Sivil toplumda –ve kimi başka alanlarda– çoğu zaman sorgusuzca kabul edilen biçimiyle gönüllülüğün hangi koşullarda sürdürülebildiğini veya ne zaman zora düştüğünü düşünmeye ihtiyaç var.

Maira Kalman, Woman Carrying Balloons in the Park

Sivil toplum alanındaki çalışma ilişkilerini etkileyen en önemli dinamiklerden biri gönüllülük. Ancak bu terim, üzerine daha derinlikli düşünmeye başladığımızda farklı bağlamsal ve tarihsel yüklerle birlikte gelir. Özellikle duygular ve duyguların işle iç içe geçen yanları, gönüllülükle doğrudan ilişkilidir. Bu yazıda, Türkiye’de hak temelli sivil toplum kuruluşlarında (STK) çalışan kadınların işle kurdukları bağlara ve alanın ürettiği duygulanımsal bağlamlara, geçen sene yürüttüğüm saha araştırmasından1 edindiğim bilgiler yoluyla odaklanmaya çalışacağım. Çünkü sivil toplumda –ve kimi başka alanlarda– çoğu zaman sorgusuzca kabul edilen biçimiyle gönüllülüğün hangi koşullarda sürdürülebildiğini veya ne zaman zora düştüğünü düşünmeye ihtiyaç var. Bu düşünme, duygularımızı ve politik bağlarımızı işle kurduğumuz ilişki üzerinden yeniden ele alma ihtiyacının da bir ifadesi.

Duyguların işle nasıl iç içe geçtiğine dair geniş bir literatür mevcut.2 Özellikle post-fordist dönemde, duyguların sermaye birikiminin doğrudan bir parçası hâline gelmesi (hislerin işlenmesi ve üretilmesi) üzerine düşünülmeye başlandı. Duygulanımsal emek kavramı, emeğin niteliğinin nasıl dönüştüğünü, kapitalist üretimin hangi yollarla toplumsal ilişkileri ve öznelliği de kendi işleyişine tabi kıldığını anlamak açısından güçlü bir analiz aracı hâline geldi. Feminist kuram ise bu kavramlar aracılığı ile kadın emeğinin toplumsal yeniden üretimdeki merkezi rolüne ve bu emeğin kapitalist üretim süreçleri içinde nasıl cinsiyetlendirildiğine, görünmezleştirildiğine ve değersizleştirildiğine dikkat çekti. Tüm bunlarla birlikte, bu tür emeğin yeni öznellikleri nasıl ürettiğini, kişinin duygulanım alanlarına nasıl sızdığını ve yabancılaşma duygusunu nasıl derinleştirebildiğini anlamak için de daha fazla araç ortaya çıktı.

Peki, bu çerçeveyi gönüllü emekle birlikte düşündüğümüzde nasıl bir duygulanımsal iklimde dolanırız? Gönüllülük çoğu zaman “sevdiğin ve inandığın iş için verilen karşılıksız emek”3 gibi idealleştirilmiş anlamlarla anılır. Ancak bu emek biçiminin duygularla kurduğu ilişki tek boyutlu değildir. Bir yandan anlamlı ve çoğu zaman politik olarak benzer hizalandığımız bir işe dahil olmanın yarattığı aidiyet hissi ve motivasyonla beslenirken, öte yandan yaptığımız işe yabancılaşabilir; güvencesizlik, tükenmişlik ve kişisel olanla işe dair olan arasındaki sınırların muğlaklaşması gibi duygusal yükleri de taşıyabiliriz. Bu nedenle profesyonel işle iç içe geçen gönüllü emeği, yalnızca politik ya da etik duruşun bir ifadesi olarak değil; duyguların, ilişkilerin ve kurumların örgütlenme biçimleriyle kesiştiği, çoğu zaman cinsiyetli olan bir emek rejiminin içinde değerlendirmek gerekiyor.

İşe nasıl “bağlanırız?”

Hak temelli STK’larda çalışanlar için iş çoğunlukla, yalnız profesyonel uzmanlıklarıyla var oldukları bir alan değil; çeşitli duyguların farklı biçimlerde sürekli ortaya çıktığı, politik olarak farklı düzeylerde ilişkiler sürdürdükleri bir yer olarak tecrübe ediliyor. İşle, sevgi, öfke, güven, hayal kırıklığı gibi birçok duygu arasında salınan biçimlerde bağlar kuruyoruz.

Güvencesiz çalışmanın neredeyse doğal hâle geldiği STK’larda, çalışanlar için güvenceli çalışmanın hukuki ya da ekonomik yönlerinin yanı sıra, “güven ilişkisi” kurabilmeye dair bir ihtiyaç bulunuyor. Özellikle Türkiye gibi politik olarak güvensiz ortamlarda, samimiyet, karşılıklı saygı ve emeğin takdir edilmesi gibi unsurlar, resmi güvenceler kadar önem taşıyabiliyor. Ayrıca, güvencenin -ya da tam tersi olarak güvencesizliğin- kendisi tüm hayata yayılan şekilde, bir duygu olarak tecrübe edilebiliyor.4

Yapılan işin niteliğine ilişkin olarak, özellikle “saha çalışmaları” ile ilişkili olan yani birlikte çalışma yürütülen grupla doğrudan temasın olduğu işler, masa başı/bürokratik işlere nazaran daha “anlamlı”, tatmin edici veya motive edici olarak tarif edilebiliyor. Bu duygular ve tesirler, çoğunlukla iş zamanı ile sınırlı kalmıyor. Çalışanlar bu alanda, gündelik hayatlarının uzantısı olacak şekilde yer alabiliyor, bu da kişisel olanla iş zamanına ait olan arasındaki mesafenin kısalmasına sebep olabiliyor. Örneğin, çalışırken karşılaştığınız bir kadının, ihtiyacı olduğunda sizi herhangi bir saatte arayabilmesine dair bir açıklık geliştirebiliyorsunuz, bir çocuğun durumuna dair bilgiyi eve peşiniz sıra getirebiliyorsunuz ya da işinizin ilişkili olduğu hatta benzer bir toplumsal hareketin içinde konumlanıyorsanız, iş sonrasında da politika üretmeniz için gereken faaliyetleri yapmaya devam edebiliyorsunuz.

Sahada birlikte çalışmalar yürütülen kişi ve grupların yanı sıra, iş arkadaşlarıyla kurulan dostluklar ve paylaşılan ortak politik değerler de aidiyet duygusunu etkiliyor. Deprem gibi kriz dönemlerinde çalışanlar, hem birbiriyle dayanışmanın ne demek olduğunu halihazırda tecrübe ediyor oldukları, hem de devletin asli hizmetlerinin yokluğunda özuğraştan başka bir çare kalmaması sebebiyle alanda uzun süre çalışma yürütebiliyorlar.5 Zor şartlar altında birlikte çalışmanın getirdiği yoldaşlıklar, bölgede yaşayan kadınların bakım emeğini paylaşmaya ve çalışanların birbirlerine -bazen sadece bir akşam sohbetiyle bile- verebildiği psikososyal desteğe uzanıyor. Çalışma arkadaşlarıyla kurulan dayanışma, hem bireysel hem de kolektif olarak ayakta kalmanın en önemli yollarından biri hâline geliyor.

STK’larda çalışmanın bağ kurmaya yarayan bu onarıcı taraflarının yanında, çalışanların yaptıkları işin anlamını ve gerçekten ne işe yaradığını gittikçe daha fazla sorguladığını görebiliyoruz. Sosyal devletin yokluğunda onun bıraktığı boşluğu kapatmaya uğraşmak, kepçeyle alınanı kaşıkla yerine koymaya benziyor, çalışanları bir yetersizlik döngüsüne sokabiliyor. Sahada ağır hak ihlalleriyle karşılaşan çalışanlar, bu deneyimlerin duygusal yükünü çoğunlukla yalnız başlarına taşımak zorunda kalıyor. Ekip içi görev paylaşımında duygusal emek gerektiren işlerin kolaylıkla ve sıklıkla kadınlara atanması, cinsiyetli bir iş bölümü pratiğini ve duygusal emeğin toplumsal cinsiyetli tarafını tekrar görmemize vesile oluyor.

Kurumsal düzeyde bu yükleri tanımak ve hafifletmeye yönelik adımlar atmak, uzun erimli bir çalışma pratiği için zorunlu hâle geliyor. Duygusal emeği tanıyarak hem dayanışmayı güçlendirecek yapılar kurulması hem de çalışanların esenliğini gözeten somut mekanizmalar geliştirmesi gerekiyor. Feminist örgütlerde bu tür destekler daha çok bakım etiğine dayalı kolektif pratikler üzerinden sağlanabiliyor. Fakat duygusal emeğin kurumsal düzeyde tanınması ve psikososyal desteklerin sistemli biçimde sunulması, her yapı için hem işin niteliğini hem de çalışanların iyi oluş halini güçlendirebilecek bir imkân taşıyor.

Alanda dolaşan “öteki” duygular

Bahsettiğim duygular yalnızca kişisel veçheleri ile ortaya çıkmıyor, duygular karşılıklı bir ilişki içinde, kolektif yapılarda şekilleniyor ve dolaşıma giriyor. Sara Ahmed’in önerdiği biçimiyle, duygular belirli bedenlere ve gruplara “yapışarak” anlam kazanır; bu da onların içinde nüvelendiği iktidar ilişkilerine bakmak gerektiğini gösterir.7 Yani, hak temelli STK’larda ortaya çıkan duygular ve karşılıklı olarak ilişkilendiğimiz duygulanımsal alan, sivil topluma özgü kültürel yapıları ve güç ilişkilerini anlamamız için de vesile olabilirler.

Alana geniş bir perspektifle baktığımızda, profesyonelleşmenin, fon bağımlılığının ve alan içi elitleşmenin yarattığı gerilimlerin, çalışanların emek pratiklerine doğrudan etki ettiğini fark ediyoruz. Kurum içindeki hiyerarşiler çoğu zaman açıkça görünmese de, hissedilir bir biçimde varlığını sürdürüyor. STK’ların profesyonelleşmesi, alana ait dil, uzmanlık ve ağ ilişkileri üzerinden şekillenen bir “kapalı yapı” yaratırken; bu yapının dışında kalma korkusu, yetersizlik hissi ve aidiyet kaygısı gibi duygular, özellikle belirli çalışan gruplarında baskın hâle gelebiliyor. Alan içinde “güçlü olan” kimi kişilerin hatalarının sürekli tolere edilmesi ya da bazı figürlerin sorgulanamaz hâle gelmesi gibi pratikler ise, alanda eşitlikçi ve adil yapılar kurma ihtimalinin önünde ciddi bir engel oluşturuyor.

Alanın sınırlarını yalnızca kurumsal ilişkiler değil, aynı zamanda sınıfsal ve kültürel kodlar belirliyor. Seküler, orta sınıf ve yüksek kültürel sermayeye sahip bir çalışan profiline uymak beklentisi, bu profile dâhil olmayan ya da farklı sınıfsal ve kültürel geçmişlerden gelen kadınlar için ek baskılar yaratıyor. “STK jargonuna” hâkim olmamak, kullanılan dilin hızla değişmesi ya da belli kavramlara dair sürekli bir güncellenme beklentisi, özellikle farklı kimliklerden, dillerden ya da politik geleneklerden gelen kadınlarda “dışarıda kalma” hissini derinleştirebiliyor.

Alanın kendine has dinamiklerinin çalışanlar üzerinde yarattığı bir başka baskı da, gönüllülük ile profesyonellik arasında kurulan ilişkinin taşıdığı gerilimle ortaya çıkıyor. Bir tür “gönüllü adanmışlık” pratiğiyle8 de birlikte düşünülebilecek bu çalışma biçimi, bir yandan politik ve etik bir duruşun gereği olarak, öte yandan “işin doğasının böyle olduğu” yönündeki yerleşik inanışlarla besleniyor. Özellikle bakım emeğine ve duygusal/duygulanımsal emeğe dayalı işler –tarihsel izlekle de uyumlu biçimde– değersizleştirildiğinden, çalışanlar yaptıkları işleri tanımlarken, bu emeğe nasıl bir ücret karşılığı biçmeleri gerektiği konusunda bile tereddüt yaşayabiliyor.9

Böylece sınırlar, hem kişisel hem de kurumsal düzeyde sürekli yeniden müzakere edilen bir mesele hâline geliyor. Bu müzakerelerde çoğu zaman görünmeyen ama etkili olan bir başka dinamik ise kuşak farkları oluyor. Farklı kuşaklardan kadın çalışanlar arasında gönüllülüğe ve alanda verilen emeğin anlamına dair anlayışlar farklılık gösterebiliyor. Ancak bu farklar genellikle açıkça konuşulmuyor, daha ziyade gündelik ilişkilerde üstü örtülü biçimlerde kendini hissettiriyor. Uzun süredir STK’larda ya da ilişkili işlerde çalışan kadınların anlatılarında, STK’ların henüz kurumsallaşmadığı döneme dair bir özveri ve inanç anlatısı hâkimken; genç kuşakların, daha net sınırlar koyma ihtiyacıyla hareket ettiği bilgisi öne çıkıyor. Bu da kimi zaman ‘işe inanmamak’ ya da ‘kolektif sorumluluktan kaçınmak’ şeklinde algılanabiliyor. Kuşak farkları, yalnızca aidiyet ya da yabancılaşma hissi yaratmakla kalmıyor; birlikte hareket etmeye dair de zorluklar yaratıyor.

Emeğe dair değersizleştirme yalnızca alan içindeki işleyişlerle sınırlı kalmıyor; toplumsal ve politik düzeyde de yeniden üretiliyor. Kadınlar, özellikle erkeklerin yönettiği alan içi/dışı kurumlarla temas ettiklerinde, yaşlarına ve cinsiyetlerine yönelik küçümseyici ya da dışlayıcı tutumlarla karşılaşabiliyor. Öte yandan, muhalif politik çizgideki STK’ların siyaseten itibarsızlaştırılması ve marjinalleştirilmesi, burada üretilen emeğin gittikçe daha fazla görünmezleşmesine neden oluyor. Böylece kamusal düzlemde de bu emek biçimlerinin meşruluğu sürekli olarak sorgulanıyor ve tereddüt hattı genişliyor.

Yükler ve bağlar arasında

Sivil toplum, ortak değerler üretme ve dayanışma hedefi güden bir alan olsa da, toplumsal eşitsizliklerden ve güç ilişkilerinden azade değil. Cinsiyetli iş bölümü, sınıf temelli ayrımlar, görünmez hiyerarşiler ve kuşaklar arası çatışmalar; çalışanların bu alanla kurduğu bağları ve yükleri çeşitlendiriyor. Çalışanlar politik bağlılıklarıyla bu alanı bir mücadele sahası olarak tecrübe ederken, aynı zamanda işin profesyonelleşmesiyle birlikte karşılaştıkları sınırları, yürüttükleri işlerin ne kadar faydalı olduğuna dair şüpheleri de heybelerine ekliyorlar.

Gönüllülük, bu alanın temel taşlarından biri olarak öne çıkarken, aynı zamanda çalışanların kendi sınırlarını tanımasını ve ihtiyaçlarını dile getirmesini zorlaştırabiliyor. Duygular bir yandan, -özellikle onları göz önünde bulundurabilen yapılarda- örgütlenme için kuvvetli kaynaklar olarak işlerken10, öte yandan kişisel olanla işe dair sınırların sürekli yeniden müzakere edildiği, bozulduğu, kurulduğu bir alan yaratıyor. Birisi, inandığı ve sevdiği işi yaparken güvenceli, tatmin edici ve sürdürülebilir bir yaşam arzusunu dile getirdiğinde, bu sıklıkla fazla talepkâr olmakla özdeşleştiriliyor. Oysa bu istekler, aynı zamanda kolektif iyilik hâlinin, bakımın ve tükenmeden emek verebilmenin koşulları olarak düşünülmeli.

Duygusal emek gönüllülükle iç içe biçimde, alanın çoğu zaman adı konmayan ama yönünü belirleyen en temel unsurlarından biri. Yalnızca taşıması güç bir yük olarak ortaya çıkmıyor, aynı zamanda kurumsal dönüşümün, iyi oluşun ve daha adil çalışma biçimlerinin zeminini oluşturacak bir imkân taşıyor. İnandığımız işi yaparken hem kendimize hem birlikte çalıştıklarımıza iyi gelen sınırlar ve bağlar kurabilmek; temelde işçi haklarını gözeten bir dönüşümün olası yollarını arayabilmek önemli. Ne emek üzerinden işlemesi beklenen sessiz bir fedakârlık ne de dayanışmayı askıya alan bireysel geri çekiliş; bugün ihtiyacımız olan, sınırların da öznelerin de tanındığı, gücünü eşitlikten alan feminist pratikler yardımıyla birlikte bozmaya ve yeniden kurmaya talip olabilmektir belki.

 

1 Ayrıntılı bilgi ve sivil toplum alanında kadın emeğini daha geniş biçimde tartışmaya çalıştığım yazı için: Suskunluktan dayanışmaya: STK’larda çalışan kadınların emek mücadelesi: https://catlakzemin.com/suskunluktan-dayanismaya-stklarda-calisan-kadinlarin-emek-mucadelesi/

2 Duygusal ve duygulanımsal emek kavramları, tıpkı bakım emeği gibi hem ev içi hem de ücretli emek süreçlerindeki kadın emeğinin niteliğini anlamak amacıyla feminist sosyal bilimciler tarafından 1980’lerden itibaren tartışılmıştır. Bu çerçevede bkz. Weeks (2007), Hochschild (2012), Federici (2014), Oksala (2016).

3 Özlem İlyas, işi sadece ihtiyaç tatmini ya da arzu ifadesi olarak görmek yerine, işçilerin bu alandaki müzakerelerine odaklanmanın daha açıklayıcı ve politik olarak kurucu olabileceğini savunur. İlyas, Ö. (2022). Freelance emek: Ofissiz çalışmanın sınıfsallığı. İletişim Yayınları.

4 Lauren Berlant da güvencesizliğin ekonomik zorluklarla sınırlı olmadığını; toplumsal ilişkiler, gündelik duygulanımsal hatlar ve politik süreçlerle şekillendiğini ve buralarda değişim yarattığını söyler. Bkz. Berlant, L. (2024). Zalim iyimserlik (Ç. Atmaca, çev.). Minotor.

6 Psikososyal destek mekanizmalarının eksikliği ise, özellikle kriz zamanlarında, bu yükü daha da artırıyor. 

5 Praksis Dergisi’nin “Kriz, Yoksulluk ve Kadın Emeği” başlıklı sayısında (sayı 65), deprem bölgesindeki feminist dayanışmaya dair yazılar bulunuyor.

6 Gülistan Zeren’in insan hakları savunucuları ile görüştüğü saha araştırmasında yer alan kadın çalışanlar, saha işlerinin ağırlıklı olarak kadınlar tarafından yürütüldüğünü; ağır hak ihlallerine uğrayan öznelerle kurulan ilişkilerde kadınların daha fazla angaje olduklarını, bu ilişkilere daha çok duygusal yatırım yaptıklarını ve erkek çalışanların sahada yarattığı tahribatı onarma işinin çoğu zaman kadınlara kaldığını belirtir. Bkz. Zeren, G. (2021). Kurumlar, Kimlikler ve Öznelikler Arasında Hak Savunmak: Toplumsal Cinsiyet Perspektifinden Sivil Alan. Hafıza Merkezi Berlin.

7 Ahmed, S. (2015). Duyguların Kültürel Politikası (S. Komut, çev.). Sel Yayıncılık.

8 STK’larda çalışmanın gönüllülük ile doğal olarak ve hızlıca kurulan bağını bir başka yerde daha görürüz: Akademi. Aslı Vatansever ve Meral Yalçın, akademideki çalışma biçimlerini idealize eden “manevi tatmin”, “gönüllü çilecilik ve adanmışlık”, “otonomi” gibi mitlerin, gerçek çalışma koşullarıyla (belirsiz mesailer, bürokrasi, denetim) nasıl çeliştiğini göstererek, bu mitlerin akademisyenlerin hak taleplerini nasıl etkilediğini sorgular. Vatansever, A., & Gezici Yalçın, M. (2015). Ne ders olsa veririz: Akademisyenin vasıfsız işçiye dönüşümü. İletişim Yayınları.

9 Özellikle parça başı ve serbest (freelance) işlerde, hem kişiler hem de şehirler arasında ciddi ücret farklılıkları bulunuyor. Alandaki ücretlendirme politikaları ise ortak bir standarttan oldukça uzak.

10 Aslı Aygüneş, feminist hareket içinde duyguların nasıl örgütlendiğini incelediği tezinde; öfke, umutsuzluk, hayal kırıklığı gibi duyguların, feministlerin toplumsal cinsiyet karşıtı saldırılara karşı direnç geliştirmelerine ve yeni mücadele zeminleri kurmalarına olanak tanıdığını belirtir. Bkz. Aygüneş, A. (2022). Mobilizing with Affect: Gendered Experiences and Practices in the Feminist Movement in Turkey. Yayınlanmamış Doktora Tezi. İstanbul: Sabancı Üniversitesi.

 

Bir cevap yazın

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.