Türkiye’de bugünlerde kadınların hayatlarını güvence altına alan bir mekanizma varsa, o mekanizmayı hukuk değil, kadın dayanışması ve kadınlar yaşatıyor.
Maurice Daumas Kadın Düşmanlığı adlı kitabında, erkek egemenliğinin 3 özelliği bulunduğunu söyler; evrensellik, biçim değiştirilebilirlik ve batmazlık. Bugün Türkiye’de bu üç durumu da iliklerimize kadar yoğun bir şekilde tecrübe ediyoruz. 20 Mart gecesi milyonlarca insan, Resmi Gazete’nin yayınlandığı web sitesini gece 2’ye kadar yenileyip durdu; herkesin cevabını merak ettiği soru, gerçekten tek bir imza ile İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilip edilmediğiydi. Sözleşme karşıtı saldırgan bir grup, “birazdan burada ortalık karışacak, moraracaklar, kimse uyumasın” gibi paylaşımlarla gelmekte olanın ilanını kadınlara saldırarak yapmaya devam etti.
20 mart gecesi, Türkiye’de kadın hakları tarihine bir not: kadınlar Twitter’da sabaha kadar #İstanbulSözleşmesiBizim diyerek hayatlarını savundu.
İstanbul Sözleşmesi, uzun adıyla Kadınlara Yönelik Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin, Cumhurbaşkanı Kararı ile feshini savunanlara ve fesih hakkında “endişeye gerek yok” tavrında olanlara karşı bir cevap yazısı bu.
Milyonlarca kadının, insan haklarını koruyan, cinsel yönelim ve cinsiyet temelli ayrımcılığa karşı hukuki korumayı güvence altına alan bir sözleşmenin tek imza ile, bir gecede feshedilmesi demek, hukuk sistemimizde kadınları, cinsel yönelimi ve cinsiyet kimliği nedeniyle ayrımcılığa maruz kalanları koruyan bütün diğer kanunların ve uluslararası sözleşmelerin teminatının yerle bir edilmesi, yakın tehdit altında olması demek.
İstanbul Sözleşmesi’nin feshi sonrasında, birtakım alanlarda sıklıkla dile getirilen, “sırada CEDAW var, Lanzarote Sözleşmesi var, 6284 var,” gibi ifadeler de, son birkaç yıldır sürekli meclis gündeminde tutulan, çocuklarla evlenmeleri halinde cinsel istismar suçunun affına yönelik TCK değişikliği teklifleri de, bu tehdidin ne kadar gerçek ve yakın olduğunu doğruluyor. Zaten bir başka fesih çağrılarının yükseldiği Lanzarote Sözleşmesi de, “Çocukların cinsel sömürü ve cinsel istismara karşı korunmasına ilişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”.
İstanbul Sözleşmesi’nin feshi sonrasında, bu feshi savunanlar sıklıkla şu retorik soruyu soruyor: Türkiye sözleşmeden çıkınca kadınlar korumasız kaldı? Evet.
Bu sorunun cevabının neden “evet” olduğunu açıklamak için, Türkiye’de hukuk tarihine kadına yönelik şiddet çerçevesinden bakmak gerekiyor ve bu tarih bize şunu söylüyor: İstanbul Sözleşmesi’ni bırakmamak, belki de Türkiye’de kadın haklarının tarihi boyunca hiç bu kadar önemli ve kritik olmamıştı.
Daha birkaç hafta önce 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü sonrasında, yürüyüşe katılan kadınların gece vakti gözaltına alınması, akabinde İstanbul Sözleşmesi’nin fesih kararı, bu kararın Resmi Gazete’de yayınlanması sonrasında Türkiye’nin her yerinde on binlerce kadının pandemi koşullarında bizzat katıldığı, milyonlarcasının sosyal medyadan destek verdiği, baroların, hukukçu akademisyenlerin protestoları ve bu kararın hukuka aykırılığına ilişkin yaptığı açıklamalara, feshe ilişkin geniş bir toplumsal anlaşmazlık olmasına rağmen fesih kararının aceleyle 22 Mart 2021 günü, Dış İşleri Bakanlığı tarafından Avrupa Konseyi’ne bildirilmiş olmasının tercümesi; milyonlarca kadının, insanın iradesini tanımıyorum, bu ülkenin yurttaşı olarak da saymıyorum demek değil midir?
Sosyal medya mecralarında, İstanbul Sözleşmesi’ni savunan kadınlara karşı yürütülen twitter vandallığı ile ise, bu görmezden gelmenin devamı niteliğinde saldırgan bir kadın düşmanlığı. Hükümetin kamusal alanda kadınlar aleyhine sonuç doğuran irade açıklamaları bir tarafta, sosyal medya ve birtakım çevrelerde yükselen feminizm, kadın hakları ve eşitlik karşıtlığı diğer tarafta, yaşadığımız şey bir mizojini kuşatması. Bu kuşatmayı da ancak, tüm hesapları bozan kadın dayanışması ile aşabiliyoruz.
Sözleşmenin feshi kararı sonrası, Avrupa Konseyi ve Birleşmiş Milletler’in çeşitli kuruluşlarından yapılan durumun çok endişe verici olduğu ifadeleri de, bu hükümet dışı örgütlerin kurucularından olan Türkiye için de bir anlam ifade etmediğini gördük.
Özellikle geçtiğimiz yıldan bugüne sözleşmeye dair kamusal alanda yapılan gelgit tartışmasında İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkmak, kadına yönelik şiddetin önlenmesi iradesi bakımından bir sınır çizgisi, bir nevi turnusolu oldu.
Hal böyleyken İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi, milyonlarca kadın için, isterse Türkiye’de dünyanın en mükemmel iç mevzuatı/yasası olsun, kadınlar adalete başvurduklarında sonuç alınabileceğine dair güven duymalarının mümkün olmadığı bir aşamaya taşındı.
Sözleşmenin feshine karşı davalar: Danıştay’da onlarca dava
İstanbul Sözleşmesi bir uluslararası sözleşme olarak Anayasa’nın 90. Maddesi uyarınca, TBMM’de kabul edilen uygun bulma kanunu ile kabul edildi. 29 Kasım 2011 tarihli 6251 Sayılı uygun bulma kanunu hâlâ yürürlükte. Bir kanun yürürlükten kaldırılacaksa bu, TBMM tarafından yapılan bir işlemle olmalı.
Ancak 20 Mart gecesi Resmi Gazete’de sözleşmenin feshi işlemi, sadece 12. Cumhurbaşkanı’nın imzasını taşıyan ve ismi de “Cumhurbaşkanı Kararı” olan karar ile yapıldı.
“Tek imza ile bir insan hakları sözleşmesinden çıkabilirim,” fikrinin dayanağı ise 15 Temmuz 2018 tarihli Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 3/1. Maddesinde yer alan, “uluslararası andlaşmaları sona erdirme yetkisi”nin Cumhurbaşkanına verilmiş olması.
21 Mart tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanan aşağıda yer verilen karar niteliği itibariyle, Türkiye’deki tüm hukukçuları şaşırtan, afallatan, eşi benzeri görülmemiş bir karar diyebilir miyiz? Karşımızda kararname, yönetmelik gibi bir düzenleyici genel işlem yok.
Kanun ya da kararname değil ki Anayasa Mahkemesi’ne başvurulsun. Adı “karar”, altında Cumhurbaşkanı imzası var ve en önemlisi daha önce kanun ile uygun bulunan ve Anayasa’ya göre kanunların da üstünde olan (kanunlar ile çatışma olması halinde) bir insan hakları sözleşmesi feshediliyor.
Hepimizin birleştiği zemin, bu kararın yok hükmünde olduğu. İdare hukukunda, “ağır bir biçimde hukuka aykırı olan dolayısıyla varlığından söz edilemeyecek işlemler yok hükmündedir.”
Yok hükmündedir, ancak 22 Mart günü fesih işlemi Avrupa Konseyi’ne bildirildi ve Konsey, bildirimi aldığı gibi, web sitesinde, Sözleşme’nin 80. Maddesine göre, Türkiye’nin 1 Temmuz 2021 tarihi itibariyle sözleşmeyi feshetmiş olacağını duyurdu. Böylece milyonlarca insanın yok hükmünde kabul ettiği bu işlem uluslararası alanda bir anlam kazanmış oldu. Örneğin sözleşmenin uygulama mekanizması olan GREVIO, 1 Temmuz itibariyle Türkiye ile sözleşmesel yükümlülüklere ilişkin iletişime geçemeyecek.
Eşi benzeri görülmemiş bu yok hükmünde ama kesin ve icra edilen karara karşı yargı yolu neresi? Anayasa Mahkemesi’ne başvuru kapsamında olmayan bu karar hakkında tek yargı yolu, yürütmenin işlemlerine karşı hukuka aykırılık iddiasında bulunulabilecek olan Danıştay. Şimdi onlarca baro, kadın örgütü, kadınlar Danıştay’da dava açtı ya da açmaya hazırlanıyor. Danıştay’dan talep sadece bu kararın iptali değil, aynı zamanda kararın dayanağı olan, Cumhurbaşkanı’na uluslararası anlaşmalardan çıkma yetkisi veren kararnamenin de Anayasa’ya aykırı olduğunun tescillenmesi; özellikle bu kararnameye dayanılarak yapılan ilk fesih işleminin bir insan hakları sözleşmesi olduğu gözetildiğinde, bu yetkinin Anayasa’nın özüne yüzde yüz aykırı olması nedeniyle, kararnamenin de Danıştay tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesi talep edilecek.
Öte yandan, bu kararın eşi benzeri görülmemiş olmasının ve anlamlandırılamamasının bir sonucu olarak etkili hukuk yolu mevcut olmadığı gerekçesiyle doğrudan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru hazırlıkları da yapılıyor.
Danıştay’da açılan onlarca (belki de binlerce) davanın ilk adımı yürütmenin durdurulması hakkında karar. Danıştay, söz konusu Cumhurbaşkanı Kararı ve İstanbul Sözleşmesi’nin feshi konusunda, geri dönüşü mümkün olmayan bir hukuka aykırılık ve bu hukuka aykırılık nedeniyle gerçekleşmesi çok muhtemel ve yakın bir zarar olduğuna kanaat getirirse, kararın yargılama sonuna kadar yürütmesini durduracak. Bu yürütmenin durdurulması kararının hayati önemi ise, bu vesileyle, Avrupa Konseyi, sözleşmeden çıkma için, yargısal sürecin sonuçlanmasını bekleyecek ve İstanbul Sözleşmesi yürürlükte kalmaya devam edecek.
Neden bu karar ağır insan hakları ihlali, geri dönüşü mümkün olmayan ihlallerin başlangıcı?
İstanbul Sözleşmesi’nden önce ne vardı?
Türkiye’de kadına yönelik şiddet ile ilgili ilk kanuni düzenleme, feminist hareketin mücadeleleri sonrasında kabul edilmiş 4320 Sayılı Kanun’dur. Ancak bu kanun bir şiddet yasası değildir. Kanun spesifik olarak sadece evli kadınların kocalarından gördükleri şiddete karşı uzaklaştırma kararı alınmasını düzenler. Kadın hareketinin mücadelesi sonucu, kadınların boşandıkları erkekler ve kocaları dışındaki erkeklerden de şiddet gördükleri gerekçesiyle bu yasanın düzenleme alanı ve uzaklaştırma kararının kapsamı genişletildi. Ne var ki 4320 Sayılı yasa kapsamlı bir şiddet yasası olmadığı için şiddetle mücadelede yeterli bir adım olmadı.
Türkiye 2011 yılında Nahide Opuz kararı ile, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından, bir kadının yaşam hakkını koruyamadığı; kötü muamele, işkence ve ayrımcılığı önleyemediği için mahkum edildi. Uluslararası alanda kadına yönelik şiddet konusunda içtihat niteliğini taşıyan en kapsamlı ilk karar, Türkiye’ye karşı.
2009 yılında Avrupa Konseyi üyesi ülkelerinin temsilcilerinden oluşan bir uzmanlar grubu, özellikle Nahide Opuz kararına referans vererek bir sözleşme metni hazırladı ve 2011 yılında bu sözleşme metni Avrupa Konseyi’ne sunuldu; ki bu da İstanbul Sözleşmesi oldu.
AİHM kararı ile mahkum edilen ve kınanan Türkiye’de hükümet, kadına yönelik şiddetle mücadeleyi bir konsept haline getirdi ve vitrin olarak kullandı.
Bu sözleşme referans alınarak, kadın hareketinin de deneyimlerine dayalı katkılarıyla 6284 Sayılı Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi ve Ailenin Korunması Hakkında Kanun çıkarıldı. Kanunun “Amaç” başlıklı madde düzenlemesine göre; “Kanun’un uygulanmasında İstanbul Sözleşmesi maddeleri göz önünde bulundurulur.” 6284 Sayılı Kanun’un, şiddetin önlenmesinde esas alınan, “önleme, koruma, şiddet failinin cezalandırılması ve şiddet nedeniyle oluşan zararın tazmin edilmesi” sistemi İstanbul Sözleşemesi’nin getirdiği bir sistemdir.
O halde, İstanbul Sözleşmesi’nin feshinden sonra şiddete karşı geriye kalan tek dayanağımız 6284 Sayılı Yasa. Bu yasanın da İstanbul Sözleşmesi’ni esas aldığını düşündüğümüzde, çok yakında bir değişikliğe maruz bırakılması ile karşı karşıya kalabiliriz.
İstanbul Sözleşmesi nasıl hazırlandı?
İstanbul Sözleşmesi’nin, sözleşmeye karşı çıkanların hadleri olamayacak kadar uzun ve kararlı bir tarihi var.
- Avrupa Konseyi üye ülkeleri tarafından, kadına yönelik şiddetin önlenmesi hakkında bir bölgesel sözleşme ve uygulama mekanizmasının olması gerekliliği, ilk kez 2005 yılında Varşova’da bir konsey toplantısında görüşüldü.
- Avrupa Konseyi bu toplantıda Kadınlara karşı Şiddetle ve Aile içi Şiddetle Mücadele’ye dair kampanyayı duyurdu. Bu kampanya ile, şiddete maruz kalanları korumak ve failleri cezalandırmak için yasal olarak bağlayıcı bir sözleşme ihtiyacı ortaya çıktı. Bu öneri, 2006 yılında, Parlamenterler Meclisi ve Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Yönetim Kongresi tarafından desteklendi.
- 2006 yılında, Avrupa Adalet Bakanları, Avrupa Komitesi Suç Sorunları raporunun incelenmesi üzerine, kadınlara karşı şiddetle mücadelede yasal olarak bağlayıcı bir metnin olması gerektiğine karar verdi.
- 2008 yılında, Ad hoc bir komite kurularak, Avrupa Konseyi üye ülkelerinin temsilcilerinden oluşan bir uzmanlar komitesi kuruldu. Bu komitede Türkiye’yi, Prof. Dr. Feride Acar temsil etti. Komite, 10 kez bir araya gelerek bir Sözleşme taslağını 2011 yılında hazırladı.
- Bu arada, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 2011 yılında, Türkiye’yi, kadınların yaşam hakkını korumak yönünde yetersiz mekanizmalara sahip olması nedeniyle mahkum etti.
- Türkiye devleti, İstanbul Sözleşmesi’ni aceleyle imzaladı ve ilk imzacı ülke oldu. Ardından, bir şiddet yasası hazırlama çalışmaları başladı ve sembolik olarak 8 Mart 2012 tarihinde 6284 Sayılı şiddet Yasası TBMM’de kabul edilip 20 Mart 2012’de yürürlüğe girdi.
Sözleşmenin hazırlanma ve kabul edilme süreçlerinin tamamında Türkiye, Avrupa Konseyi kurucu üye ülke olarak katılım gösterdi. Sözleşmeden tek imza ile bir gecede çıkma, Avrupa Konseyi kurucu üye ülke olmanın getirdiği sorumluluk bir tarafa Avrupa Konseyi hukuk mevzuatına bir meydan okuma, belki de bir çıkışın başlangıcı. Ve ilk vazgeçilen insan hakları kadınların oldu.
İç hukuk düzenlemeleri yeterli değil mi?
Uluslararası sözleşmeler, Anayasa’ya göre kanun hükmündedir. Anayasa’ya göre, temel insan hakları alanında hazırlanmış sözleşmeler ile kanunların çelişmesi halinde ise, öncelikli olarak uluslararası sözleşmeler uygulanır ve uluslararası sözleşmelerin Anayasa’ya aykırılığı iddası ile Anayasa mahkemesine başvurulamaz.
İstanbul Sözleşmesi, kapsamı dolayısıyla Türkiye’de medeni kanun, ceza kanunu, şiddet kanunu ve diğer tüm hukuki belgelerin teminatı niteliğinde bir sözleşmeydi. Bu sözleşme, kazanılmış kadın haklarından geri adım atılmasını yasaklayıcı olup, mevcut mevzuatın daima kadınlardan yana ve eşitlik prensibi çerçevesinde geliştirilmesini öngörüyordu.
Şimdi hangi düzenlemeyi yeterli sayabiliriz? Bir gece bir imza ile kaldırılması muhtemel diğer uluslararası sözleşmeleri mi? Yoksa bir meclis oturumu ile değiştirilebilecek, kadınlar aleyhine budanabilecek diğer kanunlar mı?
Bundan sonra ne olacak?
İstanbul Sözleşmesi, şiddetin kaynağının kadın ve erkeklere geleneksel olarak yüklenen toplumsal cinsiyet rolleri olduğunu ve gelenek, kültürel nedenlerin ortadan kaldırılmaması halinde, şiddetin sona ermeyeceğini kabul eder.
Şiddete karşı mücadele iradesi gösterebilmek için önce şiddetin adından (erkek şiddeti) ve kaynağından (toplumsal cinsiyet rolleri ve şiddeti meşru gösteren, eşitliği reddeden tüm geleneksel ve kültürel öğeler) başlamak gerek. İstanbul Sözleşmesi’nin karşısında olanlar ise, şiddeti ya münferit bir olay ya rehabilite edilmesi gereken endemik bir hastalık ya da şiddete maruz kalan ile failinin barıştırılması gereken ailevi bir mesele olarak görür. Bu bakış açısı, İstanbul Sözleşmesi’nin kabul ettiği, şiddeti önle, kadınları koru, faili cezalandır ve zararı tazmin et sistematiğinin tamamen dışında. Kısacası vaziyet tam olarak orman kanunlarına dönmüyorsa da orman kanunlarından hallice bir uygulama bizi bekliyor.
Sonuç yerine
Türkiye’de bugünlerde kadınların hayatlarını güvence altına alan bir mekanizma varsa, o mekanizmayı hukuk değil, kadın dayanışması ve alanlarda ses çıkaran, her gün kadın örgütlerine ben de İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasına karşı dava açmak istiyorum diye mesajlar gönderen kadınlar yaşatıyor. Her şeye rağmen, Türkiye’de kadınların hakları üzerindeki kararlı sahipliğinin ve hukuk sisteminin tarihine bir not olarak açılan davalar yaşatıyor.
Türkiye’nin sözleşmeden çıkmasının sadece Türkiye açısından değil, tüm Avrupa Konseyi üye ülkeleri ve hatta uluslararası toplum açısından bir önemi var. Trump’ın 2017’de ABD Başkanı seçildiğinde Paris İklim Anlaşması’ndan çıkarak, bu anlaşmayı itibarsızlaştırma ve uygulanamaz hale getirme çabasının benzeri bir adım. Kısacası bu karar uluslararası alanda, sözleşmenin meşruiyetine ve uygulanabilirliğine karşı sarsıcı bir hamle, insan haklarının gerilediği birçok ülke içinse “örnek bir tutum”—sözleşmeyi ve mekanizmalarını yıpratıcı bir tartışma alanında, paha biçilmez değerde bir koz.
Bu nedenle, kadına yönelik şiddet ve bu şiddeti meşrulaştıran her şeyle mücadele evrensel. Polonya, Macaristan gibi insan hakları alanında Türkiye’den hallice diğer ülkelerin de hedefinde olan İstanbul Sözleşmesi’nin meşruluğunu da küresel olarak Türkiye’deki kadın dayanışmasının güçlendirdiği de sözleşmenin uluslararası tarihine not.
İstanbul sözleşmesinin iptali insan haklarına yapılan en büyük saldır…biz kadınlar kendimiz için gelecek neslimiz için iptalinin kaldırılması için elimizden geleni yapacağız ve bunu başaracağız.