İki farklı kuşaktan iki kadın yazar: 1931 İstanbul doğumlu Leylâ Erbil ile 1943 Napoli doğumlu Elena Ferrante. Ancak dönüp de geçmişe bakarak yazmaya başladıkları dünya ise aynı: 2000’lerin dünyası.
Elena Ferrante’nin Napoli Dörtlemesi romanları tüm dünyada çok okundu, kitaplar hakkında akademik, spekülatif, eleştirel hatta magazinel pek çok yazı yazıldı. Bu müstear isimli yazarın kadın mı yoksa erkek mi olduğu sorusu da dahil olmak üzere pek çok şehir efsanesi üretildi. Kişisel tarihime bakacak olursak daha ilk kitabın ilk sayfaları ile vurulmuştum hikâyeye de, anlatılış biçimine de. Tesadüfen, hakkında bir şey bilmeden sadece adı (Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım) ve kapağından yola çıkarak bir arkadaşıma dörtlemenin ilk kitabını hediye olarak[1] alırken kendime de satın aldığım kitabı yercesine okuduğum günlerin duygusu hâlâ taze. Şöyle demiştim kendi kendime: Vay be! Hani çocukken özellikle yaz tatillerinde okuduğu bir kitaba (evet sıcak yaz günlerinde mesai gibi sekiz saat kitap okuyabilen bir çocuktum) kendini kaptırır, dış dünyadan tamamen kopar ve yepyeni kurmaca bir dünyada kendine paralel bir hayali evren kurar, adeta orada yaşar ya insan, ona benzer bir duyguyu, kendimi Proust’a kaptırdığım 2009 yılından bu yana, ilk defa hissediyorum. Ve sonra sırasıyla dörtlemenin diğer kitaplarını ve Ferrante’nin diğer metinlerini de okudum. Hep çok beğenerek (en çok The Days of Abandonment’ı ve bu yüzleşmeci metnin dürüstlüğünü), dörtlemeden önce daha mikro olarak uğraştığı pek çok meseleyi nasıl geniş bir bağlamda tarihselleştirerek yeniden kurduğuna ve böylece tipik olan bir şeyleri, yerleri, mahalleleri tarihsel gerçekliklerle, kritik politik anlarla örerek tüm bu karmaşık ağı son derece titizce inşa edişine tanıklık ederek profesyonel olmayan bir hayranlıkla okudum. Gerçekçi romanın türsel beklentilerine uygun biçimde, bize adeta melodramatik bir şeyler anlatıyordu ama bu, İtalyan sol hareketine dair de, faşizme dair de çok açık ama didaktik olmayan bir anlatımdı. Savaş sonrası dönemde yoksulluğun, patriyarkanın, zorun ve aynı zamanda sınıf mücadelesinin, feminist çelişkilerin, entelektüel sorgulamaların hikâyesini anlatıyordu. Ama dedim ya Ferrante okuduğum her an edebiyat araştırmacısı kimliğimden uzakta, kendini olayların akışına kaptıran naif bir okurdum. Ve yukarıda örülüşüne işaret ettiğim bu ağın üzerinde dikkatle yürüyen örümcekler gibi Lenu ve Lina’yı yerleştirmişti Ferrante. Ağ ve örümcek yanlış bir mecaz gibi görünebilir ilk bakışta. Çünkü şu anlattığım hikâyede ağı ören unsurlarla ağın üzerindeki örümcekler farklıymış gibi geliyor kulağa, oysa örümcek ağını örümcek; kendi iç salgısı ile örmez mi? Buna bir cevabım var ama daha çağrışımsal bir şey olarak da, ağlar üzerinde dikkatle yürüyen ve düştükleri her seferde incecik neredeyse görünmez bir bağ ile ağdan kopmayan bu örümcekleri zehirli olarak hayal ediyorum. Her iki kahramanımızın da hayli zehirli dil ve zihinlerinden yola çıkarak. Evet, dış dünyanın unsurları ile örülmüş bahsettiğim ağ ama bir o kadar da örümceklerimizin zehirli bakışının filtresi ile algıladıkları ve adeta ikisinin zihninin birleşiminden oluşan bir anlatıcı göz/ses ile aktarılan bir ağ bu. Somut dış gerçekliğin ve olayların kendisi değil sadece karakterlerde bıraktıkları izler önemli. O nedenle etkileniyoruz okur olarak. Ve tam da bunun gibi dörtlemeye adını veren Napoli şehri de sadece bir arka plan değil, şehrin varlığı son derece önemli olmasına rağmen ne bir şehir güzellemesi bu romanlar ne de –her ne kadar turistik şehir turlarına vesile olsa da- bir Napoli rehberi. Anlatılan karakterlerin şehre bakışı ve şehrin onlara neler ettiğinin hikâyesini okuyoruz. Hem güneyde Napoli ve civarında böyle bu hem de üniversite için gidilen Pisa’da.
Ferrante okurken özellikle Napoli Dörtlemesi karşısındaki naif okur pozisyonumu belirttim. Şimdi burada insana bir an bile naif okur olma lüksü ve izni vermeyen bir başka kitaba geçeceğim. Leylâ Erbil’in Kalan romanı. L’amica Geniale’nin yani dörtlemenin ilk kitabının İtalyanca orijinalinin yayınlandığı yıl yani 2011’de yayımlanıyor Kalan da. Ve anlatım stratejileri, üslupları ve dilleri ile birbirinden o kadar farklı iki metinden söz ediyoruz ki aynı yazıda iki yazarı buluşturmak abesle iştigal gibi. Oysa hem metin buna izin vermediği için hem de bir ders bağlamında yeniden okuduğum için dikkatli ve eleştirel okur pozisyonunu bir an bile bırakamadan yeniden okurken Kalan’ı, belki yakın zamanda dizisini izlemeye başladığım için, belki değil, aklıma sık sık Ferrante geliyor. Napoli İstanbul’a, Lena ve Lenu’nun mahallesi Fener’e, Balat’a karışıyor. Fatih ve Fener arasındaki fark, gayrimüslim nüfus, fakir komşular, şehirlerin tarihsel yükü derken dünyalar karışıyor aklımda. Ferrante’nin detayları sektirmeden lafı uzata uzata anlattığı hikâyesinin karşısında adeta koşarak konuşan bir anlatıcı zihnin sıçramaları var. Kalan’ın anlatıcı yazarı zaman zaman aralara girip okura laf yetiştiren sadece okura değil kendisine de artık sadede gel diyen bir ses. Metin ise hiçbir neden sonuç ilişkisini gözetmeden adeta belleğin tesadüfiliği ve parçalılığı üzerine kurulmuş bir şiir metin. Bugünden yazan anlatıcı ses çocukluğunu hatırlarken aradaki tecrübelerini katarak bakıyor olaylara. Henüz Tarkovski kimdir haberi bile olmayan bir kız çocuğunun gözünden Dayı karakterini Tarkovski’nin Stalker filmine yerleştiriyor ama hemen ardından da ekliyor: “fakat ne zehir biliyorduk / ne adam öldürmeyi/ ne de tarkovski’nin kajdanovski’sini görmüştük henüz / küçüktük küçücüktük.” Bu zamansal ve zihinsel sıçramalar eşliğinde 1930’lardan bugüne bir büyüme, olma, olgunlaşma, yaşlanma hikâyesi okurken Lahzen karakteri ile Lena/Lenu’yu birlikte düşünmemek mümkün değil. Sessel benzerlik tesadüf olsa da ne dinsel bağnazlık, ne komşuluklar, rekabetler, arkadaşlıklar, ne fakirlik ne de her şeye rağmen akan yaşama direnci tesadüf. Sık sık şehrin Bizans geçmişine gönderme yapan Leylâ Erbil de Ferrante gibi pek çok şeye rağmen kendi kadın ve yazar kimliğini ince ince dokuyan Lahzen’i ve hayatını dolaylı da olsa tarihselleştirerek anlatıyor okura. Lahzen’in mahalleden çocukluk sevgilisi Vangel ve ailesi aracılığı ile 6-7 Eylül olayları dile gelirken adeta hikâyeyi aniden kesen ara bölümlerle pek çok faili meçhul cinayet ya da katliam adlı adınca anlatılıyor. Uzun uzun 1874’te Ohing adlı bir Ermeni tarafından İtalyan mimar Pulgher’e yaptırılan Beyoğlu’ndaki Avrupa Pasajı’nı, her bir dükkanın Rum sahiplerini anlatırken, 1955 sonrası pasajın nasıl Türkleştiği ile çocuk Lahzen’in aynayı ilk görüşü ve dolayısıyla pasajın aynaları birbirine karışır. Adeta kamusal olan özel olana, çocukluk bugüne ayna tutar. Leylâ Erbil bütün bir Cumhuriyet tarihi ile hesaplaşırken devrimci pozisyonundan ödün vermeden kanlı 1 Mayısları ve başka kritik tarihsel olayları işaret ediyor. Kimi zaman bir mahkeme ifadesi ya da gazete haberi aracılığı ile yapıyor bunu kimi zamansa doğrudan. Öyleyse elimizde ne var: Lahzen’in –sık sık ilaçlarımı almam lazım diyerek okura hatırlattığı- “hasta” zihninin hatırladıkları, anlatacakları hakkında kendisi ile mücadelesi ve aralara yerleştirilmiş faili meçhuller, cinayetler. 6 Mayıslarda yolları kesişen Hıdırellezler, Aziz Georgius yortuları ve Deniz Gezmiş’lerin idamı. Ne dinin siyasetle ilişkisini ne siyaseti ne de herhangi bir dogmatik düşünceye sorgusuz itaat etmeyi eleştirmekten çekiniyor Leylâ Erbil. Ölenin de, öldürenin de, vesile olanın da adını vererek ilerliyor. Lahzen’in kişisel hikâyesi ise adeta art arda sıralanmış psikanaliz seansları gibi ilerliyor. Çocukluktan kalma ilksel sahneler, bir horozun kurban edilişi, ilk öpüşme, annenin sevgilisi, mahallenin ürettiği efsaneler derken bir yangınla kesintiye uğrayan bir çocukluk Lahzen’inkisi. Hatırladıkları ile uydurdukları dinledikleri ile rüyaları karışıyor. Bir yanda ablası var, adeta değişen siyasi konjonktüre paralel kimi zaman gizli gizli pembe pelur kağıtlardan Nazım Hikmet şiirleri okuyan, kimi zamansa ülkücü sevgilisinin etkisiyle tarih dersindeki resmi tarih anlatısı ile dalga geçen Lahzen’i, azarlayan en yakın arkadaşı Rosa’nın Yahudi oluşundan rahatsızlık duyan. Haliç’teki fakir mahallenin gog mogogu, egosu ile çevrelenmiş sarnıcıyla Lena ve Lenu’nun oyuncak bebeklerini attıkları bodrumda kapıldıkları dehşeti ve mahallede üretilen Don Achille efsanesini birlikte düşünmemek imkânsız. Her ikisi de kolektif bilinçdışının ürünü uydurma bir masal hissi verse de bir yanı ile kaskatı cesim bir gerçeklik: parası ve gücü olan Don Achille insanüstü güçleri ile olmasa da parasının gücü ile bir zorba. Benzer sınıf atlama maceraları, entelektüel olma mücadeleleri okuyoruz her iki romanda da. Ferrante olayları müthiş gözlem gücünün ürünü doğrudan bir anlatımla keskinleştirir ve parçaları yerine yerleştirip bağlamı çizerken Leylâ Erbil aralarda büyük boşluklar bırakarak, eksilterek ve bolca ters köşe yaparak ilerliyor. Napoli Dörtlemesini gözümüzü alamadan, içinden çıkamadan okurken, Kalan’da ise kitabın ritmine ayak uydurmaya çalışırken nefes nefese kalıyoruz.
Ferrante’nin adeta okurun elinden tutan gözlerine bakarak sakin sakin anlatan üslubu meselelerinin yakıcılığını biraz da olsa yumuşatmanın bir yolu gibi. Aksi halde okurun, aile içi şiddetin vakayı adiyeden olduğu, sokaklarda insanların tekmelendiği, çocukların babaları tarafından pencereden fırlatıldığı ve annelerin kendileri de bu şiddete maruz kaldıkları halde düzeni devam ettirdikleri, ayakta kalma mücadelesinin öfkesiyle dolu bu sert ortamın bu kadar çıplak ve dürüstçe anlatılışına ya da bir çocuğun kayboluşuna katlanması çok daha zor olabilirdi. Ferrante tüm anlatısını gündelik hayatı kuran şiddet ve herkesin buna farklı farklı dahil olması üzerinden şekillendiriyor.
Erbil ise anlık atışlar yapıyor. Anlattığı şehrin palimpsest tarihi gibi anlatısı da katman katman açılmaya müsait. Tüm ömrü boyunca biriktirdiği hikâyeleri ve öfkesini güvenilir olduğundan pek de emin olunamayacak bir zihnin, Lahzen’in “hastalıklı” zihninin aracılığı ile aktarıyor okura. Kimi suskunlukları, belki de anlatamadıklarını, işte saçmalamaya başladım şimdi ilacımı almam lazım taktiği ile meşrulaştıran anlatıcısıyla Kalan heyecan verici olmasının yanı sıra sırlarının çözülmesini ve doğru anahtarlar ile okunmayı bekliyor. Ferrante bunca zor şartları ve şiddeti anlattığı halde çok okunur bir yazar olarak pek çok dile çevrilmeyi başarıyor. Sarsılarak okunan bu metin neden bu kadar popüler oluyor bunu da düşünmek lazım belki. Kalan’ı asıl zor yapansa anlatma biçimi ve bu nedenle de çok okunur olma özelliklerinden uzak. Yazarlık kariyeri boyunca çok okunmak, kolay anlaşılır olmak gibi bir kriter ile hareket etmeyen Erbil bu romanıyla da tüm yerleşik yazım biçimlerine meydan okurken bize bir Türkiye tarihi anlatıyor, Bizansı ile Osmanlısı ile karanlık güçleri ile derin devleti ile entelektüel çevreleri ile çocukluk mahallesinin ayakkabıcı Talip’inin yaptığı pençelerden Hrant Dink’in ayakkabılarının altındaki lastik pençelere ve deliğe uzanan bir zihin yelpazesinde. Birbirinden bunca farklı gözüken iki anlatma biçiminin aynı sonuca ulaşıyor oluşu akademik tarafımla saf okur tarafımı buluşturuyor sanki. Adeta çocuk Lahzen ile yazar Lahzen, Lena ile Lenu gibi benim parçalanmış benliklerim de birleşiyor. Bu bence sadece benim deneyimim değil. Paylaşanlar çıkacaktır diye düşünüyorum. Bu birleştirici unsur ise, feminizmin üzerinden geçen yüzyıla rağmen bugün hâlâ tam anlamıyla kendimiz olamıyoruz diyen ve farklı nedenlerle de olsa kendisini tüm kadınlara yakın hissettiğini belirten Ferrante’nin de son derece erkek bir yayın dünyasını kurmaca metinlerinde de söyleşilerinde de ifşa edişi ile Erbil’in feminist duruşları. İki farklı kuşaktan iki kadın yazardan söz ediyoruz (1931 İstanbul doğumlu Leylâ Erbil ile 1943 Napoli doğumlu Elena Ferrante) ancak dönüp de geçmişe bakarak yazmaya başladıkları dünya ise aynı: 2000’lerin dünyası. Bizi pek çok farklı kimliğimiz arasında parçalayan, üretmeye, başarılı olmaya zorlayan bir dünya. Her iki yazarın da, kuşaklar boyu kendilerine bir direniş yöntemi bulan kadın kahramanları, içinde var olmaya çalıştıkları tüm şiddete rağmen bize umut vermeye devam ediyor.
[1] O nedenle dörtlemenin ilk cildine dokunuşumun tam tarihini de hatırlıyorum. 1 Temmuz 2015. Yıllar sonra Joan Baez yeniden İstanbul’da konser verecekti (konser tam bir hayal kırıklığı idi laf aramızda. Açıkhava’da konser veren Joan Baez üstelik Gezi’nin dinamik hatırası taze iken kitleyi yakalayamamış adeta günün ötesinde ahistorik bir yerlerde kalmıştı. Biko’yu söylerken bile Türkiye’de olan bitenlere gönderme yapmamıştı) ve ben üniversite birinci sınıfta iken konsere birlikte gittiğim o arkadaşıma (Zeynep Şarlak) ve yine aynı konserde tanıştığım ve ne Boğaziçi’nde ne de sonrasında yolumu ayırdığım bir başka kız kardeş arkadaşıma (Gül Ünal) konser bileti almıştım 1989 yılına geri döneriz belki hayali ile ve kitabı da o gün hediye ettim olağanüstü akıllı arkadaşıma. İsimleri elbette yazmasam da olurdu ama bunca kız arkadaşlık üzerine kurulu bir kitap üzerine söz söylerken arkadaşlarımı anmadan olmayacaktı. Gül konsere gelemedi ama Zeynep, ilk ranza arkadaşım Özlem ve ben birlikte gittik konsere.)