Jelena Tesija, Hırvat feminist gazeteci. Feminist siyasi haber portalı Libela’nın editörlerinden, feminist kolektif fAKTIV üyesi. Geçtiğimiz sene, Hırvatistan sınırındaki mülteci kampında çalıştı. Hırvatistan, feminizm mevzu bahis olduğunda, uluslararası kamuoyunda daha çok, kürtaj tartışmaları ve 2013 yılında yapılan, Anayasa’da evliliğin tanımlanmasına dair referandumla gündeme geldi. Jelena ile Hırvatistan’daki kürtaj karşıtı çıkışı, Katolik Kilisesi’nin etkisini, yükselen muhafazakarlık tartışmalarını ve feminist mücadeleyi konuştuk.
Kürtaj Hırvatistan yasalarına göre nasıl tanımlanıyor?
Kürtaj, yasada, kadının talebine göre ve gebelik tarihinden itibaren 10. haftaya kadar, jinekoloji ve kadın doğum birimleri olan hastanelerde yapılan bir tıbbi prosedür olarak tanımlanıyor.
Bu yasa (Doğuma özgürce karar verebilme hakkının sağlanması için sağlık önlemleri hakkında yasa) 1978’de, Hırvatistan henüz Yugoslavya’ya bağlıyken düzenlendi ve bugüne kadar da yürürlükte kaldı. Yugoslav Anayasası tarafından kürtaj hakkının 1974’te güvence altına alındığını, ancak Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Hırvat Anayasası tarafından bu hükmün iptal edildiğini de belirtmeliyim. Bu da, neo-muhafazakar grupların yasada değişiklik talep etmelerini kolaylaştıran bir durum oldu çünkü artık bu konuda anayasa tarafından güvence altına alınmış bir yasal düzenleme yok.
Peki kürtaj pratikte nasıl uygulanıyor? Kadınların güvenceli, ucuz ve sağlıklı kürtaja erişimleri var mı? Kürtaj yaptırıp yaptırmamaya “özgürce” karar vermek mümkün mü? Kadınları kürtajdan alıkoyan devlet söylemleri veya dini mekanizmalar var mı?
Her ne kadar aslında kürtajın yasadaki tanımı oldukça yeterli olsa da pratikte işlerin farklı yürüdüğünü söyleyebiliriz. Yugoslavya’da kürtaj sıradan bir tıbbi prosedür olarak görülüyordu ve kadınların kolayca bu hizmete erişimi vardı. 1990’larda Hırvatistan’ın kuruluşundan itibaren, geleneksel ve patriyarkal değerlerin yeniden üretim süreci başladı ve kadın hakları, üreme hakları konusu başta olmak üzere, saldırı altına girdi. Bugün kürtaj gerçekten ucuz değil ve son dönemde erişim epey kısıtlandı çünkü birçok doktor vicdani ret hakkı kullanmaya başladı. Kırsal bölgelerde erişim açısından ciddi sorun var. Kağıt üzerinde, evet, kadınların güvenli ve sağlıklı tıbbi hizmet hakları var ama pratikte çeşitli imtiyazları olmayan kadınlar için kürtaja erişim çok zor.
Kadınların sosyal ve ekonomik haklardan bunca mahrum olduğu bir yerde hamileliği sürdürmek veya sürdürmemek hakkında gerçek bir özgürlükten bahsedebilir miyiz, emin değilim. Seçim yapma hakkını savunmak için elbette mücadele etmek gerekiyor ama kürtaj yasaklarına tek karşı çıkma yönteminin “seçim özgürlüğü”ne odaklanan liberal yaklaşım olmadığını da akılda tutmak lazım.
Şu an Katolik Kilisesi ve ilgili kuruluşlar kadınların kürtaj yaptırmaması için ellerinden geleni yapıyorlar. Mayıs’ta büyük bir “Yaşam için Yürüyüş” düzenlediler, Aralık’ta “Yaşamak İstiyorum” (yaşamak isteyen elbette bir fetüstü) diye bir kampanya düzenlediler ve son birkaç yıldır, yılda iki kez hastane önlerinde 40 gün dua ediyorlar ve hastanedeki kadınları rahatsız ediyorlar. 1978’de kadınların yasal ve güvenli kürtaj hakkı anayasal güvenceye alındı demiştim; 1991’de “Hırvat Yaşam ve Aile Hareketi” isimli muhafazakar STK, bu düzenlemenin gözden geçirilmesini talep etti ve 25 yıl sonra, Anayasa Mahkemesi yakında bu taleple ilgili karar verecek ve biz, bu kadar yıl sonra, yıllar önce kadınların kazanmış olduğu bir hakkın mücadelesini tekrar vermek durumundayız. Mahkeme açıkça bekledi, sanki böyle bir talep yokmuş gibi hareket etti. Bekledikleri şeyin kürtaj karşıtı ortamın güçlenmesi olduğunu düşünüyoruz. Şimdiki Mahkeme Başkanı bu kararı vermek için zamanın nihayet geldiğini açıkladı.
2003’te çıkarılan yasa doktorlara vicdani ret hakkını tanıdı. Bu gelişme doktorların kürtaja yaklaşımını nasıl etkiledi? Vicdani ret nasıl işliyor?
Feministler bu yasanın kürtaj hakkının işleyişi açısından çok sorunlu olduğunu düşünüyor elbette. 2003 yasası doktorların tutumlarını öyle etkiledi ki kürtaj yapan 375 doktorun yarısı 2014’te bu yasaya dayanarak hizmet vermeyi reddeder olmuştu.
Bunun yanı sıra, devlet hastanelerinde kürtajı reddeden birtakım vicdani retçilerin öğleden sonra muayenehanelerinde -kayda başka türlü geçirerek- bu işlemi yaptıkları da çok bilinen bir gerçek. Kürtaj sadece devlet hastanelerinde yasal olduğu için özel kliniklerde yapılması hem yasa ihlali hem de hastaların hayatlarını riske atıyor. Ayrıca, bu durum, istatistiklerin Hırvatistan’da yapılan kürtajlar hakkında doğru bir tablo gösterememesine de sebep oluyor.
Biz feministler, 2003 yasasının değişmesi gerektiğini söylüyoruz. Kilise ve muhafazakar STK’lar, doktorların vicdani ret hakları olması gerekir diye bir efsane ortaya attılar ve biz bu efsane ile mücadele ediyoruz. Çek Cumhuriyeti, İsveç, Finlandiya, İzlanda ve Bulgaristan gibi bazı ülkeler, tıpta vicdani reddi yasaklıyorlar. Bizler, jinekologların üreme sağlığı söz konusuysa kadın haklarına saygı duymalarını ve hastaların bütünlüklü anlamda sağlıklarını en öncelikli olarak gözetmeleri gerektiğini söylüyoruz.
2013’te Hırvatistan’da bir referandum oldu. Bize biraz anlatır mısın, ne istendi, hangi oluşumlar işin içindeydi, sonuç ne oldu?
Arkasında Katolik Kilisesi’nin yoğun desteği ile “Aile Adına” (U ime obitelji) isimli sivil girişimi, 2013 Mayıs’ında Hırvatistan Anayasası’nda evlilik tanımının kadın ve erkek birliği olarak yer alması talebiyle referanduma gidilmesi için iki haftada yeterli imzayı topladı. 1 Aralık 2013’te referandum yapıldı, hükümet bu girişime hiç müdahale etmedi (Örneğin, Anayasa Mahkemesi’ne referandum teklifinin anayasaya uygun olup olmadığı sorusunu götürebilirdi). Halka şu soru soruldu: “Hırvatistan Anayasası’na, evliliğin bir kadın ve bir erkek arasındaki birlik olduğu hükmünün eklenmesini onaylıyor musunuz?” Çeşitli örgütlü sivil toplum örgütleri “Yurttaşlar Hayır Oyu Veriyor” sözüyle iyi bir karşı kampanya yürüttü ancak sonunda % 37.9 katılımla % 65.87 evet oyu çıktı. Taslak geçti ve evlilik anayasada salt kadın ve erkek birliği olarak tanındı.
Bu referandumun nasıl bir önemi var?
O zamandan beri, “Aile Adına” hareketi, ülkedeki neo-muhafazakar karşı devrimin öncülerinden biri haline geldi ve en başından beri gündemlerinde LGBTİ+ ve kadın haklarına saldırı var. 2013 referandumu için imza toplamadan önce bu grup bir araştırma yaparak hangi gündemle öne çıkacaklarını kararlaştırmışlardı; kürtajı yasaklamak konusunda yeterince destek göremeyeceklerini düşündükleri için eşcinsel evliliğini gündemlerine aldılar. Şimdi, hem referandumla güçlendikleri için hem de toplumda son birkaç yıldır artan muhafazakarlığın etkisiyle, toplumdaki talebi ileri sürerek kürtaj hakkına müdahale etmeye karar verdiler.
Sanıyorum burada sivil toplum kuruluşlarının, çeşitli örgütlenme ağlarının, Katolik kurumlarının önemi var. Doğrudan bir devlet veya hükümet politikası ile kürtaj ve LGBTİ+ haklarına müdahale edilmiyor ya da bunlar stigmatize edilmiyor ama sivil toplum örgütlenmeleri bu yönde çalışıyor. STK’ların talebiyle referanduma gidilebiliyor, anayasa maddeleri değiştirilebiliyor. Türkiye’de pek alışkın olduğumuz bir şey değil. Bu durumu nasıl değerlendirirsin? Hükümetin yaklaşımı nasıl?
1990’lardan bu yana, siyasi elit, Katolik Kilisesi’yle uyum içerisinde, seküler devleti yok etmek ve geleneksel Katolik değerleri yüceltmek için uğraşıyor. Son üç dört senedir Hırvatistan toplumunda revaçta olan, Amerikan tipi neo-muhafazakar STK’ların oluşumu ve güçlenmesi. Bu STK’lar da insan hakları söylemini belirli gruplar aleyhine kullanarak bu grupları insan haklarından mahrum etmeye çalışıyor ve bunu tabii ki kadınlar ve LGBTİ+ konularına odaklanarak yapıyorlar.
Bu durumun sebebini 1990’lardan bu yana içinde bulunduğumuz süreklilikte aramak gerekir diye düşünüyorum. Ülke ekonomik ve sosyal anlamda zor bir dönemden geçti. Üzerine küresel, daha geniş algılanması gereken neo-muhafazakar hareket eklendi. Bizdeki muhafazakarlar fazlaca yaratıcı değiller, ABD ve Polonya gibi ülkelerden etkilenip edindikleri fikirleri Hırvatistan’a en iyi şekilde uyarlamanın yollarını arıyorlar. Buna en iyi örnek, daha önce bahsettiğim, Mayıs’ta Zagreb’de düzenlenen Yaşam için Yürüyüş’tür.
Neo-muhafazakar güç, kamusal ve siyasal hayatın her alanına uzanabilen kolları olan bir ahtapot gibi, yüksek siyaset de buna dahil. Biz de buna karşı, yalanları ortaya çıkararak, kendi durumumuzu bu örnek alınan diğer ülkelerle karşılaştırarak ve analiz ederek, bu ülkelerdeki mücadele stratejilerini görerek ilerlemeliyiz.
Neo-muhafazakar grupların şimdiki hükümetten bilhassa kürtaj konusunda destek aldığını açıkça ortaya koymak gerekir. Resmi olarak, Başbakan ve Sağlık Bakanı gibi en önemli siyasi figürler destek veriyor mu diye sorarsan, yanıt hayır ancak bu gruplar halihazırdaki politik yapıdan büyük destek görüyorlar, iktidar partisi HDZ’den (Hrvatska Demokratska Zajednica -Hırvat Demokratik Birliği) örneğin. Bir başka örnek olarak, Dış İşleri Bakanı Ivo Stier, Ekim’de Zagreb’de yapılan geleneksel ve muhafazakar buluşma Tradfest’in davetlilerinden biriydi.
Hırvatistan’da yükselen muhafazakarlık gündelik hayatta nasıl görülebiliyor? Yoksa kürtaj tartışması esas olarak bu meselede kilit önemde mi dersin?
Muhafazakarlık, kilisenin nüfuzu ve geleneksellik hakkında konuşurken, her zaman, 1990’lardan beri Hırvatistan’daki refah sisteminin yok olmasına sebep olan kapitalizm ve bireycilik ideolojileri hakkında da konuşmalıyız. Refah sistemi çöktüğünde, en çok muzdarip olanlar kadınlar oluyor; bir zamanlar devletin sorumluluğu olan kreş ve bakımevi gibi sosyal hizmetlerden mahrum kalıyorlar. Çoğu zaman kadınlar üzerinde olan ev içindeki görünmez emek tamamen onların omuzlarına biniyor. İş Yasası’nın kötü düzenlemeleriyle birlikte bu, herhalde Hırvatistan’daki kadınlar için bugün sürmekte olan en büyük saldırı.
Bir de, ekonomik kriz zamanlarında, “çocuklu heteroseksüel aile”yi korumak ve toplumsal yeniden üretim rolünün kadınların üzerinde olduğunu denetlemek için kadınların üreme hakları da saldırıya uğruyor. Ve bütün bunların yansımalarını kadınların gündelik hayatlarında görmek mümkün.
Dönemin Başbakan’ının eşinin de katıldığı Mayıs’taki yürüyüşle ilgili ne söylemek istersin? Bir protesto eylemi de oldu mu?
Evet, ilk defa devlet kademesinden bir isim kürtaj karşıtı bir eyleme katıldı. “Yaşam için Yürüyüş”e yaklaşık olarak 7000 kişinin katıldığını düşünüyoruz. Bu neo-muhafazakarların organize ettiği en büyük yürüyüştü. Farklı feminist grupların kurduğu “Seçme Özgürlüğünü Savunma Koalisyonu” aynı gün bir protesto eylemi yaptı. Her şey yolunda gitti diye düşünüyorum. Öncelikle, 7000’den daha fazla kişinin katılmasını bekliyorlardı, ikinci olarak da anaakım medya saçmalıklarına yer vermedi. Onlar, kendi kürtaj karşıtı söylemlerinde kürtaj kelimesini kullanmak istemiyorlar ama medya bu yürüyüşü “kürtaj karşıtı yürüyüş” olarak verdi ve bu onları epey kızdırdı. Ama evet, bu yürüyüş kampanyalarının bir başlangıcıydı, farkındaydık…
Şu an için sizi bekleyen en büyük tehdit ne?
Bizi bekleyen en büyük tehdit, Anayasa Mahkemesi’nin 1978 yasasını gözden geçirerek vereceği karar. Kürtaj karşıtı grubun büyük bir kampanya düzenleyeceğini düşünüyoruz, biz de kendimizi kuvvetli bir eylemlilik için hazırlıyoruz.
Feminist gruplar ne tür eylemler yapıyor? Nasıl mücadele biçimleri var?
Feminist gruplar çeşitli farklı yöntemler kullanıyorlar, bunların içinde protestolar, performanslar organize etmek, “gece gerillaları” eylemleri düzenlemek, çeşitli araştırmalar yapıp kamuoyu ile paylaşmak sayılabilir. Mayıs’ta kurulan “Seçme Özgürlüğünü Savunma” bizleri ortaklaştıran bir koalisyondu, benim de üyesi olduğum feminist kolektif fAKTIV de bir parçasıydı. fAKTIV, kadınların sosyal haklarıyla, iş piyasasında karşılaştıkları sorunlarla, kadınlara yönelik şiddetle ve cinsel ve üreme haklarıyla ilgilenen bir feminist kolektif. fAKTIV 2016’da kurumsal olmayan bir hareket olarak ve anti-kapitalist hareketin bir parçası olarak kuruldu. 8 Mart’ta ilk feminist gece yürüyüşünü organize ettik ve bu sene de yapmayı planlıyoruz. Eylül’de Zagreb’deki ana katedralin önünde, üzerinde Kilise ve neomuhafazakar STK’ların kürtaj üzerine söyledikleri yalanların yazılı olduğu tabakları kırdığımız bir performans eylemi yaptık.
video: Kristina Josic
Şimdilerde, mücadelemizi nasıl örgütleyeceğimizi ve ittifakları bir araya getireceğimizi düşünüyoruz. Şu an saldırı altında olan üreme hakları için mücadele sokakta olmalı bana göre, tıpkı Polonya’da olduğu gibi. Geçen sene, 8 Mart’ı sokaklarda kutlamaya karar vermiştik. Bu sene buna çok daha fazla ihtiyaç olduğu aşikar.
Hırvatistan’da erkek şiddetinin boyutları neler? Feminist hareketin gündeminde kadın cinayetleri var mı? Kilise veya dini kuruluşların, devletin bu konudaki tavrı nasıl?
Kadın cinayetleri Hırvatistan’da bir sorun ve feministler olarak son birkaç senedir devleti cinayetleri engellemediği için (ilgili kurumların ihmalkarlığı, şiddeti önlemek için gerekli stratejilerin eksikliği) eleştiriyoruz. 2013’te imzalanan İstanbul Sözleşmesi’nin onaylanmasını talep ediyoruz. fAKTIV’in konu ile ilgili şimdiye kadar iki eylemi oldu, kadına yönelik şiddetin nasıl haberleştirilmesi gerektiğine yönelik tüm basına yönerge gönderdik ve sosyal medya hesaplarımızdan medyanın konuyu ele alış biçimini takip etmeye ve eleştirmeye devam ettik.
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ombudsmanı’nın raporuna göre, son 10 yılda Hırvatistan’da 300 kadın eşleri veya partnerleri tarafından öldürüldü (Hırvatistan’ın nüfusunun 4.2 milyon olduğunu ve bunun % 51’ini kadınların oluşturduğunu akılda tutmak gerek). 2016’da oran önceki senelere göre arttı. Elimizdeki eksik istatistiklere göre en az 19 kadın 2016’da öldürüldü, dolayısıyla 2016’da, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri ve arkasındaki devlet desteği, feministlerin gündeminde oldu.
Hükümetin 2017’de İstanbul Sözleşmesi’nin onaylanacağı yönünde bir açıklaması oldu. Katolik merciler, kürtaj politikaları ve kadınların bedenlerini kontrol etmekle ilgilendikleri gibi, şiddet konusuyla ilgilenmiyorlar. Aksine, kiliselerde veya kendi medya kanallarında erkeğin kadından üstün olduğu yönünde mesajlar veriyorlar ve bu da tabii ki kadına yönelik şiddeti cesaretlendiriyor.
Avrupa’da yükselen islamofobinin Hırvatistan’daki yansımaları neler? Hırvatistan’da bir dönem mülteci kampı vardı ve sen Unicef ile bu kamplarda çalıştın, sonra sınırlar kapatıldı. Bu gelişmelerin feminist mücadele ile bağlantısı ne sence?
Açıkçası Hırvatistan’ın göçmen politikası Almanya ve Avusturya gibi ülkelerin politikalarından çok farklı veya özgün değil. Sınırlar kapatıldıktan sonra kalan insanları veya kota anlaşması çerçevesinde gelenleri hükümet bir şekilde yerleştirdi diyebiliriz. İslamofobi açısından ise, biz tam olarak bununla karşı karşıyayız diyemem, ancak geçen sene krizde biraz yükseldiğini söyleyebilirim. Yine de, hükümet de anaakım medya da bu konuda oldukça düzgün davranmaya gayret ettiler ve Avrupa’daki terör Hırvatistan’daki İslamofobiyi artırsa da Hırvatistan’da tam olarak yaygınlaşan bir şey olmadı. Daha ziyade şunu söyleyebilirim: sekülaristlerin burkini meselesindeki yorumları bir problem teşkil etti, ülkedeki sekülaristler böyle yasakları savunmanın aşırı sağ ve islamofobik hareketleri destekleyeceğini görmeyi reddettiler.
Mülteci meselesine gelecek olursak, feminizm ile maalesef bağlantısı henüz kurulmuş değil. Ne Avrupa’da ne Hırvatistan’da yaşanan savaş ve feminizm nadiren konu ediliyor… Bildiğim kadarıyla burada sadece bir feminist STK, mülteci kadınların maruz kaldığı tehlikeli koşullarla ilgili bir basın açıklaması yayınladı. Benim de içinde bulunduğum feminist haber portalı Libela da birçok kez konu hakkında haber yaptı, feministler gönüllü olarak kamplarda çalıştılar ama hepsi bu kadar…