Kapitalist medya, kadın ilişkilerini çoğu zaman rekabet, kıskançlık ve yüzeysellik üzerine kurarak “güçlü kadın” imajını da bu zemine sıkıştırıyor.

Televizyon ekranı yalnızca hikâyeler anlatmaz; toplumsal cinsiyet rolleri, sınıf ilişkileri ve iktidar biçimleri de bu hikâyelerin içine örtük biçimde yerleştirilir. Feminist eleştiri tam da bu noktada devreye girer: Kadınların nasıl temsil edildiğine, hangi hikâyelerde görünür olup hangilerinde sessizleştirildiğine odaklanır. Erkek egemen anlatı, kadınları çoğunlukla ya birbirleriyle rekabet eden ve zarar veren figürler olarak ya da erkeğin etrafında şekillenen pasif karakterler şeklinde çizer.
Ancak 2000’lerin başında Türkiye televizyonlarında bunun dışında bir damar da belirmişti. Bu damar, ataerkil düzenin kadınlara biçtiği yalnızlık ve rekabet rollerini reddeden; kadınların birbirlerinin omuzlarında soluklandığı, hayatın yükünü paylaşarak hafiflettiği, dostlukla güçlendiği hikâyelerden oluşuyordu. Kapı ağızlarında ayaküstü edilen sohbetler, sabah kahvaltılarından sonra ya da pazar dönüşlerinde öylece uğranıp içilen kahveler bu dünyanın parçalarındandı. Birlikte turşular kurmak, reçeller kaynatmak gibi görünmez ev içi emek de ortak bir ritüele dönüşüyordu.
Perihan Abla, Bizimkiler, Yedi Numara, Gülbeyaz, Yeditepe İstanbul, Şaşıfelek Çıkmazı, Çemberimde Gül Oya, Sultan Makamı, Hatırla Sevgili… Adını unuttuklarım ya da izleyemediklerim… Eminim çok daha fazlası vardır. Bu dizilerin birçok ortak yanı ve ayrışan yönü bulunuyor. Bu dizilerdeki komşuluğu, mahallelerdeki kadın dayanışmalarını konuşmak istiyorum.
Yeditepe İstanbul’da her şeyini kaybedip kenar bir mahalleye taşınan Olcay’ın kirasını Lale öder. Ancak bu yalnızca maddi bir destek değildir; Lale, ekonomik ve kültürel farkları bir kenara bırakarak o mahallenin kadınlarıyla dostluk kurmaya çalışır. Önem’in yaşadığı evlilik korkularını paylaşır, Havva Ana’nın çektiği böbrek ağrılarını hafifletmek için onunla bira içer. Günlük hayatın türlü derdi arasında sınıfsal ve yaş farklarını aşarak bu kadınlar bir masa etrafında buluşur ve birlikte soluklanırlar. Hele hep beraber rakı-balık yapmak için dışarı çıkıp sarhoş oldukları ve karakola düştükleri sahne vardır ki… Kadınların şen kahkahaları tüm o kasveti dağıtıverir. Bu sahneler, kadınların yalnızca birbirlerine destek oldukları anları değil, patriyarkanın gündelik hayata yaydığı yükleri birlikte taşıma biçimlerini de gösterir.
Feminist teori açısından bakıldığında bu yan yana geliş hali yalnızca duygusal bir bağ değil; “özel alana” sıkıştırılmış kadınların kendi aralarında kurdukları mikro-politik bir direniş biçimidir ve gündelik hayatın politikliğini kanıtlar.
Çemberimde Gül Oya’da konağın her bir odasında ayrı aileler yaşar. Yurdanur, Mehmet’le evlenince bu konağa taşınır. Burjuva bir ailenin tek kızı olan Yurdanur, aşkı seçince ailesinin ona sunduğu imkânlardan vazgeçer ve deyim yerindeyse sudan çıkmış balığa döner. Tam da bu anda, karşı odasında torunu ve babasıyla yaşayan Suna Abla onun rehberi olur. Yemek yapmayı, soba yakmayı, kısacası yaşamayı öğretir. Mehmet’in gözaltına alındığını öğrendiğinde Yurdanur karakol karakol onu arar, fakat cebinde beş kuruşu yoktur. Suna’dan borç ister. Suna yalnızca parayı vermez; boğazından geçecek bir lokma yemeği de önüne koyar.
O an, “Hadi bir çay koyalım da içelim” deyişiyle Yurdanur’a yalnızca maddi değil, duygusal bir sığınak da sunar. O çay, patriyarkanın yarattığı yoksullukta, yorgunlukta ve çaresizlikte bir nefes molası gibidir. Aynı akşam konağın diğer sakini, şarkıcı Canan, Yurdanur’un iç sıkıntılarını hafifletmek için ona bir anı defteri hediye eder. “Bizim için koca koca sayfalar yazılmış; bir satır da kendin için yaz kız” diyerek Yurdanur’a toplumsal anlatının dışına çıkma ve kendi öznelliğini kurma çağrısı yapar. Tüm karanlık bulutlar dağılmasa da Canan’ın hediyesi ve neşesi Yurdanur’a moral olur.
Bu, kadınların birbirine rehberlik etme biçimidir. Suna’nın Almanya’dan kızı ve damadı geleceğinde, tüm o yemek ve temizlik telaşına Zarife yardım eder. Kadınların omuzlarına yüklenen görünmez ve ücretsiz emeğin ağırlığını hepimiz biliriz; kadınlar orada hemen yanı başında beliriverir.
Bu dizideki dostluklar yalnızca bireysel bir iyilik hâli değil, aynı zamanda ataerkil sistemin dayattığı sınıf, kültür ve deneyim farklarının üstesinden gelen güçlü bir kolektif öğrenme ve dayanışma sürecidir. Kadınların birbirine el uzatması, erkek egemen yapının onları yalnızlaştırma çabasına verilen yüksek sesli ve sessiz bir isyandır.
Mesela Sultan Makamı’nda Sultan gözaltına alınır. Asiye’nin (eşi) Sultan için bir avukat bulması gerekir. Avukatla görüşmek onlar için ciddi bir meseledir. Avukat ve karakol Asiye için tedirgin ve belirsiz ortamlardır. Mahallenin iki yaşlı kadını Dursun ve Nuriye, Asiye’yi yalnız bırakmazlar. Koluna girip o kaygıyı birlikte göğüslerler.
Hatırla Sevgili’de gelin-görümce olarak bir evde yaşayan Sevim ve Selma’nın dostluklarını anmamak olmaz. Bugünlerde entrikanın iki çatışma unsuru olarak sunulan bu akrabalık bağı, o dizide gerçekten sağlam bir dostluğa dönüşür. Sevim, evlilikten korkan yaş almış bir kadındır. Mehmet’in yaptığı evlilik teklifinin ilk telaşını ve heyecanını Selma ile paylaşır. Karşımıza yalnızca gelin ve görümce değil, dost olmayı beceren iki kadın çıkar.
Bunlar, ekranlardaki steril ve gösterişli hayatlardan farklı olarak, yan apartmanımızdaki akışlar kadar gerçekçidir. 2000’lerin başında ana akım medyada, aynı paltosuyla bir kışı geçiren, kışın kazak üstüne yelek giyen, birlikte kol kola pazara giden kadınların samimi ve sınıfsal gerçekliği yansıtan dostluklarını izledik. Yaşça büyük olanların gençlerle kurduğu deneyim aktarımına dayalı ama kibir taşımayan dostluklar, zaman zaman kurulan eşitlikçi arkadaşlıklar… Bunlar, bugünün yüzeysel ve tüketim odaklı medyasından çok uzaktaydı.
Şimdi konuşunca “nostalji” diyoruz. Ama hayır, bize sunulan o koca prodüksiyonların yalnızca bir yanıltması bu! Peki ne değişti? Orada sunulan gerçekçi dostluklar gerçekten “nostalji” mi oldu? Ana akım dizilerine göre algı yönetimiyle öyle görünse de elbette doğru değil. Biz hâlâ bir sofra etrafında toplanıp dağıtmaya, ay sonunu getiremeyince cebimizdekini paylaşmaya, geçerken uğramalara devam ediyoruz. Etmeliyiz, edeceğiz.
Tüm bu gerçeklikler ve evdeki durumlar bu kadar farklılık gösterirken televizyonun neden biraz olsun gerçeğe paralellik kurmadığı sorusu akla geliyor. Bunun temel nedeni, bize sunulan içeriklerin patriyarkal ve kapitalist düzenin çarklarını beslemesi ve yeniden üretmesidir. Bu düzende kadın bedeni bir vitrin hâline getirilir; reklamlarda ve ürün yerleştirmelerde en trend olanı tüketmeye teşvik edilmelidir ki daha çok alsın, tüketsin. Tükettikçe bu sistemde var olabilsin. Elbette tükettiğini göstereceği bir pazara da ihtiyacı vardır. Bu pazar, hemcinsler arasında rekabet alanı yaratmalıdır.
Şimdi bana “ana akım izlemiyoruz, birçok farklı mecra var” gibi bir argüman sunabilirsiniz; haklısınız. Evinde televizyon olmayan biri olarak, “Artık ana akımın önemi kalmadı” diye düşünmem beklenebilir. Ancak hayır, ben ana akım televizyonun toplumsal etki ve önemini her zaman düşünenlerdenim.
Evet, sosyal medya, Netflix, Amazon Prime, Mubi vb. ana akıma rakip olabilir. Fakat gün sonunda, orta yaşlı ya da sosyal hayatla arasında fiziksel, sosyal veya ekonomik engeller bulunan kadınların en önemli eşlikçisi hâlâ televizyondur. Hatırlayın, gündüz kuşağının adı eskiden “kadın kuşağı” diye anılırdı. Ev içinde görünmez ve sigortasız emeğini mesai kavramı olmadan mütemadiyen sürdüren kadının yoldaşı bu kanallardır. Arkada mutlaka televizyon çalar. Neden? “Bir ses olsun” diyerek… Bu ses, bitmeyen işlere bir eşlikçidir, fakat odaklanılması gereken bir eşlikçi değildir.
Bu nedenle ana akımda üretilen her işi önemsiyorum. Ev emeği hiç bitmeyen kadınlara sunulan dünya nedir? İki buçuk saat süren o dev prodüksiyon dizilerde, bugün sosyo-ekonomik durum fark etmeksizin, evde ve dış mekânda hep iyi görünüm, topuklu ayakkabılar ve sürekli rekabetin gölgesindeki zemini kaygan kız arkadaşlıklar hâkim. Bugün ekranlarda gerçek kadın dayanışması, tüketim kültürünün süslediği sahte bir dostluk formuna indirgenmiş durumda. Kapitalist medya, kadın ilişkilerini çoğu zaman rekabet, kıskançlık ve yüzeysellik üzerine kurarak “güçlü kadın” imajını da bu zemine sıkıştırıyor.
Elbette ideolojik olarak bilinçli olan bu sunumun gerçeğin neresinde olduğunu, medya tarafından sunulan bu yanılsamayı dağıtmak için kendi hayatlarımıza dönüp bakarak anlamak bize düşüyor.
Belki de bu yüzden 2000’lerin kadın hikâyelerine bugün hâlâ dönüp bakıyoruz. Çünkü onlar bize, kadınların yan yana geldiğinde sadece birbirlerine değil, dünyaya da başka türlü bakabileceklerini hatırlatıyor. Feminist bakış, bu yan yana gelişlerde saklı: birlikte çay koyan, sofrada kahkaha atan, omuz omuza direnen kadınlarda…
Hayır, komşuculuk nostalji olmadı. Egemen anlatı bunun geçmişte kaldığı fikrini pompalamaya devam etse de ben karşı komşumu, her sabah camdan geçenleri izleyen Ayten Hanım’ı tanıyorum. Onların güvenli alanlarını gözetiyorum çünkü biliyorum ki kadın dayanışması, gündelik hayatın kalbinde atmaya devam eden en güçlü direniş formudur.