“Başkasının ateşini kullanamazsınız, kendinizinkini kullanmanız gerekir. Bunu yapabilmek için de kendi içinizde bir ateş olduğuna inanmalısınız.”
Audre Lorde, 18 Şubat 1934’te New York’ta göçmen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Çocukluğu yalnızca Büyük Buhran yıllarının Harlem’inde büyümenin değil, aşırı miyopluk ve konuşma gelişimi bozukluğunun getirdiği zorluklarla geçti. Daha çocukken şiiri keşfetti ve kendi deyimiyle, “kelimenin tam anlamıyla şiirlerle iletişim kurmaya” başladı. Liseyi bitirmeden ilk şiiri bir edebiyat dergisinde yayınlanmıştı.
Lorde’nin gençliği, Harlem Rönesansı’nın yükseldiği yıllara denk geldi. Hunter College’da üniversiteye başladığında Siyah kimliği zaten çok güçlüydü; çok geçmeden sol çevrelere katıldı. Lorde kendini bu çevreye ait hissedemedi: Kendini lezbiyen olarak tanımlamaya başlamıştı ve 1950’lerde New York’un sol camiası homofobikti. Bu hayal kırıklığının ve McCarthy yıllarının ağır anti-komünizminin etkisiyle ABD’yi terk ederek Meksika’ya taşındı; kendisi gibi ABD’de aidiyet hissedemeyip buraya giden sol ve eşcinsel Amerikalılardan oluşan bir çevre edindi. İki yıl yaşadığı Meksika’dan New York’a çok daha güçlü bir sesle ve Siyah lezbiyen feminist kimliğiyle döndü.
Kendini bu şekilde konumlandırışı, farklı kimliklerin çakışması üzerine daha fazla düşünmeye başlamasına yol açtı. Kütüphanecilik yüksek lisansı yaptığı ve daha sonra kütüphaneci olarak çalıştığı 1960’larda sivil hak hareketine angaje oldu, fakat Siyah olmanın yanı sıra kadın ve lezbiyen olmanın etkileri üzerine düşünmeyi sürdürdü. Yine bu yıllarda Edwin Rollins’le sıra dışı, bir anlamda “açık” bir evlilik yaptı. Rollins’le iki çocuğu oldu, ama Lorde, 1970’te boşanana dek süren bu evlilik süresince lezbiyen kimliğini ve pratiğini açıkça yaşamaya devam etti.
Sivil haklar konusunda giderek daha radikal bir tutum geliştirirken, bir yandan feminizme yaklaşmaya başladı. Üçüncü şiir kitabı baskıya giderken, Siyah edebi çevrelerde kabul görmek adına lezbiyen teması ağır basan bir şiirini kitaptan çıkartması gerekti. Bundan sonra giderek feminist çevrelerden daha fazla destek aramaya başladı. Aradığı desteği buldu, kısa sürede feminist etkinliklere sık çağrılan bir isim haline geldi. 1973’te, daha önce kitabından çıkarttığı “Aşk Şiiri”ni bir panelde okuyarak kamusal anlamda lezbiyen olarak açıldı.
Lorde, politik çizgisi feminizme yaklaştıkça, dönemin feminizminin kendisini tatmin etmeyen yönlerini daha yakından gördü. Bu bakış, Lorde’u beyaz feminizmin önde gelen eleştirmenlerinden ve kesişimsel feminizmin öncülerinden biri haline getirdi. Öne sürdüğü eleştiri, ikinci dalga feminizmin farklı ezilme çeşitlerini görmemesi, bir anlamda bir “ezilme hiyerarşisi” kurgulayarak kadınların ezilmesini diğer eşitsizlik formlarının önüne koyması üzerineydi. Lorde’ye göre mücadeleyi tek boyuta indirgemek yanlıştı; yaşadığımız hayatlar nasıl çok boyutluysa, feminist mücadele de aynı şekilde çok boyutlu olmalıydı.
Lorde, kendi hayatının her alanını politize etti, 1978’te konan meme kanseri teşhisi dahil. Teşhis, kurduğu feminist teorideki farklılıklar konusuna daha çok vurgu yapmasının önünü açtı; en bilinen eserlerinden olan 1978 tarihli “Efendinin aletleri asla efendinin evini yıkamaz” başlıklı makalesinde, feminizmin kadınlar arasındaki farkları görmesi ve içermesi gerektiğine vurgu yaptı.
1985’te karaciğer kanserine yakalandı; 1988’de uzun süre birlikte olduğu Frances Clayton’la ilişkisi bittikten sonra ömrünün son yıllarını Karayipler’deki Saint Croix’da, kadınlar arasında geçirdi. 17 Kasım 1992’de hayatını kaybetti. Lorde, hayatı gibi, ölümünü de politize etti: “Ateş yazmaya devam edeceğim, ta ki kulaklarımdan, gözlerimden, burun deliklerimden, her yerimden ateş püskürene değin. Aldığım her nefes ateş oluncaya değin. Bir meteor gibi gideceğim!”