Feministler biliyor ki fail hiçbir zaman buhar olup uçmaz, sadece yer değiştirir.

Bir rüya

Bildiğim türlü şehrin parçalarından müteşekkil bir şehirdeyim. Küçük bir çocuğu bulmam lâzım kenti terk etmeden. Acelem var, trene yetişmeliyim. Aciliyet trenden değil sade, geciktiğim her dakika, çocuğun başına tahayyül ve dahi telaffuz edemeyeceğim kötülükler gelecek diye korkuyorum. Bir ara, bir sokağa dalıyorum, çocuğu görüyorum. Bu sahneyi kimseye anlat(a)madım daha önce; hâlâ dillendirmeye çekiniyorum, dile getirdiğim anda kendini gerçekleştirecek korkusu ile… Oysa imaj, tüm korkunçluğuyla dönüp duruyor zihnimde, engellemeye çalışsam da, aniden çakıveriyor şimşek gibi, en alâkasız anlarda.

Ve yazmak, demekten de gerçek kılan… Öyleyken…: Mazgalın üstünde yatıyor çocuk, baygın, sırt üstü ve çırılçıplak. Üstünde bir adam, boylu boyunca uzanmış, çıplak ve yarı uyuklar hâlde. Çocuğun tecavüze uğradığını anlıyorum. Adamı tekmeliyor, vakit kaybetmeden çocuğu kucağıma alıyorum. Buz gibi. Ceketimi çıkarıp üzerine örtmeye çalışıyorum, bedenini sarıp sarmalıyorum, tüm ısımı ona vermek istiyorum. Adamın fotoğrafını çekmeliyim, diye düşünüyorum. Fotoğraf çekmekle kaybedeceğim birkaç saniyenin çocuğa vereceği zarar korkusu ile “ama tecavüzcü cezasız kalacak” endişesi çatışıyor içimde.

O an uyanıyorum. Trendeyim. Platolar akıyor önümden. Nerede olduğumu, nereye gittiğimi bilmiyorum. Kaçıncı tren, kaçıncı şehir, bilmiyorum. Bu imaj nereden musallat oldu, bilmiyorum. Çocuğun bedeninin üzerinde o adamın görüntüsünü zihnimden silmeye çalışıyorum. Olmuyor. Olmasın, diyorum.

Fatma El Muhammed altı yaşındaydı

Hikâye geçmişle kurulan bir cümlenin öznesinin bir çocuk olması dile değesi şey değil. Nicedir, eserlerinde çocukları öldüren senaristlere, yazarlara öfkeleniyorum, yazıp çizdiklerinden imtina ediyorum, onların eserlerini yaygınlaştırmayı reddediyorum. Varın toplumsal gerçekçi olmayın yahut—daha sıklıkla araçsallaştırılan haliyle—izleyiciyi diken üstünde tutmak için, bol betimlemeyle süslenmiş o lanet pornografik anlatılarınıza artık başvurmayın, diyorum.

Fatma El Muhammed altı yaşındaydı.

Ölümü üzerine çıkan ilk haberlerde, sokakta yaşayan köpeklerin saldırısı sonucu öldüğü iddia edildi. Olay, rastgele, trajik bir kaza gibi sunuluyordu—sözde doğanın acımasızlığı ya da belki de kentteki ortak yaşamın inşasındaki bir ihmalkârlığın sonucuydu: Köpekti, hayvandı a, yapardı; zaten aylardır bunu bağırıyorlardı. Ailesi bu iddiayı reddetti. Ardından, Fatma’nın bir komşusu tarafından öldürüldüğüne dair bulgular ortaya çıktı.

Cümleyi doğru kuralım.

Bir adam, Fatma’ya tecavüz etti, onu öldürdü ve parçalara ayırıp toprağa gömdü.

Bugün, bir adam bu suçlamayla tutuklu olarak yargılanıyor.

Yer değiştiren fail

Fatma’nın ailesi Suriyeliydi. Savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınmışlardı; Ankara’nın Altındağ ilçesinde, Suriyelilerin yoğun olarak yaşadığı, mekânsal ayrışmanın ve etnik adacıkların belirginleştiği bir bölgede ikamet ediyorlardı. Aile 2015’ten beri Türkiye’deydi, Fatma burada dünyaya gelmişti; haberlerde Fatma’dan “yabancı uyruklu kız çocuğu” diye bahsediliyordu.

Şimdi bu yazıyı yazarken, kaç gazete olayı haberleştirmiş ve nasıl haberleştirmişler diye dönüp bakınca, ilk bulgularla olayı “köpek saldırısı” diye ele alan gazete ya da ajansların birçoğunun, Fatma’nın bir adam tarafından tecavüze uğrayıp öldürüldüğü iddiası sonrası, haberi devam ettirmediklerini görüyorum. Failin yer değiştirmesiyle, haberin değeri de yer değiştiriyordu.

19 Mart’ta yaşanan olaydan yaklaşık bir hafta sonra, 27 Mart’ta DEM Parti Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu Meclis’te söz alarak, Fatma’nın Suriyeli olması nedeniyle olayın gerektiği gibi gündeme taşınmadığını söyledi. Aynı gün bu açıklamayı sosyal medya hesabından da paylaştı.[1] Bu çağrının ve oluşan sınırlı da olsa kamuoyu baskısının ardından, 2 Nisan’da, 50 yaşındaki bir erkek şüpheli olarak tutuklandı ve cezaevine gönderildi.

Failin yer değiştirmesi vakası, bu sefer—gecikmeli de olsa—bir kritik müdahaleyle durdurulabildi.

Yer değiştirme mekanizması

Feminist mücadelenin özneleri gayet iyi bilirler ki, bu an—yani failin yer değiştirdiği, anlatının yönünün saptığı o an—polisliğin ya da haberciliğin münferit bir hatası değil, bizzat patriyarkanın ve erkek devlet şiddetinin yapısal işleyişine ilişkindir, o mekanizmaya içredir.

Fatma’nın ölümünün nasıl çerçevelendiğine baktığımızda gördüğümüz “yer değiştirme“, failin yalnızca adres değiştirmesi değildir; failin, fail olmaktan çıkarılmasıdır. Bu ifade, basit bir “yanlış fail tespiti”nden fazlasını anlatır. Bu, sistematik erkek şiddetinin ya bireyselleştirilerek “izole bir vâka”’haline getirilmesi ya da çevresel tehlikelere, yabancı tehditlere, basit kazalara dağıtılması yahut sıklıkla gördüğümüz gibi kabahatin, suçun mağdura aktarılmasını ifade eder. Judith Butler’ın dediği gibi, bu, şiddeti “gerçeklikten koparma,”[2] şiddeti politik tanınırlık çerçevesinden çıkarma teşebbüsüdür.

Bu anlatı hem yaygın hem de tehlikeli. Patriyarkanın failini nasıl sakladığını, sistematik olarak izi sürülemeyecek bir hale getirdiğini açığa çıkarmak, bu yer değiştirme anlatısını sökmek elzem, zira bu anlatı yalnızca tek tek erkekleri değil, onların şiddetini mümkün kılan sosyal düzeni de koruyor, kuruyor, yeniden üretiyor.

Türkiye’de yabancı/mülteci düşmanlığı, kadın ve lgbti+ nefreti ve yapısal yoksulluk devlet politikası haline gelmişken, Fatma, bu katman katman kırılganlıkların merkezinde duran “harcanabilir hayat” kategorisinin acımasız bir örneğiydi. Ne yazık ki, ancak öldürüldükten sonra kesişimsel bir mücadelenin konusu olabildi.

Erkek şiddetini önlemeyi hedeflemeyen, yalnızca faili görünmez kılan, fiili silikleştiren, araçsallaştıran, nihayetinde normalleştiren, aklayan ve böylece devamlılığını sabitleyen patriyarka, faile kalkan oldu, bildik rolünü yeniden üstlendi.

Elverişli katil: Suçun erkek failden hayvana yönlendirilmesi

Fatma’nın ölümünde ilk yer değiştirme adımı, failin insan suretinden çıkarılması ve toplumun sözde korkularıyla yüklü, şeytanlaştırılmış sokak köpeği figürüne dönüştürülmesiydi. Böylece erkek katil, erkek devlet tarafından görünmez kılınıyordu. Bu yer değiştirme bir hata değil, açıklayıcı bir semptomdu.

Erkek şiddetini gizlemek için doğa, hayvanlar, kent kaosu gibi insan dışı güçlerin sıklıkla günah keçisi yapıldığı anlatıların aynen böyle işlediğini biliyoruz. Bu tür bir çerçeveleme şiddeti politik bağlamından koparıyor, cinsiyetli ve ırklaştırılmış bağlamını görünmez kılıyor. Fatma, Suriyeli ve  mülteci ve çocuk ve yoksuldu; Türkiye’de defalarca marjinalize edilmiş bir özneydi. Onun kırılganlığı tesadüfi değil, yapısaldı. Ama onu “köpekler öldürdü” diyerek sunan anlatılar, yaşadığı kesişimsel şiddeti görünmez kıldı. Silvia Federici’nin dediği gibi, patriyarkal şiddet tarih boyunca doğallaştırılarak gizlendi; kadınların yaşadığı acılar, kaçınılmaz ve doğal felaketler gibi sunuldu.[3] Burada da aynı mantık devredeydi: erkek şiddeti, doğanın acımasızlığına havale edildi.

Köpeğin fail ilan edilmesiyle, Fatma’nın ölümü, zaten yükseltilen hayvan düşmanlığı kampanyasının aracı haline getirilebilirdi. “Toplum güvenliği” bahanesiyle sokak hayvanlarını katletmek için yürütülen agresif söylem, Fatma’nın ölümü üzerinden böylece zemin kazandı. Zaten günlerdir farklı şehirlerde belediyeler ve yetkililer organize şekilde sokak hayvanlarını toplamaya, onları barınaklarda öldürmeye başlamıştı. Hayvan hakları savunucuları ise direnişle karşılık veriyor, şehir şehir, sokak sokak köpekleri sahiplenmeye çalışıyor, barınakların önünde nöbet tutuyorlardı.

Fatma’nın ölümünü köpeklerin üstüne atan erkek devlet, hem gerçek faile perde çekti hem de hayvan katliamını meşrulaştırdı: Tek taşla iki kuş!

Bu, basit bir manipülasyon değil; suçun failden saptırılması kadar, yeni bir “elverişli düşman” yaratma stratejisi! Erkek devlet ve medya el ele vererek korkuları kışkırtıyor ve kışkırttıkları korkuya—her durumda şiddet içeren—yine kendi çözümlerini sunuyorlar. Fatma’nın bedeni üzerinden bir başka devlet şiddeti meşrulaştırılıyor. Hayatlarımızı güvencesizliğe mahkûm eden erkek devlet aklı, şimdi de şehirlerimizin sokaklarını sessizleştiriyor.

Çok basit! Çünkü Fatma’nın ölümünü bahane ederek yürütülen hayvan katliamı yalnızca bir türün değil, tüm kırılgan hayatların hedef alındığı sistematik bir yok sayışın parçası. Sokak hayvanları gibi kadınlar, çocuklar, mülteciler, lgbti+’lar, yoksullar, etnik azınlıklar, engelliler—hepimiz aynı mekanizmanın hedefindeyiz. Bu yüzden mücadele ortak.

Çocuklarını koru(ya)mayan ülke

Her yıl yüzlerce çocuk iş cinayetlerinde ölüyor; mevsimlik tarım işçisi çocuklar, inşaatlarda, atölyelerde can veriyor. Rabia Naz öldüğünde “kaza veya intihar” dediler. Musa Orhan davasında, İpek Er’in öldürülmesi sonrası, cinsel saldırı sanığı ilk etapta serbest bırakıldı, ordu faili korudu. Ensar Vakfı’nda onlarca çocuk sistematik olarak istismara uğradı; “bir kereden bir şey olmaz” dediler. Küçük yaşta evlendirilen çocukların hikâyeleri duyulmuyor bile; normumuz oldu!

Aşiret bağları ve yerel iktidar ilişkileriyle, Suruç’taki Hilal Ekinci’nin ölümü örtbas edildi. Yetkililer aileyi ziyaret edip “Hilal’i severdim,” diyerek katilin arkasında hizalandılar. Diyarbakır’da, sekiz yaşındaki Narin Güran’ın ölümü de aynı şekilde, aşiret bağları ve devletin himayesiyle bulandırıldı. Büyük Adamlar, “aile bizim dostumuz,” diyerek suça kalkan oldular. Türkiye’de çocuklar ya korunmuyor ya da doğrudan devlet eliyle yok sayılıyor. Failin adı çoğu zaman söylenmiyor; fiilin adı konmuyor.

Çocuklarını koruyamayan bir ülkenin, utancı da sürekli yer değiştiriyor.

Sadece bir çocuk değil, artık “Suriyeli bir çocuk”

Fatma sadece bir çocuk değildi, o Suriyeli bir çocuktu. Ailesi mülteciydi ve Fatma, mülteci karşıtlığının yüzeyin hemen altında şiddetle kaynadığı bir ülkede doğdu, orada büyüdü. Doğduğu ve öldüğü bu topraklarda, ne kadar yerleşik olursa olsun ailesiyle birlikte hep yabancıydı. Suriyeliler, bu ülkede toplumun her tabakasında, “artık ülkelerine dönmeleri gereken bir yük” yahut bir tehdit olarak tasvir ediliyorlar. Yaşamları görünmez, varlıkları ise tehlike olarak işaretlenmiş durumda.

Failin yer değiştirmesi burada sadece adamdan köpeğe suç devriyle sınırlı kalmadı; Fatma’nın hayatını bu kadar kırılgan hale getiren tüm o yapısal şiddeti de sahneden sildi. Erkek devlet sınırları askerileştirdi, Suriyelileri ötekileştiren dili büyüttü, mülteci hayatını baştan aşağı güvencesiz hale getirdi; sonra da gözümüzün içine baka baka suçu bir hayvana yıkarak tüm bu koşulları görünmez kılmaya çalıştı.

Bize “vahşi köpekler” masalını anlatıyorlar; ama bu hikâyedeki asıl vahşet, erkek devletin doymak bilmeyen iştahında. Fatma’nın ölümü, erkek devletin, patriyarkanın ve yabancı düşmanlığının ortak ürünü! Bu olay, kabuğunu soydukça bir yazıya sığmayacak kadar katmanlı bir öteki nefretiyle örülmüş durumda. Fatma korunmadı, Fatma’yı koruyamadık çünkü o zaten doğarken harcanabilir olarak damgalanmıştı. Suçu köpeğe atmak ise tam da bu dayanılmaz gerçeği gizlemenin yoluydu.

Suriyelileri her gün “tehdit” diye işaret eden iktidar ve medyası ve muhalefet, onlar mağdur olduklarında yüzünü çeviriyor. Görünmezlik de, görünürlük de erk sahibinin keyfine bağlı. Fatma’nın cesedi bulunduğunda, bu mekanizma için mesele zaten çoktan kapanmıştı. Onların gözünde, Fatma zaten başından beri ölüydü.

Kaçışın küresel koreografisi

Bu yer değiştirme koreografisinde Türkiye yalnız değil. Dünyanın dört bir yanında erkek şiddetinin failleri sürekli kılık değiştiriyor, sürekli kaçıyor. İran’da Mahsa Amini’nin öldürülmesi “sağlık sorunu” diye sunuluyor. Amerika’da kadın cinayetleri “aile içi anlaşmazlık” diyerek hafifletiliyor. Şili’de polis şiddetine maruz kalan kadınlar yalancılıkla itibarsızlaştırılıyor. Hindistan’da “etnik gerilim” adı altında toplu tecavüzlerin politik yüzü saklanıyor. Gazze’deki çocuk ölümleri “yan hasar” diye geçiştiriliyor. Pandemide ev içi şiddet “ruh sağlığı krizi” diye etiketleniyor.

Pakistan’dan Filipinler’e, iklim krizlerinde yoksul kadınlar ölüyor—devletin ihmali “doğanın gazabı” diye gizleniyor. Meksika’da Ni Una Menos devletin kadın cinayetlerine olan kayıtsızlığına karşı ses yükseltiyor. Polonya’da kürtaj yasakları kadınları öldürüyor. Fransa’da kadın cinayetleri dosyaları bürokrasinin tozlu raflarında kayboluyor. Amerika’da #MeToo sonrası erkek failler kendilerini “iptal kültürünün mağduru” olarak pazarlıyor.

Fail her yerde kaçıyor. İktidarlar her yerde erkek faillerin kaçışını mümkün kılıyor.

Bu basit bir gaf ya da ihmalkârlık değil; baştan sona bilinçli, sistematik bir strateji. İktidar yalnızca neyi/kimi cezalandıracağına değil, neyi/kimi görünür kılıp neyi/kimi saklayacağına da karar veriyor[4]. Devlet, medya ve patriyarka, erkek şiddetinin yüzünü görünmez kılmak için el ele veriyor.

Fatma’nın hikâyesi bu küresel örüntünün bir parçası. Bize köpeklerden, mültecilerden, kadınlardan, translardan, kamusal alanlardan korkmamızı söylüyorlar. Asıl tehdidin, bu şiddeti üreten patriyarka, onu besleyen erkek devlet olduğunu asla söylemiyorlar.

Faili korumak için yazılan hukuk

Failin yer değiştirmesi yalnızca bir medya manevrası ya da söylemsel manevra değil; bu, devletin yönetme biçiminin doğrudan bir parçası. Sadece sözü değil, hukuku da eğip büküyorlar. Erkek şiddeti karşısında erkek devlet, pasifliğin ötesine geçiyor, bizzat failin kaçış rotalarını çiziyor, suçun yönünü saptırıyor.

Hatırlayalım: Şule Çet davasında “intihar etti” dediler. Rabia Naz için “balkondan düştü” diyerek dosyayı kapattılar. Emine Bulut’un öldürülmesine “aile içi tartışma” diyerek gölge düşürdüler. Dina Karabük’te tecavüze uğradı, öldürüldü, ama ellerindeki tek olası fail serbest bırakıldı.

Hande Kader yakılarak öldürüldü, failleri hâlâ ortada yok. Adlarını durmadan analım, Cemre Karaçoban, Eylül Cansın, Ahmet Yıldız… Trans cinayetlerinde adalet, çoğu zaman ya hiç gelmiyor ya da sistemin sessizliğiyle örtülüyor. ODTÜ Onur Yürüyüşü’nde yerlerde sürüklenen öğrencilere uygulanan polis şiddeti cezasız kaldı. lgbti+ dernekleri sistematik olarak “toplumun ahlâkına aykırı” ilan ediliyor, festivallerden queer bölümleri çıkarılıyor. lgbti+ bireylerin varoluşları, yeni yasa teklifleriyle kriminalize edilerek, devletin denetim ve baskı mekanizmalarının hedefi haline getiriliyor. Kadınların bedenleri üzerindeki karar hakları, devletin doğum şekli tercihlerine müdahalesiyle daha da kısıtlanıyor; kürtaj ve sezaryen gibi tıbbi prosedürler, politik denetimin araçlarına dönüşüyor.

Hep aynı koreografi: İktidarın medyası anlatıyı temizliyor. Mahkemeler cezaları düşürüyor. Polis mağduru suçluyor. Toplum sırtını dönüyor. Şeyler adıyla anılmıyor! Suç, failden topluma, devletten yargıya, medyadan kamuoyuna (…) bir işbirliğiyle el değiştirip duruyor; suç, ortaklaşa işleniyor.

Fatma El Muhammed, bu zincirin bir halkası. Aynı el, dün “hafifmeşrep” diyerek kadınları hedef alırken, bugün sokak köpeklerini işaret ediyor.

Devletin hukuku da bu yer değiştirmeye ortak. Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilirken açıkça şunu söylüyordu: “Kadınların, lgbti+’ların, çocukların hayatı, bu devletin koruma alanında değil.”

Hukuk eliyle sorumluluğun silinmesi, failin yer değiştirmesinin belki de en sinsi biçimi. Devlete, “yasalarımız var” deme imkânını sağlıyor, ama aynı anda o yasaların işlemez hâle gelmesi için tüm koşulları yaratıyor.

6284 sayılı yasa hâlâ kâğıt üzerinde, ama uygulanması sürekli sekteye uğratılıyor. Koruma kararları işler gibi görünüyor, ama çoğu kez uygulanmıyor. Caydırıcı cezalar işlemiyor, uzaklaştırma kararları delinip geçiliyor, adamlara durmadan iyi hâl indirimleri veriliyor. Fail koruma altına alınıyor, mağdur savunmasız bırakılıyor.

Bu bir sistem hatası değil. Bu sistemin bizatihi kendisi!

Fatma’nın öldürülmesi, kadınları ve çocukları koruduğunu iddia eden, ama bu iddialardan her fırsatta geri adım atan bir ülkede gerçekleşti. Bu, bir tesadüf değil. Bu, bilinçli bir tercih. Bu, doğrudan devlet politikası. Bu, erkek devlet aklı.

Feminist kartografya: Kaçak failin rotasını sökmek

İşte tam da burada radikal bir eylem devreye giriyor. Feministler, fail hangi kılığa bürünürse bürünsün, nereye kaçarsa kaçsın, izini sürüyorlar. Kaçış yollarının haritasını çıkarıyorlar. Utancın, kadınların, lgbti+’ların, göçmenlerin, çocukların, tüm marjinalleştirilmişlerin bedenlerine taşındığı tüm o kaçış hatlarını tek tek işaretliyorlar.

Feministler biliyor ki fail hiçbir zaman buhar olup uçmaz, sadece yer değiştirir. Ve tam da bu yüzden, o sözde görünmez deliklere saklanıp duran, lâkin gün gibi ortada olan o faili göz önüne çıkarıyorlar. Failin sırtını sıvazlayan mekanizmanın maskesini indiriyorlar. Hem de tüm berraklıkları ve öfkeleriyle. Fatma’nın öldürülmesi münferit bir felâket değil, büyük bir sistematik yok sayışın yalnızca bir işaret noktası. Failin izini sürdüğümüzde önümüzde açılan manzara apaçık: patriyarkal, ırkçı, erkek devlet destekli bir iktidar mimarisi.

Çocuklarını koruyamayan ülkede, İmamoğlu’nun tutuklanması sonrası başlayan eylemlerde gözaltında cinsel saldırıya uğrayan kadınları her gün konuşacağız diye sokağa çıkan feministler, ellerinde taşıdıkları pankartlarla o haritayı güncelliyorlardı. O pankartlardan biri, beni bu yazının başındaki rüyama taşıyor: “Utanç yer değiştirecek!

Feministler, bu eski oyunun sahneye bir kez daha konduğunu hemen fark ediyorlar. Çünkü bu yapıda sadece fail değil, utanç da yer değiştiriyor. Failden mağdura, tecavüzcüden çocuğa, devletten sokağa… Feministler gözaltında cinsel şiddete karşı haykırırken—Her gün konuşacağız!”—bu utanç devrini reddediyorlar. Utancı, taşıması gerekenlere — devlete, patriyarkaya, erkek iktidara, sessizlikten beslenen her kişiye ve kuruma — iade ediyorlar.

Bu, politik bir berraklıktan çıkan bir eylem.

Ve feminist hareketler—Türkiye’de, Latin Amerika’da, İran’da, Gazze’de ve dünyanın her yerinde—bu kaçak failin rotasını çok iyi biliyorlar. Bu yolları tek tek işaretliyor, kapatıyor, yer değiştirmeyi adıyla anıyorlar.

Biz buradayız. Parmakla göstermeye devam ediyoruz.

Devlet bize “kaza”, “vahşi hayvan”, “talihsizlik”, “kader” diyor.

Ama biz biliyoruz:

Fatma El Muhammed’i bir adam öldürdü.

Ve o adam, adamlar, halkın güvenliği için var olduğunu iddia eden ama bir yandan sokak hayvanlarını katlederek suçlarını örten bir sistem tarafından korunuyor(lar). Onlar faili görünmez kılmaya çalıştıkça, biz gözümüzü daha da dikiyoruz. Israrla onu saklayan mekanizmayı işaret ediyoruz:

“İşte orada! İşte böyle!”

Ne kadar saklamaya çalışırlarsa çalışsınlar, biz her seferinde faili bulup ortaya çıkaracağız. Gerçek adaleti tesis edeceğiz!

[1]https://x.com/gergerliogluof/status/1905308837705552135

[2]Butler, Judith. Frames of War: When Is Life Grievable? Verso Books, 2009.

[3]Federici’nin patriyarkal şiddetin tarih boyunca doğallaştırılması üzerine çerçevesi için bkz. Silvia Federici, Caliban and the Witch: Women, the Body and Primitive Accumulation, Autonomedia, 2004.

[4]Butler, Judith. Frames of War: When is Life Grievable? Verso Books, 2009.

Bir cevap yazın

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.