Bu okumuş kişiler hakikaten en çok feministlerden ve LGBT aktivistlerinden mi korkuyor? Türkiye’de vasıfsız saldırgan grupları bu kimlikler mi oluşturuyor ve bunu işaret etmek de Türkiye’nin aydın yüzüne mi düşüyor?

Julia Geiser

Canlı yayınların ve alternatif kanalların patlama yaptığı bu dönemde, sosyal medya ya da medya kanallarında alelade bir terim: Politik doğruculuk (ya da siyasi doğruculuk, siyaseten doğruculuk). Ünlü, az ünlü, iş insanı, akademisyen, gazeteci, havalı meslek, sıradan meslek ayırt etmiyor, konuşmanın seyrine de pek bakmıyor, bir şekilde konuşmaya dahil ediliyor.

Sanki bu dahil edilme iki şekilde gerçekleşiyor. Birincisi ve sanırım daha çok kişinin başvurduğu yöntem, entelektüel olduğuna inanan bir kişinin, zihnindeki hangisi politik doğrucu oluyordu karmaşasıyla, belki sorumluluğu azaltabilmek ümidiyle, kavrama şöyle bir değinip bir ön savunma ile konudan haberdar olduğunu belli etmesi. Bu değinme genellikle öyle derinlemesine bir argüman olmuyor, hatta çoğunlukla söyledikleri ya da söyleyecekleri adına oraya küçük bir “disclaimer” atmanın ötesine geçmiyor (İngilizcede “disclaimer” kelimesi “feragat etmek” anlamına geliyor. Türkçe karşılığında miras reddi, sorumluluk reddi gibi hukuki terimleri karşılasa da İngilizcede sorumluluğu üzerinden atma halinin yapılandırılmış ve akıllıca dillendirilmiş bir formu olarak gündelik meseleler için de kullanılabiliyor).

İkincisi ise daha çok imtiyazlı gruplara ait, okumuş kişilerin ilhamını Donald Trump’tan aldıklarına inandığım “Artık hiçbir şey konuşamayacak mıyız?” argümanına sığdırmaya çalıştıkları ve elbette yine derinliği olmayan, dışarıdan bakıldığında daha çok “Çember daralıyor” olarak yorumlayabileceğimiz serzenişler olarak karşımıza çıkıyor.

Bu bahsettiğim iki tipin bir ortak özelliği var, politik doğruculuğun akabinde yaptıkları “linç kültürü” endişesi vurgusu. Tabii ki ona da şöyle bir değinilip geçiliveriyor. Öyle ki politik doğruculukla linç kültürü artık neredeyse aynı argümanlarla aynı bağlamda tartışılıyor. Politik doğruculuk eleştirisi ya da endişesinin imdadına linç kültürü “disclaimer”ı yetişiyor. Çoğunlukla “-izm” ile biten bir ideolojiye bulaşmayı vasat bulan 21.yy okumuş kişisi, genellikle çoktan bir şeylerin “-ist” kimliğinin arayışına çıkmış aktivist ya da aktivist ruhlu kişilerin tepkilerinden yakınmak için ufak bir “linç kültürü” parantezi açarak herhalde onları karşısına alma tehlikesini bertaraf etmeye çalışıyor.

Politik doğruculuğa bir tatlı dikkat çekmek isteyen ve alacağı herhangi bir eleştiriyi “linç kültürü” raketiyle savuran bu kişilerin diğer bir ortak özellikleriyse bu “Aman ha linç etmiş olursunuz” mesajını ortak kimliklere veriyor olması. Türkiye eğer 90’lardan bugüne birden ışınlanmış olsaydı, sanıyorum ki bu kimliklere Kürtler, Ermeniler ve diğer azınlıklar ya da gayrimüslimler de dahil olurdu. Ancak bu sürede gerek ölerek gerek linç edilerek (bu sefer kelimenin gerçek anlamıyla), gerek siyasi olarak verdikleri mücadeleler ya da kendilerine açılan siyasi alanla etnik ve din temelli kimliklere dair aşağılamaların, şakaların ya da genellemelerin okumuş kişilerin en azından bir kısmı tarafından ayıp bulunduğu bir dönemdeyiz diyebiliriz. Politik kelimesinin kapsamı çok daha geniş olsa da, terimle ilgili tartışmalardan ve verilen örneklerden yola çıkarak bu linç mesajının Türkiye’de feministler, LGBT+ aktivistleri, veganlar, nadiren de iklim aktivistlerine verildiğini söylemek yanlış olmaz.

Kısacası, iktidar dengesi ve siyasi alan açısından azınlık olarak sınıflandırabileceğimiz topluluklar nedeniyle üzerinde politik doğruculuk baskısı hisseden imtiyazlı gruba ait 21.yy okumuş kişisi, bu baskıyı, kendisi gibi imtiyazlara sahip olmayan azınlıklar tarafından uğraması muhtemel olduğuna inandığı linç tehlikesine dikkat çekerek eleştiriyor.

İşte ben her duyduğumda içimden çığlıklar attığım bu havaya savruluveren kavramlara, bunların birbirine karıştırılmasına ve aynı bağlama sıkıştırılmasına dikkat çekmek istiyorum. Doğruculuğun politik doğruculuğa indirgenerek içinin boşaltılmasını, politik doğruculuğun linç kültürüyle tümleştirilmesini, belki adını ancak “tartışamama kültürü”* olarak koyabileceğimiz herhangi bir eleştiri serisinin adının umarsızca “linç kültürü” konulmasını, kısacası kimin ne dediğinin belli olmamasını masaya yatırmak istiyorum.

Politik doğruculuk ile ilgili bireysel tavrımı öncelikle net olarak en başta belirtmek isterim. Bugün evrildiği anlamıyla politik doğruculuğun düşünsel bir sürece değil davranışsal bir sonuca odaklanmayı gerektirdiğini düşünüyorum. Politik doğruculuk benim için, doğruculuğu bir ömür anlayamayacak kişilerin, en azından davranışlarını ya da sözlerini değiştirmesine dair verilen çabadır, ayrımcı olmamayı bir türlü içselleştiremeyen kimselerin sözlerini değiştirmeye çalışarak bu konuyu bir gün içselleştireceklerine dair duyulan inançtır. En kötü ihtimalle kendi bir ömür içselleştiremeyecek olsa dahi, kanıksadığı ve meşrulaştırmaya çalıştığı ayrımcılığı en azından etrafındakilere aktarmasına engel olmaya dair verilen emektir. Bir nevi, katıldığı canlı yayında, cinsiyet değiştirmeyi kafası almayan Mustafa Topaloğlu’nun, ısrarla “Bülent Bey” demeye devam ettiği Bülent Ersoy’dan “Hanım diyeceksin, beğensen de beğenmesen de Hanım diyeceksin,” sözleriyle işittiği haklı azardır.

Kendi tanımım bir yana, Harvard Üniversitesi’nden Joshua Florence, politik doğruculuk ifadesinin fazları ile ilgili yaptığı çalışmada[1] ifadenin ilk kez 1793 yılında bir yüksek mahkeme kararında geçtiğini söylüyor. Güney Karolina vatandaşı Alexander Chisholm’un Georgia eyaletine karşı açtığı davanın kararının bir bölümünde “Amerika Birleşik Devletleri insanlarına” yerine “Amerika Birleşik Devletleri’ne” ifadesiyle kadeh kaldırılmasının politik doğrucu olmadığına yer veriliyor (Kararda ifade tam olarak “Bu politik olarak doğru değildir (This is not politically correct)” olarak yer alıyor).

Yazar Moira Weigel ise, The Guardian‘da 2016’da yayımlanan Donald Trump’ın zaferini yorumladığı yazısında[2] 1990 yılı öncesine kadar Amerikalıların bu ifadeyi duyduğunun şüpheli olduğunu anlatıyor. Hatta çalışmada referans verilen MIT öğretim üyesi feminist Ruth Perry’e göre 80’lerin sonlarına kadar bu ifade solcular arasında birbirlerinin kendini beğenmiş üstten bakan hallerini tasvir etmek için bir ironi olarak kullanılıyormuş. Perry’i doğruladığı çalışmasında Weigel, örnek olarak, 1970’lerde Afro-Amerikan yazar ve aktivist Toni Cade Bambara’nın kendi topluluğunda toplumsal cinsiyet meselesine değindiği makalesini gösteriyor. Bu makalesinde Bambara, topluluğundaki erkekler için, ne kadar politik doğrucu olduklarını düşünürlerse düşünsünler, siyah kadınların içinde bulunduğu zor durumu tanımada ne kadar başarısız olduklarına değiniyor.

Weigel’ın bir başka örneği, 1982 yılında kendilerine “Lezbiyen Seks Mafyası” (the Lesbian Sex Mafia) diyen bir grup feministin “Politik doğrucu olmayan seksi konuşalım” (Speakout on Politically Incorrect Sex) eylemi. Bu eylemde, pornografi ve BDSM karşıtı feministleri protesto etmek için New York’ta bir tiyatroda toplanan, etrafa kelepçe ve dildo savuran 400’ü aşkın feminist aktiviste, yazar ve feminist aktivist Mritha Quintanales şöyle seslenerek bir yandan da eylemi özetlemiş oluyor: “Neyin politik doğrucu neyin politik doğrucu olmadığı ile ilgili değil, Sadist Mazoşist konularıyla ilgili diyalog kurmamız lazım”.

Simone Cihlar

1990 sonrası ise politik doğruculuğa gazetelerde ve dergilerde çok daha sık rastlanılmaya başlanıyor, yalnız taraf değiştirerek, muhafazakarlar kanadından yükselerek. İlklerden en dikkat çekici olan, gazeteci Richard Bernstein’ın 1990 yılında The New York Times’da yayınlanan, üniversitelerde artan tahammülsüzlüğe, tartışmaların çıkmaza sürüklenmesine ve uzlaşma baskısına dair uyarı niteliğindeki “Politik Doğruculuğun Yükselen Hegemonyası” (The Rising Hegemony of Politically Correct) yazısı[3] oluyor. 70’lerde ve 80’lerde sol kesimin birbirinin proleterliğini eleştirmek için kullandıkları ifade, bu birkaç yıl Amerikan basınında Bernstein’ın açtığı yolda tartışılmaya başlanıyor. Weigel, bu dönemde sağ kesimin liberal akademiyi hedef almasının da yükselişte olduğuna değinerek, bazılarının içinde politik doğruculuk ifadesi yer almasa da bu dönemde üç önemli muhafazakar yazarın çalışmalarının ve kitaplarının, ifadenin muhafazakarlar tarafından tartışılmaya açılmasındaki dönüm noktaları olarak yorumlanabileceğini söylüyor:

  1. 1987, Allan Bloom, The Closing of American Mind
  2. 1990, Roger Kimball, How Politics Has Corrupted our Higher Education
  3. 1991, Dinesh D’Souza, Illiberal Education: the Politics of Race and Sex on Campus

Bu eleştiri içeriğinde çok çarpıcı ifadeler var, örneğin Roger Kimball, üniversiteleri paralize ettiğini iddia ettiği mağdur politikasını (ve politik doğruculuğu) tartışırken Afro-Amerikan çalışmaları ve kadın çalışmaları için ayrı departmanların kurulmasını kendi başına bir tehdit olarak gösteriyor. Benzer meselelere değinen D’Souza, bu ve benzeri açılımları akademik standartlara bir saldırı olarak görüyor ve politik doğruculuk ifadesine bu kapsamda ilk yer verenlerden oluyor. Daha sonra D’Souza’yı sayısız makale takip ediyor.

Weigel’ın detaylandırdığı örneklere bakılırsa, 2015 yılına kadar politik doğruculuğun kullanımı muhafazakarlar sahipliğinde bugünkü bilinirliğine ulaşmadan devam ediyor. Ocak 2015’te, yazar Jonathan Chait’in New York dergisinde kaleme aldığı “Söylemesi çok da politik doğrucu olan bir şey değil” (Not a Very Politically Correct Thing to Say) yazısı ile artık herkesin diline dolaşmaya başlıyor. Bu yazısında Chait, politik doğruculuğun her zaman olduğundan daha da tehlikeli olduğuna dikkat çekiyor. Artık yalnız akademi ile sınırlı olmayan politik doğruculuğun yaygın medya kanallarına ve sosyal medyaya yayıldığına dikkat çekiliyor. Bu yazıya gelen cevaplar ve desteklerle dijital medyada ve sosyal medyada anti politik doğruculuk hikayeleri yayılmaya başlıyor. 90’lardakilere benzer şeyler söylense de o zamandan çok daha hızlı ve etkili bir şekilde yayılması, sosyal medyanın erişilebilirliği olarak yorumlanıyor.

İşte tüm bunlar olurken müthiş bir kavuşma gerçekleşiyor ve Chait ve arkadaşları 90’lardan aldıkları politik doğruculuk eleştirisi bayrağını hızla elden ele uzatırken, Donald Trump ve destekçileri de aynı şeyi yapmaya başlıyor. Şimdi burada Trump’tan çokça bahsedip canımızı sıkmayacağım yalnız anti politik doğruculuğu seçim kampanyasının bir parçası haline getiren Trump’ın geldiği noktanın engelli biriyle herkesin içinde alay etme, Meksikalı göçmenleri tecavüzcü olarak karakterize etme gibi yerlere geldiğini hatırlamakta da fayda var diye düşünüyorum. Barack Obama ve Hillary Clinton’ın politik doğruculuğu en büyük öncelik yaparak “sıradan Amerikalının” acı çekmesine sebep olduğunu iddia eden Trump, Orlando’da bir gay gece kulübünde bir müslümanın 49 kişi öldürmesinin ardından şöyle diyor: “Onlar politik doğruculuğu ortak aklın, güvenliğinizin ve her şeyin üzerinde tuttular, ben politik doğrucu olmayı reddediyorum”. Ve böylece artık anti politik doğruculuk, imtiyaz sahiplerinin ya da çoğunluğun azaldığını iddia ettiği haklarının geri arayışının bir parçası haline geliyor.

Amerika’da 80’lerden sonra evrile evrile Trump’ın zaferine vesile olmuş sayabileceğimiz anti politik doğruculuk tartışmasının Türkiye’deki halet-i ruhiyesi ise tam bir soru işareti. Türkiye’deki kullanımında bir kronoloji izlemek pek mümkün olmasa da Trump’ın kampanyasıyla Amerika’da popülerleşmesiyle birlikte Türkiye’de de yaygınlaştığını söylemek yanlış olmaz. Yönelimlerin batıdan doğuya hareketinde elbette değişiklikler olabiliyor ama şimdi biz Amerikan icadı bu politik doğruculuk hareketinin 80’lerini mi yaşıyoruz 90’larını mı işte o tam bir muallak. Ne politik doğruculuktan medet umması beklenen topluluklar bu kavramı öne atıyor, ne kavram tartışılacağı tahmin edilen mecralarda (örneğin politikacılar arasında) tartışılıyor. Politik doğruculuktan bize kalan, bir takım okumuş kişilerin, ifade özgürlüğünün olmadığı bir ülkede bir yerlerden duydukları politik doğruculuğa dair adını tam koyamadığı endişelerini Türkiye’de linç kültürü ile bir tutarak atıp tutması oluyor.

Sanırım politik doğruculuğun, doğruculuk kısmı, Türkiye solunun lümpen kısmında zaten bir yere kadar anlaşılıyor (sosyalizm, bir yere kadar ırkçılık karşıtlığı, belki azıcık göçmen meselesi tamam gibi) yalnız Türkiye’deki sol kesimin büyük kısmı hala diğer ideolojilere hiç ilgi duymuyor (tabii ki feminizm, LGBT+, iklim krizi bunlar arasında). Doğruculuğunu henüz anlayamadığı, sırasının henüz gelmediğini düşündüğü bu ideolojilerin politik doğruculuğu birden gündem olunca Türkiye’nin lümpen özgürlükçüleri birden Amerika’nın muhafazakarlarının yerini almış gibi gözüküyor. Çalışmadığı konudan soru gelmiş gibi panikliyor. Yalnız çok iyi bildiği ifade özgürlüğüyle belki bağlantı kurabiliyor sonra da oradan oraya argüman savuruyor. Bu ideolojilerin Türkiyedeki savunucuları ise, henüz bu işin doğrucu kısmına alan açma mücadelesiyle meşgul olduğu için, politik kısmına pek paye vermiyor. Dolayısıyla ortaya çıkan, bir takım lümpen popüler solcuların bu meseleyi linç kültürüne sıkıştırması oluyor.

Şimdi burada bir parantez açıp Mirgün Cabas’ın bu konuya özel programını örnek olarak değerlendirmek istiyorum. Bu konuda henüz pek fazla derli toplu argüman ya da değerlendirme bulmak çok zor, ancak insanların bir iki cümlelik söylemleri üzerinden popüler bir tartışma var. Bu yüzden bu 15 dakikalık programda derlenen argümanların iyi bir örnek olacağı görüşündeyim. Bu nedenle lütfen ben her Cabas dediğimde, Cabas’ın şahsını değil, tüm yazı boyunca bahsettiğim okumuş aklı selim kişileri anlayıverin.

“Political Correctness: Are you offended” ismiyle yaptığı programda[4] nedir bu politik doğruculuk sorusuna bir yanıt arıyor Mirgün Cabas. Kırmızı başlıklı kızın feminist versiyonuyla -kendi deyimiyle “tatsız” versiyonuyla- açıyor programını. Sanki objektif bir tartışma yürütüyor gibi devam ettiği programında aslında teorik olarak politik doğruculuğu beğendiğini yalnız pratiği ile ilgili tartışmak istedikleri olduğunu ima ediyor. Başta politik doğruculukla biraz hemfikir gibi olduğunu anlıyorum, yakın çevre ile sınandığında, “efendilik” kalıbında incelendiğinde, dedeye, nineye, amcaya, komşuya karşı olduğunda aklına yattığını söylüyor, yalnız tanımadıklarımıza yapılmak zorunda olması biraz kafasını karıştırıyor gibi gözüküyor. Politik doğruculuğu “dangul dungul” konuşmamaya, bazı “hırtlıkların” kırılmasına indirgiyor ve o indirgediği halini de destekliyor, anladığım kadarıyla bazı şeyleri abartı bulup masaya yatırıyor.

Masalların toplumsal cinsiyet rolleri üzerine etkisiyle ilgili bir külliyat oluşuyor ve söylemek zorundayım ki feminist versiyonla tartışmaya açılan politik doğruculuk değil doğruculuk. Örneğin Aslı Karataş “Uyuyan Güzel Uyandı” kitabında (Nemesis Kitap Yayınevi, 2020) herkesin anlayabileceği bir dilden masalların “Prenses de olsa temizlik kadın işidir”, “Cadılar çirkindir ve nedensiz kötülük yaparlar”, “Maceraya atılan kızların başına mutlaka bir iş gelir”, “Kurtarıcılar daima erkektir ve kadınlar kurtarıcıları olmadan tutsaklığa mahkûmdur” gibi ortak mesajlarını tartışıyor. Ama bu tartışmayı kendi başına tatsız bulan biri, elbette bunları derinlemesine düşünmek yerine bunu politik doğruculuk olarak etiketliyor ve hem meseleyi anlamış hem de akıllıca bir argüman söylemiş gibi bir hava yaratıyor.

Çok fazla argüman barındıran daldan dala atlayan programında Cabas’ın seçtiği örneklere tek tek değinmemeye çalışacağım. Politik doğruculuğu bazı tanımların zamana uydurulmasıyla bir benzetmesi var ki ona değinmeden geçemeyeceğim. Bu kapsamda verdiği örnekler şunlar: Tezgahtar yerine satış elemanı, kovulmak yerine yollarını ayırmak, öldürmek yerine etkisiz hale getirmek, savaş yerine operasyon vb. İktidarın dilini politik doğruculuk sanmak yine meselenin ne kadar anlaşılmadığının açık bir kanıtı gibi.

Referanslarından biri Umberto Eco; “history” kelimesi cinsiyetçi bulunduğu için feministlerin “herstory” sözcüğünü gündeme getirmesiyle Eco’nun “Böyle kepazelik olmaz, zaten o kelimenin etimolojisi de öyle değil, cahil cahil konuşuyorsunuz” dediğini anlatıyor. Ve Eco’nun elbette kimsenin itiraz etmeyeceği “Henüz çözülememiş sorunlardan dili daha kibar kullanarak sıyrılamayız” sözünü alıntılıyor. Oysa Umberto Eco, bu yorumlarında[5] Cabas gibi politik doğruculuğu tek başına tartışmıyor, politik doğruculuğu doğruculuk bağlamında tartışıyor, karar vericiler açısından tutarlı olunması gerektiğinin altını çiziyor ve politik doğruculukla birlikte dilin saflaştırılmasının hakiki köktencilik yaratma riskine değiniyor. “History” meselesiyle ilgili de “history” yerine “herstory” kullanılması teklif edilirken herhangi bir toplumsal cinsiyetle ilişkisi olmayan Yunan-Latin etimolojik kökenin açıkça hesaba katılmadığını (obviously ignoring the Greco-Latin etymology which has no gender implications) söylüyor.

Cabas meseleyi ele alırken, çoğunlukla pür-i pak beyaz imtiyazlı erkeklerin muhafazakar duruşlarına da referans veriyor; Demirel’e Trump’a bile referans veriyor (Erkeklerin bu konulardaki işbirlikleri beni her zaman şaşırtmıştır). Amerika’nın ünlü komedyenlerinin politik doğruculuk nedeniyle ifade özgürlüklerinin kısıtlandığının altı çiziliyor. Chris Rock, Jerry Seinfeld’ın bilinçli bir tercih olarak üniversitelere gitmemeye karar verdiklerine, bu kavramın en hararetli şekilde o çevrelerde savunulduğuna ve doğruculuğu sorgulayanları sosyal olarak linç etme hareketlerinin de oradan başladığına değiniyor.

Cabas bu programını şu soruyla ve sonrasında –elbette yine alaycı bir şekilde- Kırmızı Başlıklı Kız masalının feminist versiyonunun devamıyla sonlandırıyor. Şöyle bir şey söylüyor sonunda, eğer Cabas’a kimleri hiç kızdırmayalım, kimlerin öfkesinden uzak duralım diye soracak olursak –Programına “O iş öyle değil” diye isim vererek her konuda ne kadar bilgili olduğuna emin olan Cabas herhalde halkın ona bu soruyu haykırdığını düşünüyor- bize vereceği yanıt Feministler ve LGBT bireyleri olurmuş, diğerleri unutur affedermiş, ama bunlar kızarsa bittiniz diyor. Herhalde muzur bir şekilde yine bir linç kültürü imasında bulunuyor.

Tanıl Bora’nın “linç” konusunu etraflıca tartıştığı “Türkiye’nin Linç Rejimi” (İletişim Yayınları, 2008) adlı kitabının başında, 2008’de yitirilen sözlük ustası Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçe Sözlük’teki tanımına yer veriliyor: “Halktan bir topluluğun, bir suçluyu ya da kendilerine göre suç olan davranışta bulunmuş birini yumruk, taş, sopa gibi araçlarla döve döve öldürmesi.”

Ölümün uç nokta olduğuna değinen Bora, o noktaya varmayan şiddete de pekâlâ linç dendiğini ya da en azından “linç girişimi” dendiğini ve linç girişiminin de, kastı bakımından ve ortaya çıkardığı sosyal ve insanî durum bakımından, linçten başka bir şey olmadığını söylüyor. Burada Bora’nın sosyal teoride linci tanımlarken vurguladığı unsurlar şöyle; ajitasyon (Bir acil yardım çağrısı, onları eyleme çağıran birileri tarafından seferber edilme: Bunlara kim dur diyecek? gibi), provakatörler (Harekete çağıran, öfkeyle fokurdayarak kendi kendini azdıran kalabalık içinden ilk yumruğu indirenler), lincin hedefi (Suçlu veya kendine göre suç olan davranışta bulunmuş birisi veya birileri). Bora çok basit bir şekilde kendi tanımını yapıyor: “Linç, kalabalığın azınlığı çiğnemesidir – bazen, tek birisini. Korunmasız, çaresiz durumdakine saldırmaktır. Köşeye kıstırılmış, kuşatılmış olana çullanmak… Yerdekine bir tekme savurmak… Bireysel sorumluluk üstlenmeden, kalabalığın koynuna sığınmış, ‘anonim’ bir cürmün gölgesine saklanarak…”

Aşağı yukarı yüz yıldır bir beşerî-doğal âfet olarak siyasî mühendislik hesaplarına dahil edilen “kitle psikolojisi” etmeninin öneminden, tek başlarına böyle bir şeye cesaret etmeyecek insanların, birlikte yapıyor olmanın cesaret aşısıyla vurup kırmalarından, hatta bazen meş’um bir ‘fırsat’ gibi geldiğinden, linçcilerin, linç kurbanıyla, onun “meselesiyle” doğrudan alâkalı olmasının bile gerekmediğinden; yığılmış hoşnutsuzlukların yükünün, engellenmişlik duygusunun biriktirdiği saldırganlık potansiyelinin, zayıf ve “serbest” bir hedef bulup da kurbanın üzerine boşaltılıverdiğinden bahsediyor.

Kendi topraklarımızdan çok bariz örnekleri herhalde hepimiz benzer sırayla ezberden sayabiliriz. Aziz Nesin’in Aydınlık gazetesinde Salman Rüşdi’nin “Şeytan Ayetleri” kitabına yer vermesiyle başlayan hedef gösterilmenin 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta 35 kişinin katliamı ile nasıl sonuçlandığını; 1999 Şubat ayında “Yılın en iyi sanatçısı” ödülünü almak için katıldığı magazin gazetecileri derneği ödül töreninde, bir sonraki kasetinde Kürtçe bir şarkıya yer vereceğini duyuran Ahmet Kaya’ya, Türkiye’nin seküler sanatçılarının sözlü, çatallı bıçaklı tehditli saldırısı sonucu, önce ödül töreninin sonra da kendi ülkesinin nasıl dar edildiğini; Sabiha Gökçen’in bir Ermeni kızı olduğunu kaleme aldığı yazısıyla başlayan hedef gösterilme ile, Agos gazetesine yapılan baskınları, bırakılan siyah çelenkleri, Hrant Dink’in aldığı tehditleri ve onu adım adım ölüme götüren süreci utanarak sıralayıveririz.

CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu, gazeteci Nevşin Mengü ve oyuncu Berna Laçin’i hedef alarak, iktidara sırtını yaslamış yeşil toplu “yerli ve milli hesaplar”ın, açık açık toplu tecavüz tehditlerini savurmasını hepimiz ağzı açık bir şekilde dehşete kapılarak izliyoruz. Tabii ki korkuyoruz, çünkü lincin, nasıl da imtiyaz ve iktidar sahibi kişilere sırtını yaslayanların işi olduğunu çok iyi biliyoruz.

Türkiye’deki “Tartışamama Kültürü” elbette tartışmaya değer bir konu da öznesi yanlış belirlenmiyor mu sizce de? Bu okumuş kişiler hakikaten en çok feministlerden ve LGBT aktivistlerinden mi korkuyor? Türkiye’de vasıfsız saldırgan grupları bu kimlikler mi oluşturuyor ve bunu işaret etmek de Türkiye’nin aydın yüzüne mi düşüyor? İfade özgürlüğünün kısıtlanması ve hatta yok oluyor olması Türkiye’nin en büyük politik ve kültürel sorunlarından biri elbette de sizce buna büyük baskılardan birini politik doğruculuk mu yapıyor? Hele ki dildeki değişimlere değinenlere de bayılıyorum, Türkiye’de kullanılan şu an sahip çıkmaya çalıştığınız dil iktidarın ve ayrımcılığın dili değilmiş gibi, politik doğruculukla bu “zengin” dilin zarar göreceğini mi düşünüyorsunuz gerçekten? Sırf siz bu konulara henüz gelmediniz, feminizme, iklim adaletine, LGBT haklarına henüz çalışmadınız diye bütün bu konuları birbirine karıştırıyor ve bunları politik doğruculuk sanıyor olmayasınız.

* “Tartışamama Kültürü” Aslı Kotaman’ın Gazete Pencere’de yayınlanan 3 Mayıs tarihli yazısından.

[1]https://harvardpolitics.com/united-states/phrase-flux-history-political-correctness/

[2]https://www.theguardian.com/us-news/2016/nov/30/political-correctness-how-the-right-invented-phantom-enemy-donald-trump

[3]https://www.nytimes.com/1990/10/28/weekinreview/ideas-trends-the-rising-hegemony-of-the-politically-correct.html

[4]https://www.youtube.com/watch?v=YKhNJ1EaryE&vl=en

[5]https://justmerveilleux.wordpress.com/2016/02/22/umberto-eco-on-political-correctness-translated-and-revisited/

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.