Sanıldığının aksine adalet sadece bir ideal değil aynı zamanda bir toplumsal ihtiyaçtır ve bunu karşılaması gerekenler de etten kemikten insanlardır. Feminizmi var eden hukuk mücadelesi tarihinin bize öğrettiği tam da budur.
İtiraf ediyorum, buna benzer bir yazıyı yazmayı daha önce de düşünmüştüm. “Ünlü Türk büyüğü” Alev Alatlı’nın Adalet Tanrıçası Themis’e saldıran sözleri neden olmuştu buna. Ama Alev Hanım, velfecri okuyan gözleri ile antik yunan kostümleri içinde zihnimde beliriverince kafamdan bu düşünceyi hızla söküp attım. Üzerine uzun uzadıya düşünürsem gözümün önünden bu görüntüyü silmem zor olabilirdi.
Ama zihinde düşünce bir kez belirmeyegörsün, bir köşeye sinse de dönüp durmaya devam ediyor. Baktım ki bunları başka türlü derleyip toparlamanın yolu yok, hepsini bu çatlak zemine serpiştireyim dedim. Olur a birkaçı çatlaklarda filizlenir can bulur…
Malum hepimiz içinde yaşadığımız toplumun onmaz derdi amneziden muzdaribiz, Alev Alatlı’nın sözlerini hatırlayarak başlayalım. Hem belki Tanrıça Themis’in adını anınca kadın ve hukuk ilişkisine dair düşünmemiz de kolaylaşır:
”Roma hukukunun gözleri bağlı tanrıçası bize göre değil. Bizim gözlerimiz fal taşı gibi açık olmalıdır. Türkiye’de ve yurt dışında, bizim gözleri fal taşı gibi açık, koruyan, kollayan, ne olduğunu anlamaya çalışan hakimlere ihtiyacımız var.”
Siz de biraz ürpermiş olabilirsiniz. İnsanın aklına ilk gelen düşünce, bunun hukukta öznelliğe ilişkin bir savunu olduğu. Bir başka deyişle, hukukun nesnel ve tarafsız şekilde uygulanmasını doğru görmeyen bir bakış bu. Bu tartışmayı hızlıca düşman ceza hukukuna hatta Hitler Almanyasına götürmek dahi mümkün. Etrafta olan bitene bakınca korkmakta pek de haksız değiliz. Yine de ben biraz farklı bir yönde ilerlemek istiyorum. Malum Alev Hanım safsata konusunda epey bilgilidir. Tartışmayı çarpıtmak için içine eser miktarda doğru yerleştirmeyi iyi bilir. Bu yüzden gitgide kayıplara karışan, her tür hamasete malzeme haline gelen hukuka, liberal düşüncenin soyut ikiliklerinin, örneğin, öznellik/nesnellik yahut özgürlük/güvenlik çelişkilerinin dışından bakmakta fayda var.
Sanırım kendimize şunu sorarak başlayabiliriz: Hukuk nesnel midir? Yahut tarafsız mıdır? Modern liberal hukukun kendisine antik Yunan mitolojisinden bir tanrıçayı simge olarak seçip gözlerini bağlaması hukuku nesnel ve tarafsız yapar mı? Her birimiz bu sorunun cevabını çok iyi biliyoruz. Cüppelerin düğmelerinin olmaması hukukçunun/akademisyenin iktidara boyun eğmemesini sağlamadığı gibi, tanrıçanın gözlerinin bağlı oluşu da hukuku nesnel yahut tarafsız hale getirmez. Hukuk, liberal düşüncenin vaat ettiği gibi, düzen ve eşitliği kendiliğinden sağlayan olgusal bir gerçek değildir, bir olması gerekendir. Oldurulması gerekir. İlahi düzeni sembolize eden bir tanrıça da aslında bir olgudan çok bir ideale yani adalete işaret eder. Themis hukuk değil adalet tanrıçasıdır. Themis hakkında biraz daha bilgi verip bu hususu açmakta fayda var.
Antik Yunan’ın mahzun tanrıçası Themis, tanrıların tanrısı, iktidarın temsili ve cezalandırma yetkisinin sahibi Zeus’un ikinci eşidir. Çok tanrılı olduğu gibi, çok eşli bu düzen tamamen onu kurgulayan antik Yunan toplumunun ataerkil yapısını yansıtır. Aslında sadece Yunan mitolojisinde değil, Roma ve Mısır mitolojilerinde de adalet kavramı birer tanrıça ile özdeşleştirilmiş, etik ve estetik arasında paralellikler kurularak birbirinden güzel kadın bedenleriyle temsil edilmiştir. Ancak tanrıçaların hemen hemen hepsi kırılgan, histerik ve korunmaya muhtaçtır. Yani “kadın”dır.
Hukuk sistemine yön gösteren ilahi ve estetik bir temsil olarak kullanılan Themis’in Rönesans’ta gözlerinin bağlanması da belki kadına özgü kabul edilen duyarlılığın, duygusallığın daha çok da öznelliğin bir sonucudur. Ya da temsili de olsa kadının tarafsız ve nesnel olup adalet dağıtabilmesi için gözlerinin bağlı olması gerektiği düşünülmüştür. Adalet bir tanrı ile temsil edilseydi onun gözlerinin bağlı olacağını gerçekten pek sanmıyorum. Geleneksel toplumdan devralınan türlü sınıfsal ve cinsiyetçi farklılıkların kamusal alanın ortaya çıkması ile iyiden iyiye gözler önüne serildiği bu dönemde, adaletten bir ideal olarak dahi ancak farklılıklara göz yumularak söz edilebileceğini de hatırda tutmakta fayda var. Hele ki modern toplumla birlikte insan rasyonelliğinin giderek doğrunun tek kaynağı halini almaya başladığı düşünülürse. Bu noktada konunun uzmanlarından hemen bir itiraz yükselecektir: Çağdaş hukuk düşünürlerinden Dworkin de hukuku adalete yaklaştırmaya çalışırken kendi mitolojik kahramanını sahneye sürmüş, keyfilikten uzak karar vermesi için Herkül adını verdiği bu hakiminin gözlerini bağlamıştır. Evet Herkül insan üstü bir bilgi ve kavrama yeteneğiyle donatılmış bir erkek hakimdir ve Dworkin onun da gözlerini bağlamıştır. Küresel dünyada ekonomideki akıl almaz büyüme ve liberal hukukun yüz yıllardır süren tarafsızlık ve nesnellik söylemine rağmen eşitsizliğin artmakla kalmayıp derinleştiği düşünüldüğünde sanıyorum Dworkin buna mecburdur. Zaten bir hukuk felsefecisi olarak çözüm aradığı sorun, liberal hukukun vaatlerini asılsız bırakan belirsizlik probleminden başka bir şey değildir. Gelgelelim Dworkin bile kendisine kahraman olarak Themis’i yahut Zeyna’yı değil, Herkül’ü seçmiştir.
Gerçekten de her adalet sarayında, her avukatın masasında bir Themis heykeli olsa da kadınların, hele hele farklı cinsel yönelimlerden kişilerin, hukuk uygulaması içinde bir düşünürün zihninde bile yeri yoktur. Hukuk, modern ülkelerde kadınların oldukça geç yer alabildiği meslek alanlarından biri olması bir yana, hukuk alanında eğitim gören ve çalışan kadınların sayıları her zaman erkeklere göre çok daha azdır. Öte yandan hukuk alanında çalışma fırsatını bulan kadınlar da, “kadınsı” olarak görülen her tür davranış ve tutumdan uzak durmak, erkeklerden daha eril bir bakış açısına sahip olmak yahut sahip görünmek zorundadır. Dönüşüm becerileri ve rol kabiliyetleri ne olursa olsun ne eğitimde ne de uygulamada sonuç değişir: Erkeklerin hukuki değerlendirmeleri her zaman daha değerlidir.
Kendi adıma Türkiye’deki ender eleştirel sempozyumlardan birinde yapılan bir atölye çalışmasında dört beş erkek meslektaşın biz kadınları dışarda bırakıp söylediklerimizi duymazdan gelerek, bize göre oldukça soyut ve derin olduğunu düşündükleri fikirlerini nasıl dakikalarca konuştuklarını asla hatırımdan çıkarmayacağım. Hepsi son derece eşitlikçi ve entelektüeldi kuşkusuz. Bu konuyu tartışmaya açacaklarını bile sanmam. Neyse ki biz feministlerin bir şöhreti var. Biraz zaman alsa da kim olduğumuzu hatırlatmak çoğu kez yeterli oluyor.
Gerçi iş feminist bir hukukçu olmaya gelince, durum biraz daha farklı. Feminist hukukçuluk çoğu insan için hatta bazen kadın hukukçular için dahi bir paradoks olarak görünüyor. Pek çok kadın sadece kendilerine verildiğine inandıkları kadın haklarını savunduklarını dile getirerek şu sorulardan ısrarla kaçınıyorlar: “Hukuk eşitlik demek değil midir? Niye ayrıca toplumsal eşitliği savunalım?”, “Hukuk tarafsız olmayı gerektirir. Neden kadınların ya da LGBTİ bireylerin tarafını tutalım?“ “Kadının beyanı nasıl esas olabilir? Kadınlar yalan söylemez mi?” Üzerine düşünülmeden dillendirilse de bunlar sıkça duyduğumuz sözler. Cevapları basittir: Hayır hukuk eşit yahut tarafsız değildir. Belirsiz ve çoğu kez ayrımcıdır. Ancak ayrımcılığa uğrayanın tarafını tutarsanız gözü bağlı Themis teraziyi dengeleyebilir. Kadının beyanı esastır demek kadın haklıdır demek değildir. Themis’in kulağı da bağlı, hemcinslerinin sesini dahi duymuyor, ama biz duyuracağız demektir.
Peki bu ne anlama geliyor? Hukuk sistemindeki sorunların sebebi Themis’in bizi görmemesi hatta duymaması mıdır? Alev Alatlı’nın dediği gibi, bu Romalı tanrıçadan kurtulup yerine gözleri açık, koruyan kollayan hakimleri mi koymalıyız? Hangi hakimlerden söz ettiğimize bağlı aslında bu sorunun cevabı. Tarafsızlığın ya da nesnelliğin, karşısında olan bitene göz yumup kulak tıkamakla değil zihnindeki toplumsal kalıplar ve önyargılardan kurtulmakla mümkün olduğunu bilen, hukukunun meşruluğunu insanlık tarihinin ortak değerlerinden aldığını düşünen, insanlığı her tür hamasi söylemin üzerinde tutan ve asla muktedirlerin yanında saf tutmayan kimselerdir bunu yapabilecek olanlar. Bir tanrıyı ya da tanrıçayı mı anımsatıyor bu tanımlama size? Bana kalırsa hak ve özgürlük mücadelesinin anlamını bilen herkes bu tanımlamaya girer. Neticede sanıldığının aksine adalet sadece bir ideal değil aynı zamanda bir toplumsal ihtiyaçtır ve bunu karşılaması gerekenler de etten kemikten insanlardır. Feminizmi var eden hukuk mücadelesi tarihinin bize öğrettiği tam da budur. O yüzden soyut ikilikler ve erişilmez idealler içerisinde oluşturulan kısır hukuk tasavvurlarına ya da kadın haklarını “savunan” hukukçulara değil, feminist hukuka ve feminist hukukçulara ihtiyacımız var. Ama görülüyor ki öncelikle ihtiyacımız olan, hukuk ve adalet tartışmasını kişisel hesaplarla hamasi söylemlerin hizmetine sunan “büyük düşünürlerin” yüzlerindeki maskeyi düşürmek.