“Üç çocuk” vurgusu, kürtaj karşıtlığı, doğum kontrolüne sınırlamalar ve doğurganlığa dair ahlaki ajitasyon, kadınları yalnızca doğurması gereken varlıklar olarak tanımlayan bir dili besledi.
Yazar notu:
İki çocuğumu vajinal yolla dünyaya getirdim. Her ikisinde de bedenimle, duygularımla, korkularımla derinlemesine sınandım. “Doğal” sayılan bir doğum biçimiyle dahi, sürecin ne kadar zorlayıcı ve karmaşık olabileceğini yaşayarak öğrendim. Bu metin, doğumun yalnızca tıbbi bir olay değil; kadının bedeniyle, kimliğiyle ve iradesiyle kurduğu çok katmanlı bir ilişki olduğunu hatırlatma ihtiyacından doğdu. Çünkü hangi yolla gerçekleşirse gerçekleşsin, bu deneyimin sahibi yalnızca o kadındır.
Süper Lig’in 31. haftasında futbol takımları sahaya çıkarken, ellerinde “Doğal olan normal doğum” yazılı bir pankart vardı. Sağlık Bakanlığı’nın desteklediği bu görüntü, yüzeyde sıradan bir farkındalık kampanyası gibi görünse de yıllardır kadınların doğum tercihine dair sessizce örülen politik zeminle doğrudan bağlantılı. Pankarttan kısa bir süre sonra, özel tıp merkezlerinde tıbbi gerekçe olmadan planlı sezaryen doğumların yasaklandığı yönetmelik yayımlandı.
Kadınlar, kendi bedenleri hakkında söz söyleme hakkından bir kez daha yoksun bırakıldı.
Sistemin gözünden uterus: “Makbul doğum”un tarihi
Türkiye’de sezaryen konusu, on yılı aşkın süredir ideolojik bir gündem maddesi. 2012’de Cumhurbaşkanı’nın “Sezaryene karşıyım. Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum. Buna kimsenin müdahale hakkı olmamalıdır.”(1) açıklamalarıyla hafızalara kazınan çıkışı, kadın bedeni üzerinde kurulmak istenen tahakkümün en açık ifadelerinden biriydi. O günden bu yana “üç çocuk” vurgusu, kürtaj karşıtlığı, doğum kontrolüne sınırlamalar ve doğurganlığa dair ahlaki ajitasyon, kadınları yalnızca doğurması gereken varlıklar olarak tanımlayan bir dili besledi.
Yeni sezaryen düzenlemesi de bu çizginin devamı. Üstelik veriler, meseleye yalnızca “keyfi sezaryen” başlığıyla bakmanın yüzeysel olduğunu gösteriyor: Türkiye’de sezaryen oranı %60. (2) Bu oran, OECD ortalamasının çok üzerinde. Ancak bu oranın ardında karmaşık dinamikler var: yoğun doğum korkusu, sistemin baskısı, travmalar, sağlık sisteminin yetersizlikleri, sosyal güvencesizlik… Sezaryen, birçok kadın için yalnızca tıbbi bir prosedür değil, bazen korunma, bazen de maruz kalınan bir mecburiyet.
Yani her durumda, tıbbi ya da duygusal olsun, kadının deneyiminin bir parçası.

İktidarın bedenle imtihanı
Kadın bedeni, sadece üreme kapasitesiyle ilgilenilen bir alana indirgeniyor. Hâkim sistem, yalnızca yasa koymakla kalmıyor; doğumun biçimini tanımlıyor, yönlendiriyor, denetliyor. Bu sistem, doğumu yalnızca biyolojik bir olay değil; yönetilmesi gereken bir süreç, şekillendirilmesi gereken bir tecrübe olarak görüyor.
Oysa doğumda yalnızca bir çocuk dünyaya gelmez. Kadın da yeniden var olur. Bu yeniden varoluşun nasıl gerçekleşeceğine, bedeninden geçecek deneyime karar verecek olan, onun kendisidir. İçinden geçtiği süreç, taşıdığı korkular, arzular, ihtiyaçlar ve bedensel hafızasıyla birlikte.
Ancak bugün, bu hak elinden alınıyor. “Doğal” olanı “doğru” olarak tanımlayan bir devlet, doğum biçimlerine ahlaki anlamlar yüklüyor. Kadının bedeni, kararın nesnesi haline getiriliyor.
Kimin doğrusu?
Futbol sahasına taşınan doğum mesajı, kadınların bedenleri üzerindeki kamu mülkiyetinin yeni bir formuydu. “Kadınları rencide edecek bir şey yok” denilerek geçiştirilen bu söylem, aslında kadınlara ait olan deneyimi kamusal denetime açıyor. Doğumun biçimi ahlaki, ideolojik, hatta dini referanslarla belirlenmek isteniyor. Fakat doğumun biçimi bir zafer değil. Ne vajinal doğum ne sezaryen; hiçbiri başlı başına yüceltilmesi ya da mahkûm edilmesi gereken deneyimler değil. Her biri, kadının biricik bedeniyle kurduğu ilişki içinde anlam kazanır.
Hiçbir politik gündem, doğum yapan bir kadının hikâyesini tek biçime indirgeyemez.
“Normal olan kendi tercihim!”
Feministler olarak, sezaryen yasağını yalnızca bir sağlık politikası olarak değil, kadının kendi bedeni üzerindeki haklarını sınırlandıran biyoiktidar stratejisinin sürdürülebilir bir aracı olarak değerlendiriyoruz. “Normal olan kendi tercihim!” diyerek yükselen sesler, bu düzenlemeye karşı açık ve doğrudan bir karşı çıkışın ifadesi.
Kürtajın fiilen yasaklandığı, doğum kontrol yöntemlerine erişimin zorlaştırıldığı, gebeliğin ve doğumun dinsel, ahlaki söylemlerle çerçevelendiği bir politik iklimde doğum biçimlerine de müdahale edilmesi, kadınların yaşam alanlarının sistemli biçimde daraltıldığını gösteriyor.
Vajinal veya sezaryen doğum ya da doğurmama tercihi kadınlara aittir. Ve biz nasıl istersek öyle olur.