolayı olsa gerek şu yaşıma kadar huzur nedir bilmedim. Önce annemi, babamı, yakınlarımı sonra arkadaşlarımı, yoldaşlarımı -insanları- tanımaya çalışmakla başlayan, dünyayı (iç dünyamı) anlamlandırma hikayem ta ki bugüne kadar sürdü. İktisadi olarak neredeyse (kadın emeği, doğa-insan çelişkisi hariç) mükemmel derecede iyi okunmuş bir görüşü benimseyen bir aileye doğmak elbette kolay değildi. Etrafta neler döndüğünü anlamak için tümdengelim yöntemini kullanarak herkesin aksine, dünyayı tersten, yani, yorumundan başlayarak anlamak gerekti. Bizi yoksul dolayısıyla mutsuz bırakanlar vardı. Buna karşı yapılacaklar çok netti. Bu düzen değişmeliydi.

İlk aşkım tam da bu noktada filizlendi.

Çok küçük yaşta edindiğim bu olağanüstü görevi (aşkı) başarmak için epeyce aşama kat etmem gerekti. İlk iş olarak okumaya başladım. Sular seller gibi okuyordum, engin denizlerden yüksek kayalıklara kadar her yere gittim; Pollyanna’dan Küçük Prens’e, Kibritçi Kız’dan Pinokyo’ya kadar herkese sordum. Alice’in harikalar diyarına bile baktım. Ama istediğim yanıtları bir türlü bulamadım. Nihayet, Samed Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ını okuduktan sonra bir aydınlanma yaşadım. Belli ki özgürlük diye bir şey var, biz onu arıyoruz. Ne olduğu belli değil ama ne olursa olsun bulmak gerek.

Yürüyün arkadaşlar, ileri! Görevimiz özgürlüğü bulmak. (Yazının bu kısmından sonra artık örgütlendiğimiz için çoğul ifadeler ile devam edeceğim )

Ruhi Sular, Arif Sağlar, Musa Eroğlular. Arada Yonca Evcimik çaktırmadan ve tabii ki hepsinin kraliçesi Sezen Aksu. Gülümse. Bugs Bunny’ler, Beverly Hills’ler… Karanfiller, Güller…Kırmızılar, her yer kan kırmızısı… Ama yine de Zülfü Livaneli’den Ey Özgürlük ve Karlı Kayın Ormanı

Sonra baktım ki okuyarak olmayacak bu iş. Harekete geçmek lazım. Jostein Gaarder’ın yazdığı Sofi’nin Dünyası’nı okuduktan sonra aktif politikaya atılmaya karar verdim. Öğrendiklerimi anlatmak, aktarmak, toplumu bilinçlendirmek lazım geliyordu. Çocuk haklarını savunuyoruz o zaman iklim değişikliği aklımıza gelmemiş (Greta’ya Sevgiler). Hemen el yazması bir fanzin. Dağıtımında ceberut devletle ilk karşılaşma. Yetişkinlerin dünyasına adım attık bir kere.

Hak, Hukuk, Adalet…

Özgür, Bağımsız, Bilimsel, Anadilde Eğitim!

Denizler, Mahirler, Ulaşlar. Grup Yorumlar, Ahmet Kayalar, Zeki Mürenler, Bülent Ersoylar. Sertablar, Leventler, Aşkınlar ve yine Sezenler ve Nilüferler. Başka bir dünya mümkünler… Güneşler… Kızıllar, Maviler, Beyazlar… Orhan Kemal’den El Kızı, Duygu Asena’dan Kadının Adı Yok… Dimitri Dimov’dan Tütün… Mihail Şolohov’dan Durgun Don

Kız çocuğuyuz. Mutlaka okumalıyız. Hem de mühendislik okumalıyız. Herkes varlığımızla görsün, bilsin ki kadınlar her işten anlar. Nihayet üniversiteye adımımızı attık. Artık olmamız gereken yerdeydik. Tabii yoksuluz. İmkanlarımızın ve mücadelemizin elverdiğince en iyi üniversiteye yerleşmişiz. Arkadaşlarla aynı alfabeyi kullanıyoruz ama aynı dili bir türlü konuşamıyoruz. Ne onlar bizi anlıyor ne biz onları. Dersler desen, onunla da aramız iyi değil. İlk sene tüm mühendislik derslerinden çakmışız. Ama toparlarız. Bu yola baş koymuşuz. O erkek dünyasına girilecek.

Üniversite diye geldik ama çok da bir numarası yokmuş. Çaktırmıyoruz ama içten içe geçmişe bir özlem duyuyoruz. Nerde o eski muhabbetler, filmler, kitaplar, nerede o uçsuz bucaksız deniz, nerede o soyut ve sınırsız evren, ya hayaller, dostluklar ve aşklar? İçimize atıyoruz sanki biraz ama çaktırmıyoruz. Kara Balık büyüyor diyorlar arkamızdan. Bir gün aynaya bakıyoruz. İnanamıyoruz. Gerçekten de büyümüşüz, değişmişiz, başkalaşmışız. O güne kadar gezip tozmalarımız, sorup sormalarımız, arayıp bulmalarımız, sevme sevilmelerimizle yusyuvarlak kocaman bir gezegen olmuşuz meğerse. Çok da şikayetçi değiliz bu durumdan, tersinden biraz hoşumuza da gidiyor sanki. Evrende bir yer kaplıyoruz nihayetinde.

Neyse, buradaki muhabbet de bizi sarmıyor pek. Gündeme etki edemiyoruz. Bitmeyen bir ergenlik. Öldüren aşk hikayeleri. Sevişmek, sevmek serbest değil ki! Halk da haklı. Baktık üç beş kişiyi geçemiyoruz. Bir yerlere dahil olmak, büyümek lazım. İşte o arayış esnasında karşı gezegeni fark ediyoruz. Işıl ışıl parlıyor, gözlerimizi alıyor, karartıyor sanki. Önce görmezden geliyoruz. Sonra bir iki kelam edelim bari diyoruz? Kimdir? Nedir? Nerden çıkmış böyle bir anda? Bir icazet alalım. Bir sorup soruşturalım bakalım diyoruz. Yanına gidiyoruz. Önce biz kendi etrafımızda bir dönüyoruz. Şöyle kendimizi iyice bir gösteriyoruz. Sonra da o kendi etrafında bir dönüyor. Buradan onun da özgürlüğü aradığı sonucuna varıyoruz. Sonra biz onun etrafında bir tur atıyoruz, etraflıca bir incelemek istiyoruz. Sonradan arıza çıkmasın. Sonra o da bizim etrafımızda bir tam tur atıyor. Turun sonunda bir de göz kırpıyor. Göz kırpmadan anlaştığımızı anlıyoruz. Bundan sonra özgürlüğü beraber aramaya çıkacağız. Evren kazan biz kepçe sorup soruşturmaya devam ediyoruz. Arada bir ilkelerimizi gözden geçirmek için bir araya geliyoruz. Yeni stratejiler, yeni hedefler. Konuşacak yapacak başka pek çok şey oluyor ama konuşamıyoruz. Gülten Akın’ın dediği gibi vaktimiz olmuyor durup ince şeyleri anlamaya.

Yıllar süren hep birlikte düşünme, eyleme, yaşama deneyimleri… Pankartlar, afişler, sloganlar… Toplantılar, basın açıklamaları, mitingler… Dostlar, yoldaşlar, arkadaşlar… Gelenler, gidenler, kalanlar… Böyle soluksuz geçen 14 yıl. En son kırmızı, mor, beyaz ve bir de yeşil.

Bu arada mühendislik meziyetlerimizi de geliştiriyoruz. Hiç boşlamış değiliz. Lisanstan sonra yüksek lisans, sonra doktora. ODTÜ’ye de adım atmışız.

Denizler, Mahirler, Ulaşlar…

Bitmedi, daha sürüyor o kavga!

Ve sürecek

Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek…

Herkes güzel, herkes zeki, herkes becerikli. Lise yıllarından tanıdık. Çok da yabancı bulmuyoruz. Derslerde başarılı değiliz. Malum, mühim meselelerimiz var. Bir de bu kara kutu (Black Box) nedir yani. Koca dünyayı küçük, siyah, dikdörtgen bir kutuya sığdırıyoruz. Olmuyor bizim kara kutular bir türlü. Bambaşka şekiller çıkıyor bizim varsayımlardan (‘assumption’lardan). Ya dört köşeli olmuyor. Ya başka bir düzlemde başka boyutlarla ilişkili oluyor. Ya da siyah olmuyor. Bir yerinden gökkuşağı renkli çiçek çıkıveriyor. Tamamen bambaşka bir cisim olduğu da çok oluyor. Kesinlikle anlamıyoruz. Koca evreni küçük dört köşeli siyah bir kutuya nasıl sığdırıyorlar? Neyse, ezberci eğitim sistemi zaten, biz biliyoruz eğitim sistemindeki tuzakları. Derslerden vazgeçiyoruz.

Sonra araştırma diye bir şey var diyorlar. Böyle onu bunu, bir ikisini bir araya getiriyorsun yepyeni şeyler ortaya çıkıyor diyorlar. Vaaayyy. Mucize gibi bir şey diye düşünüyoruz içimizden. O tarafa yönelmeye karar veriyoruz. Derslerde başarılı olamadık, mücadele de istediğimiz gibi gitmiyor ama bu araştırmayı tutturacağız gibi. Tutkuyla, günlerce, gecelerce, saatlerce çalışıyoruz. Topluma karşı kadın olarak görevlerimiz var. İyi mühendis olacağız. İyi de bir feminist. Gözü kara, karın tokluğuna, sigortasız, 10 yıl, gece gündüz demeden çalışıyoruz. Her şey bilim için halk için. En ufak bir çıkar gözetmiyoruz. Var bizim gibileri, tek tük ışıkları sayıyoruz lablarda. 30, 20, 15, 8, 4, 3. Neler oluyor? Işıklar bir bir azalıyor. Herkes nereye gidiyor böyle diyoruz. O sırada, atı alan Üsküdar’ı geçmiş tam Karaköy vapuruna binecekken fark ediyoruz. Aman neyse ya. Bizim yüzümüz Anadolu’ya dönük. Bizim derdimiz bu tarafla diyoruz.

O arada AKP’nin uzmanlık dönemi başlıyor. Bizim de travmalar. Ardı arkası kesilmiyor ta ki bugüne kadar. “Kızlı erkekli kalınmaz”larla gündemimize giren muhafazakarlık, her gün kendini daha da hissettiriyor. Gezegenlerimizin tepesine ekran yerleştirmişler oradan bizi gözetliyorlar sanki George Orwell’in 1984’ündeki gibi. O ara çarçabuk temsilciler meclisini topluyoruz. E artık büyümüşüz ya. İki kişi değiliz (Alkışlar). Tedbir için iki gezegeni birbirine yaklaştırmaya karar veriyoruz. En azından iki gezegen arasındaki mesafeyi güvende tutarsak arkamızı sağlama alabiliriz. Herkes, bu yeni anlaşmadan memnun. Zorluklarla, zorluklarımızla daha kolay başa çıkacağız artık. Yeni anlaşma üzerine bir kutlama ayarlıyoruz. Bu kutlamada gezegenlerimize yeni adlar takılıyor. Onunki Dünya oluyor, benimki ise Ay. Herkes Dünya’nın etrafını çevreliyor. Sırtını sıvazlayanlar, tebrik edenler, etrafında dönenler, yeni anlaşmalar yapmak isteyenler (bizim gezegenden bağımsız). Tabi o mesafeden benim gezegene yetişmiyor eller, sesler, tebrikler. Bir uzaktan bakış kalıyor bana da. Sonraki günlerde gelip görenler oluyor ama çoğunlukla yeni kuralları, sınırları, yeni görevlerimi bildirmek için oluyor. Yapacak çok iş var. Pek de üzerine düşünmeye fırsat olmuyor.

Bir gün, masa başında, yeni düşünce düzlemini oturtmaya çalışırken birden sesler geliyor dışarıdan. Herkes sokağa dökülmüş. Tepkili. Ekrandan bizi izlemek de ne demek oluyor? Hangi gezegen buna cüret edebilir? Biz de coşkuya dayanamayıp iniyoruz. Uzun zamandır hiç olmadığımız kadar kalabalığız. Çoğaldıkça çoğalıyoruz. Ama zamanda değil. Evrende. Bir bakmışız Mürver Asa çatlamış. Yeterli olmuyor ama; o zamana kadar da böyle ışıldamamışız. Enerjimiz tüm evreni aydınlatıyor sanki. Matrix filminin son bölümündeki Trinity’nin Güneş’i gördüğü anı biz de yaşıyoruz. Hava ılık. Gökyüzü aydınlık. Dünya’ya bakıyoruz uzaktan. Etrafı çok kalabalık. Yaklaşmak, şöyle etrafında bir tur atmak mümkün değil. Birlikte kutlayalım istiyoruz. Çok meşgul. Yeni anlaşmaları var benimkinden ayrı. Bu kadar işin üstesinden gelmek kolay değil tabii. Ama çok da mutlu. Pırıl pırıl ışıldıyor. Gözlerimi alamıyorum resmen. Eh iyi o zaman devam.

İşte o an, önce çok büyük bir ses, sonra derin bir sessizlik ve ardından zifiri karanlık… Önce kırmızı sonra siyah… Bir karadeliğe yakalanmışız. Çektikçe çekiyor. Çektikçe çekiyor. Kabus gibi. Etrafımızdaki gezenlerden kurtulamayanlar, ışığı sönen, azalanlar oluyor. Bunu da atlatıyoruz atlatmasına. Ama hasret çöküyor ardından.

Bir daha eskisi gibi olmuyor hiçbir şey…Ama hayatımıza devam etmek zorundayız…

O hengamede nasıl olduysa Dünya, Güneş’le arama geçivermiş, karanlıktan görememişiz. İki ayrı gezegen gibi görünmüyoruz. Ziyadesiyle tek gibiyiz. Hatta, dış dünyadan görünmez hale gelmişiz. Karşıdan değil ama farklı açılardan, başka güneş sistemleri tarafından görünüyor olmalıyız. Ama ondan da tam emin değiliz doğrusu. Çok uzaktalar.

Gel zaman, git zaman. Güneş olduğu yerde. Dünya ve biz de. Güneş’i doğrudan göremeyince, Dünya’nın dünyası dünyam, görevlerim, Dünya’nın hayranları, sevenleri, sevmeyenleri ile ilgilenir olmaya kadar düşmüş. Olsun görev görevdir. Önce davamız, sonra yoldaşlarımız. Dünya’nın sağlığı, keyfi her şeyden önemli.

Günler, ardı sıra, beynimizden ve kalbimizden parçalar koparan yörüngemizle alakasız, çok da hakim olmadığımız anlamsız soruları cevaplamakla geçiyor. Bir bakıyoruz ki her gün, sabah ve akşam, Dünya ile aramızdaki güven ve yakınlık üzerine rapor verir hale gelmişiz. Yoksa sekreterlikten de alınacağız malum. Neyse, raporlamayı iyi kötü, bir şekilde yapıyoruz, alışıyoruz. İşimize sahip çıkmayı başarıyoruz. Onun dışında, gündelik işlerle kendimizi oyalıyoruz. Zaten bizi zorlayan bir tarafı da yok. Her yeni gezegen, aynı soruları sorup duruyor. Arada bir, onun fikirlerine ilişkin sorular geldiğinde, bir nebze heyecanlanıyoruz, önce onunkini ama ardından mutlaka bizimkini soracaklar sanıyoruz. Öyle bir diyalog hiç gelişmiyor. Bu sığlıktan ve sıradanlıktan sıkılıyoruz tabii. Dünya’ya ulaşmaya çalışıyoruz. İki kelam ederiz, iki dertleşir, iki sohbet ederiz diye umuyoruz. Fakat ne mümkün. Çok meşgul kendisi. Telefonda öyle söylüyorlar. Bekliyoruz. Bekliyoruz. Bekliyoruz. Gecelerce bekliyoruz. Ha aradı ha arayacak. Ha döndü, ha dönecek. Ha geldi, ha gelecek. Ne olursa olsun mutlaka bir göz kırpacaktır diyoruz. Anlaşmanın devamı için yani. Hayır, bir de ben sekretersem bunlar kim yani? Onlar Dünya’dakilerden sorumlular, bense Ay’dan. E tabi ayrı gezegende olunca böyle hiyerarşiler gelişebiliyor. Neyse, baktık olmuyor. Dünya’ya ulaşamıyoruz. Sonraki sorularda görüşlerine ilişkin yorumlar yapmamayı tercih ediyoruz. Onunla görüşemediğimizi kimseye çaktırmıyoruz tabii. İş disiplini konusunda çok hassasız.

Kаrа geceler, kаrа geceler

Bozulur acılаr, yаvаş yаvаş

Bozulur heceler

Bozulur heceler

Gecelerce bekliyoruz. Dünya önümüze geçtiğinden beri bizim gezegende hep gece. Şarkılar gecelere yazılıyor. Arabesk ve rap müzikten başka müzik duyulmuyor sokaklarda. Arada bir caz duyuluyor ama o da acıklı. Çamaşırlar yıldızlara asılıyor artık. Güneş olmadan ne yetişirse işte onlar yeniyor. Yoksulluk diz boyu. Mutsuzluk desen öyle böyle değil. Bir öfke birikmeye başlıyor yavaştan. Bu ne canım. Böyle özgürlük olur mu? Bir şey diyemiyoruz. Dünya’yı görüyorlar uzaktan. Hoş bize dönük kısmı karanlık ama olsun ışıl ışıl diğer tarafa. Hayat var belli. Bir bir ayrılıyor yurttaşlar. Haklılar tabii. Güneş görmek istiyorlar. Kemikler için şart. Bir şey diyemiyoruz. Her ayrılıkta bir yas, bir de isyan!

Günler günleri, aylar ayları izlemiş. Bir bakmışız yapayalnız kalmışız. Dünya’dan gelen son mektup. Dünya ile ilgili soru kağıtları. Üç beş boya, fırçalar, birkaç resim kağıdı. Bir masa. Bir sandalye. Bir de radyo.

Şöyle bir etrafa bakınıyoruz arada. Kimse kaldı mı diye. İletecek mesaj yok da işte, gene de şansımızı deniyoruz. Sorumluluk sahibiyiz nihayetinde. Bu bakınmaların birinde, bir aynayla karşılaşıyoruz. Karanlıktan görememişiz daha önce. Az bir ışık yansıyor aynadan ya ondan dikkatimizi çekti herhalde. Yaklaşıyoruz. Aynadan yansıyan toz taneciklerinin üzerinde mor, lacivert, mavi, yeşil, sarı, turuncu, kırmızı hareler. Orda öylece kalakalıyoruz. Elimizde, Dünya’dan gelen son zarf. Üç yıl önce gelmiş. Açıp açmamakta kararsızız. Zaten kime söyleyeceğiz ki içindekileri. Neyse, neşeleniyoruz hafiften, son bir kıpırtıyla açıyoruz zarfı. Tek bir kağıt. Önünü arkasını çeviriyoruz. Boş. Kağıdın bir tarafının köşesinde koca koca harflerle “HİÇ” yazıyor. Şaşırıyoruz. Ne anlatmak istedi acaba Dünya’mız. O sırada gözümüz karşımızda duran aynaya ilişiveriyor. Bir de ne görelim?! Kendimizi tanıyamıyoruz. Soldukça solmuşuz. Küçüldükçe küçülmüşüz. Saçlarımız birbirine karışmış. Gözlerimizin altı mosmor olmuş. Ne hacmimiz kalmış, ne zihnimiz, ne enerjimiz. Bir tek küçük bir kalp. Sakin sakin atıyor. Aksak. Yavaş yavaş. Ara ara. Meğerse, zaman, Dünya’nın Güneş’le aramıza girdiği yerde durmuş. Tutulmuşuz meğerse.

Ay tutulmasını fark ettiğimiz o an, ayna bin parçaya ayrılıyor. Son ışık huzmemizi, gökkuşağını da kaybetmek istemiyoruz. Tutmaya çalışıyoruz ama avucumuzda bir “HİÇ”le ne kadar tutabilirsek işte. Evrenin dört bir yanına dağılıyor parçaları.

Kalbimiz yerinde mi göremiyoruz artık. Hala hayatta olduğumuza göre orada olmalı. Çok derinlerden bir ses geliyor. Bir fokurdama sesi sanki. Patlamaya hazır bir yanardağın sesine benzetiyoruz. Ses yaklaştıkça yaklaşıyor. Yükseldikçe yükseliyor. Dayanılmaz hale geldiği anda bir patlama. Her tarafımız lavlarla kaplanıyor. Çok sıcak. Dağılmamalıyız. Bütün durmaya çalışıyoruz. Zorlanıyoruz. Yoruluyoruz epey. Tam vazgeçecekken başka gezegenler bitiveriyor yanımızda. Mor, lacivert, mavi, yeşil, sarı, turuncu, kırmızı… Ellerinde aynamızdan birer parçayla. Yeterli parçaya ulaşınca kendimizi görmeye başlıyoruz aynada. Gözlerimiz kamaşıyor. Bakamıyoruz. Bu da kim? Kıpkırmızı bir alev topu var aynada. Meğerse, etrafımızı kaplayan lavlar öyle ışık saçıyormuş ki tüm evreni rahatsız etmişiz. Uyku uyuyamıyormuş millet. Öyle bir parlamışız ki tüm evreni aydınlatmışız.

Parçalar toplandıkça daha çok farkına varıyoruz ışıltımızın, öfkemizin. Yavaş yavaş sakinleşiyoruz. Enerjimizi içimize gönderiyoruz. Kendi kendimizi aydınlatmak için. Yavaş yavaş çıkıyoruz o dizgeden, o doğrusallıktan, o düzlükten, o tutulmadan. Kendi sistemimize kendi düzenimize doğru yola çıkıyoruz. Müziği değiştiriyoruz. Yeni tür bitkiler yetiştiriyoruz. Kokuları, tatları farklı oluyor elbet.

E işte

Bizimkisi bir aşk hikayesi

Siyah beyaz film gibi biraz

Gözyaşı umut ve ihtiras

Bizimkisi alev gibi biraz

Alev gibi

Bu hikaye, binlerce benzerinin arasından yazıya dökülmüşü sadece. Yegane değil. Özel ama politik.

Bu hikaye, yani benim hikayem, benzerlerinin arasında en kötüsü değil elbette. Belki de en masumu. En sessizi. En moderni. Ama o kimliksizleştirmenin, hiçleştirmenin, el birliğiyle, hissettirmeden, alttan altta nasıl gerçekleştiği yazılmalıydı bir kez daha. Ailenin, dipsiz bir kuyu, ona inen merdivenin sonsuzluğu yazılmalıydı. Ben bir noktadan sonra, tahammül edebileceğimden çok indiğimi fark edip geri yukarı çıkmaya başladım. Dayanamadım.

Dayanılacak gibi değildi. Bugün, kadınlar, dünyanın dört bir yanında, aynı sözlerle sokaklarda dans ediyorsa bir sebebi var: kadın düşmanlığının evrenselliği. Erkek egemen sistem, kadınları ya babalarına ya kocalarına ya da çocuklarına bağımlı görmek istiyor. Aksi halde korkuyor ve düşmanlaştırıyor. Her gün ama her gün bir (?) çimdik atıp uyarıyor. Az diklenirsen etinden bir parça koparıyor. Evet dedikçe, mesafeyi kısalttıkça o çimdikler yüreğine ve beynine denk gelmeye başlıyor. Öyle öyle küçülmeye başlıyorsunuz. Zekanız küçülüyor… Ruhunuz küçülüyor. Aşkınız küçülüyor… Usul usul çekiyorsunuz elinizi her şeyden… Öyle zor ki bu şiddete karşı tek başına dik durmak. Öylesine akışkan ki bu sistem. En ufak boşluğu bile dolduruyor saniyesinde. Yok oluyorsunuz yavaş yavaş…

Benzer hikayelerin kahramanlarıyız. Birbirimizden daha haklı, daha güçlü, daha önde, daha feminist değiliz. Hep birlikte zincirlerimizden kurtulmadan, hiçbirimiz için kurtuluş yok. Birbirimize el vermediğimiz her an geçmişe, geriye dönebiliriz.

Mücadeleye, kendimizi severek başlamalıyız. Sonra en yakınımızdakini sevmeliyiz. Erkek gözlüğünü uzayın derinliklerine fırlatmalıyız. Başkalarının düşünceleri zihnimize dolmadan düşünmeyi başarmalıyız. Her ilişkinin merkezine iktidarı oturtmayı, haklı, haksız, yenen yenilenler yaratmayı bırakmalıyız. Savunucu değil, oyun kurucu olmayı istemeliyiz. Avuç içi kadar ilişkileri yönetmeyi değil, dünyayı yönetmeyi istemeliyiz. Her şeyden önemlisi kazanmayı istemeliyiz.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.