Ceren Lordoğlu ile İletişim Yayınları’ndan yeni çıkan İstanbul’da Bekar Kadın Olmak kitabı üzerine söyleştik.

Kitabın İstanbul’da bekar kadın olmak üzerine; yani mekan, bekar kadınların hayatına baktığın bir çerçeve işlevi görüyor. Bu çalışmaya mekan ve bekarlık arasında nasıl bir ilişki kurarak başladın?

Çalışmaya başlarken, bekar ve kiracı kadınların İstanbul’da konut kiralarken herhangi bir ayrımcılıkla, sosyal dışlanmayla karşılaşma deneyimleri olup olmadığını merak ediyordum. Böyle bir ilgiyle araştırmaya başladım, ama pilot görüşmelerde bu mesele etrafında sorduğum sorular yeterli karşılık bulamadı. Derinlemesine görüşmelerle, kadınların konutla ilgili geçmiş deneyimlerini dinliyordum. Anlatımlarda merak ettiğim sosyal dışlanma yerine, güvenlik meselesi ön plana çıktı. Yani bekar kadınların konut seçimi üzerinden yola çıktığım çalışma, bekar kadın olmanın mekanla ilişkisine evrildi.

Kitabın başlığı bende bahsi geçen bekar kadınların tek başına yaşayan, evlenmemiş, belki geleneksel heteronormatif ilişkisi olmayan kadınlar olduğu çağrışımını yapmıştı. Sense bekarlığı medeni bir durum olarak alıyorsun. Burada farklı bekarlık deneyimleri var; boşanmış, dul, evlenmemiş, ayrı evde yaşayan, çocuklarıyla yaşayan farklı aile formları. Bu farklı pozisyonlara bakmak nasıl farklılıkları ortaya çıkardı?

Araştırmayı İstanbul’da nerelerde yapacağımı saptadıktan sonra, bu semtlerde eriştiğim bağlantı kişi ve kurumlar aracılığıyla, belirlediğim özelliklere sahip kişilere ulaşmaya çalıştım: Bekar, kadın, kiracı ve hane halkı reisi. Bu özellikleri taşıyan ulaşabildiğim tüm kadınlarla görüştüm. Dolayısıyla farklı bekarlık halleriyle karşılaşmış ve onların mekanla olan deneyimlerini dinlemiş oldum. Bu çeşitlilik, aslında bekarlığın da tek başına medeni durumla ilgili olmadığı, pek çok farklı hali olduğunu görmemi sağladı. Kitapta odaklanmak istediğim onların anlatımlarıydı. Bütün bölümleri ve tartıştığım kavramları da onların sözü üzerinden belirledim. Deneyimleri tabii ki birbirinden çok farklıydı. Dul, boşanmış, çocuklu, çocuksuz, hiç evlenmemiş, ailesiyle yaşayan… Çalışmada bu pozisyonlar arasındaki ortaklıkları ve farklılıkları yakalayarak aktarmaya uğraştım.

Kitapta evlenmemiş kadınların bekarlığı geçici bir konum olarak gördüklerini birkaç yerde tekrarlıyorsun; bunu “Ailesiz de olmuyor” diyerek ifade ediyorlar. 40-50 yaşındaki dul kadınlar ve boşanmış kadınlar için de aynı durum söz konusu mu? İkinci olarak, cinsellik ve duygusal yakınlık ancak evlilik içerisinde gerçekleştirilebilecek şeyler olarak kabul gördüğü için, evlenmemiş kadınların kullandığı “Ailesiz de olmuyor”, o özlemi ifade etmenin bir yolu olabilir mi?

Sorunun ilk bölümünde bahsettiğin tercihen bekarlık meselesine önce değineyim. Okuduğum kimi Batılı kaynaklarda, bekarlığın (farklı cinsel yönelimler gibi) bir tercih olarak ele alındığına rastladım. Bekar yaşamanın; tek başına, partnersiz bir şekilde yaşamanın bir tercih olması haliydi. Yaptığım görüşmelerde ya da gözlemlerimde bu “tercihen” bekarlığa rastlamadım. Benim gözlemlediğim, heteronormatif bir aile kurma, partner bulma veya bir erkek arkadaş edinme noktasına kadarki yalnız yaşama süreci olarak kurulan bir bekarlıktı.

40-50 yaşında, boşanmış, tek başına ya da çocuğuyla yaşayan, bekar kadınların durumunda da, kişisel deneyimlerine bağlı farklı anlatımlar ortaya çıkıyordu. Bir yandan boşanmadan sonra çok güçlendiğini, herhangi bir erkeğe artık ihtiyaç duymadığını, ekonomik olarak evi geçindirebildiğini vurgularken, diğer yandan da aslında hayatında birinin olması arzusundan bahsedebiliyordu. Bu kimi zaman, “evde bir erkek olsun” güvencesine duyulan ihtiyaç, bazen de duygusal birliktelik arayışı olabilir. Sanırım görüşmelerin odağında olmadığı için, kısıtlı bir zamanda bana açabilecekleri bir konu da değildi.

Okurken sanki şöyle bir ayrışma varmış gibi hissettim: Bir yandan bu üç ilçeye bakıldığında—zaten senin de ortaya koyduğun gibi—müthiş farklılıklar var, bu kadınlar bu farklılıkları temsil de ediyorlar. O nedenle bekarlığı deneyimleme biçimleri farklı olduğu gibi bekarlık tanımları da farklı gibi. Örneğin bekarlıktan özellikle mutlu olma hali sanki Kadıköy’de ortaya çıkıyor.

Burada genelleme yapabilmem ya da bu mekanların, yerlerin, ilçelerin bu kişilerle temsil edildiğini söyleyebilmem çok güç çünkü niteliksel araştırma yürüttüm ve niteliksel araştırmaların böyle bir temsil iddiası yok. Buna karşılık, deneyimleri, farklılıkları, benzerlikleri aktarabilmekte güçlü bir yöntem bu. Kadınların deneyimlerindeki benzerlik ve farklılıkları öne çıkarmaya çalıştım, bunu yaparken birbirine yakın yerde oturanlar arasında özellikle de sınıfsal benzerlikleri dolayısıyla kimi ortaklıklar belirdi. Bu anlamda Kadıköy’de yaşayanlar arasında da farklılıklara rağmen biraz daha fazla birbirine benzer özellikler var, ama dediğim gibi genel bir şey söyleyebilmem zor. Kadıköy’de bekarlıktan mutlu olmak mı emin değilim ama bekarlıkla rahat etme hali dikkat çekiciydi.

Evet temsil doğru bir ifade değil görüştüğün kadınları bir örneklem üzerinden seçmediğin için. Peki biraz daha yaşam koşulları benzer kadınlar arasında—mesela aynı yaş grubundaki kadınlar arasında—ortaklıklar gözlemledin mi? Örneğin mahallede kendini güvende hissetme ve bunun için geliştirilen stratejiler noktasında.

Yaşın önemli bir belirleyiciliği olduğunu gözlemledim, bu doğru. Fakat ben daha çok bekar kadın olarak, bir anlamda farklı olma haliyle, yaşadıkları yerde ne tür sınırlandırmalarla karşılaştıklarını ve bunlara ilişkin ne tür taktikler geliştirdiklerini görünür kılmak istedim. Örneğin genç bekar bir kadın olmakla, kadın öğrenci olmak arasında mahallenin ele alışı açısından önemli bir farklılık var. Kadın öğrenci olmak daha tanımlanabilen bir kategori. Dolayısıyla kadın öğrenciyse, bekarsa, “mahallemizin kızı” olma potansiyeli yüksek. Öte yandan genç bekar kadın mahalleyle kurduğu ilişkide mesafe geliştirmişse, öğrenci kadar hızlı kategorize edilemiyor. Belirsiz kalması belki de bir tehdit nedeni olabiliyor. Yaşlı ya da mahallede uzun zamandır yaşayan kadınlar ise daha tanımlanabilir olduğundan tehdit sayılmayabiliyor.

Kadınların anlatılarının kitabın temalarını sürüklediğini düşündürten kısım, bir, erkek şiddeti, iki, kadınların sosyal destek ve yardımlar üzerine deneyimleri. Mekan ve konut seçimleri diye başlayan çalışmada bu konular kadınların anlatılarından fışkırıyor. Kitabın ekonomik şiddet ve kadınların desteklere erişimlerinin güçlüğüne dair çok önemli bir kısmı var. Oraya sen nasıl geldin?

Araştırmayı yürüttüğüm yerlerdeki kadınlara birbirinden farklı şekillerde ulaştım. Onlara ulaşma şeklimin bu kişilerin kimler olduğuyla ve anlattıklarıyla doğrudan ilgisi var. Bu sebeple kitapta onların anlatımlarından bölümler paylaşırken, kim oldukları ve nasıl bir yaşam sürdüklerini elimden geldiğince aktarmaya çalıştım.

Sarıyer’de belediyeden sosyal yardım talebinde bulunan kadınlarla görüştüm. Dolayısıyla aslında hem ailesinden maddi olarak herhangi bir destek alamayan hem de çalışma ya da iş bulma güçlüğü çeken kesimdi. Aralarında engelliler, ücretli çalışıp düzensiz gelir sahibi olanlar, çocuklular vardı ve gerçekten de o koşullarda hayatı döndürmek herhangi bir sosyal yardım almadan mümkün değil gibiydi. Mahallenin ayni ya da maddi desteğini bazen doğrudan, bazen de muhtar aracılığıyla aldıklarını anlatanlar oldu. Kadınları böyle Bağcılar, Kadıköy, Sarıyer diye anlatmak istemiyorum ama gerçekten de bu semtler arasında önemli farklılıklar var, bu da aynı semtlerde yaşayanların anlatımlarda zaman zaman ortaklıklarına işaret edebiliyor. Bağcılar’da daha fazla aileleriyle yaşayan, ağırlıkla tekstilde çalışan kadınlarla görüşebildim. Bu anlatılarda aileyle birlikte yaşamak, hem geleneksel ataerkil kültürün bir gereği hem de ekonomik bir dayanışma olarak ortaya çıktı. Kadıköy’de ise daha çok düzenli çalışan ve diğer yerlere göre sosyal yardıma nispeten ihtiyaç duymayan kadınlarla görüştüm. Tabii bu defa da çocuklarının bakım desteği konusunda önemli ihtiyaçlar beliriyordu.

Görüşmelerde gelir durumuyla ilgili doğrudan sorular sormadım. Daha çok konut hikayeleri ile ilgilendim. Ev değiştirmeleri, yeni şehirlere taşınmaları, evlerde yaşadıklarını anlatırken aslında bir yandan yaşamlarını anlattılar. Bu yaşam hikayelerinde tekrar eden, öne çıkan temalar kitabın bölümleri oldu. Tabii kitabın önemli bir kısmı anlatımlar üzerine, ama bir kısmı da sosyal politika alanında çalışan feminist araştırmacıların, akademisyenlerin çalışmalarına dayanıyor. Bu kaynaklar benim için çok faydalı oldu ve anlatımlarla o literatürün ilişkisini kurarak ilerlemeye çalıştım.

Girişte sunduğun literatür, ekonominin, sosyal devletin kendisinin kadınları nasıl destekleyerek kurulması gerektiğine dair feminist yaklaşımlarla başlıyor. Öyle bir yerden bakıldığında sadece Sarıyer’de değil—orada görüştüklerinin sosyal destek almaları nedeniyle bu mesele daha öne çıkıyor—ama Kadıköy’de de hem bakım, kreş meselesi ve buna bağlı aile yanında olma isteği hem de yüksek kira meselesi öne çıkıyor.

Zaten mevcut literatürün de işaret ettiği Türkiye’deki sosyal politikaların aile dayanışmasını temel alarak düzenlenmesi ve bu anlamda bekar kadınları hiç görmemesi. Bekar değil ama dul kadınlar için şartlı kimi sosyal yardımlar mevcut. Ancak bunları alabilmek için de hakkınızda yapılan araştırma ile herhangi bir erkeğin himayesinde olmamanız gerekiyor. Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politikalar Merkezi’nden Şemsa Özar ve Burcu Yakut Çakar’ın bu konuyla ilgili araştırmaları gerçekten çok önemli bulgulara sahip. O çalışmada da altı çizilen, bekar kadınların herhangi bir destek almamasının aslında ne kadar yoksulluğu perçinleyici bir durum olduğuydu. Ve bekar dendiğinde sadece tek başına bir kadından değil, kimi zaman çocuklu kadınlardan, yani bakmakla yükümlü olduğu kişileri de içeren bir yapıdan bahsediyoruz.

Benzer şekilde, daha orta ve üst-orta sınıftan diyebileceğimiz eğitimli, ama yine de çocuğun bakımını kendi üstlenmiş kadınlar var— çalışmada bunlar daha fazla Kadıköy’de görüştüğüm kadınlardı. Çocuk bakımı konusunda sistemli devlet desteği olmadığı için, kreş ya da okul sonrası kadınların iş zamanları ile paralel olmayan bir boşluk kalıyor. Bu düzenlemelerin olmadığı bir ortamda tüm yük kadının üzerinde, o da kendi çevresinden organize ettiği ağlar üzerinden kotarıyor—bu bazen apartman görevlisi olabiliyor, komşu olabiliyor ya da ailesinin, özellikle de annesinin desteğini alabiliyor. Bu parça parça bir organizasyon ve tamamını kadın kendi organize ediyor. Devletin sosyal politikalarındaki boşlukların, bekar kadınları görmeme hallerinin önemli yansıması.

Boşanmış Babalar Platformu’nun uzun süredir ciddi bir şekilde yürüttüğü nafaka kampanyası var. 6284 sayılı Yasa’daki kadının beyanının esas alınmasının ve süresiz nafakanın kaldırılmasını talep ediyorlar. Bunu yaparken de şöyle bir imaj çiziyorlar: Birtakım kadınlar var, bunlar nafakalarını alıp günlerini gün ediyorlar, çünkü çalışmak istemiyorlar. Bu söylem karşılık da buluyor, keza 100 günlük icraata dahil edilen konulardan biri oldu nafaka. Görüştüğün kadınlar nafaka, boşandıkları erkeklerle kurdukları ilişki, çocukları için aldıkları destek gibi konularda paylaşımda bulundular mı?

Benim nafaka ile ilgili özel bir sorum ya da onların bu konuya ilişkin özel anlatımı olmadı. Biz nafaka meselesinde resmi bir boşanma sonrasında devletin belirlediği, yapılması gereken bir ödemeden bahsediyoruz. Ama pratikte, boşanmayıp sadece evden ayrılan erkekler de var. Bu durum, kadının tek başına, boşanmış bir kadınmışçasına çocuğunu büyüttüğü bir ortam yaratıyor ve bu sefer bu nafaka da hiç yok. Bununla beraber resmiyete dökülmemiş bir yalnızlık var. Demek istediğim o kadar farklı tür hane ve farklılaşmış aile yaşamları var ki, bunları kendi çevremizde bildiğimiz örnekler üzerinden tartışmak bazen değerlendirmeyi eksik yapmamıza neden olabiliyor.

Sistemli sosyal yardımın olmadığı, çocukların bakımı için okul öncesi yeterli kurumun olmadığı, geleneksel ataerkil değerlerin uzantısı olarak kadınların çocuğun bakımını üstlenmesinin doğal, olması gereken şeklinde ele alındığı bir toplumda, nafakanın verilmesinin olumsuz bazı örnekler üzerinden tartışılması; boşanmış kadınların yaşadığı yoksulluğu görmezden gelmek, üstünü kapatmak, kadınları daha da zor yaşamlara mahkum etmek demek.

Bunu kotarmak için gereken dayanışmayı da sanki kadınlar yine aralarında kuruyor. Çok anahtarın bırakıldığı tekel dışında dayanışma kurulan bir erkek figürüne rastlamadım kitapta aktardığın anlatılarda, özellikle bakım emeği konusunda.

Evet, ailenin erkeklerinden aldıkları desteğe ilişkin öne çıkan anlatımlar yoktu. Tabii yaşlı ve çocuk bakımı meselesi o kadar önemli ve zaman alıyor ki onunla ilgili alınan destek belki kadınlar açısından daha çok anlatılmaya değer bulunuyor. Çünkü çocuğunuzu güvenebileceğiniz birilerine bırakamadığınız zaman çalışabilme ve ayakta kalabilme imkanınız yok. Dolayısıyla anlatımlarda kadınlar arası dayanışmanın güçlü olduğu bu kısımlar ön planda.

Bununla birlikte, şehir dışındaki anne-babanın tek başına yaşayan kızlarını ziyareti sırasında babanın mahalleliye kızları hakkında bilgilendirme yapması, eski eşin taşınma sırasında mevcudiyeti gibi örnekler de vardı. Kitapta yer almayan anekdotlardan birinde İstanbul’a ilk taşındığında, erkek kardeşinin kendisi ve çocukları için ev bulup, ileride yapacağı evliliği için aldığı beyaz eşyaları kullanmasına izin vermesinden söz eden bir görüşmeci de vardı.

En fazla aileyle beraber yaşamak söz konusu olabiliyor, onun örneği de sanırım sadece Bağcılar’da var.

Yılın belli dönemleri, ağırlıkla da çocuğun bakımına destek için kızlarının yanında kalan aileler de var, özellikle anneler. Bunlarla ağırlıkla Kadıköy’de görüştüm. Bunun dışında dediğin gibi çoğunlukla Bağcılar’da yaşayan kadınlar aileleriyle yaşıyordu. Çünkü aile, aynı zamanda ekonomik bir dayanışmayı, biraradalığı da beraberinde getiriyor. Giderek güç bir hal alıyor aslında tek başına yaşamak. Görüştüğüm kadınlar ağırlıkla orta-alt orta sınıf mensubuydular. Yüksek kira bedellerini tek başlarına karşılamaları giderek daha zor bir hal alıyor, tek başına yaşamak giderek zorlaşıyor.

Arkadaşlarla kurulan hane anlatısı da yok.

Doğru. Görüştüğüm kadınlar arasında arkadaşlarına yakın yerlerde oturmayı tercih edenler vardı. Özellikle tercih yapabilme imkanı olan kadınlarda buna sıkça rastladım. Görüştüğüm kadınların önemli bir kısmı İstanbul doğumlu değildi. İstanbul’a çalışmak ya da eğitim için gelmişlerdi. Dolayısıyla şehri pek bilmedikleri için arkadaşlarına yakın oturmak, arkadaşlarının bulunduğu muhitte oturmak, aynı zamanda beraberinde güvenlik ve dayanışmayı getirdiği için mekanla ilişkili bir taktik olarak anlatılarda öne çıktı.

Ele aldığın dönem AKP dönemi olduğu için, AKP’nin sosyal politikalarına ve aile odaklı politikalarına özel bir odağın da var. Gerçi senin çalışman daha sonra olduğu için Boşanma Komisyonu çok da çalışmanın içine denk düşmüyor, ama okurken bunu çok da düşündürüyor. Bekar olmamak üzerine bir devlet politikasının oluşması söz konusu; ama bir yandan da boşanmalar devam ediyor. Senin bu aktardığın anlatılarda da kadınlar genellikle boşanmayı güçlenme deneyimi olarak ifade ediyor. Her ne kadar geçici bir statü olarak görseler de hiç “niye boşandım” diye düşünen ya da oraya geri dönmek isteyen bir anlatıya rastlamadım.

Geniş ailenin AKP politikalarında desteklenen, önemli bir yeri var. Ancak Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü’nün uzun yıllardır sürdürdüğü araştırmalarında (TNSA) aile yapısına yönelik bulgular geniş ailenin, çekirdek ailenin altında bir yüzdeye düştüğü yönünde. Nüfus projeksiyonlarında da dağılmış aile sayısının giderek artacağı yönünde işaretler alıyoruz. Yaptığım görüşmelerde, boşanmalarını zorlaştıran süreçler hakkında ya da yeniden eski eşlerine dönme kararı almalarıyla ilgili anlatımlar yoktu. Tersine daha fazla kendilerine bağımsız ev kuran kadınların özgürleşmelerine, güçlenmelerine ilişkin öykülerini dinledim.

Zorlaştırmanın söylem düzeyini aştığı nokta tam da bu sosyal politikalar. Bir anlamda devletin zorlaması söz konusu; tek başına kalan kadınları devlet yoksulluğa mahkum ediyor. Bir yandan da yoksulluğa rağmen tek kalmayı seçen kadınlar var, ki bu da iki tarafta da bir zorlama hali olduğunu düşündürüyor. Ama tabii ki bütün kadınlar karşılaştıkları tüm zorluklara rağmen bu yolu tercih ediyorlar diye bir şey söyleyemeyiz. Yine de pek çok kadın, şiddet gördüğü yaşamından çıkmamayı tercih ediyor.

Çalışmada benim açımdan dikkat çekici olan, bu yoksulluk ihtimaline (bir kadın “Ben sokağa düşeceğimi düşünmüştüm,” dedi) ve daha önce bir çalışma deneyimi olmamasına rağmen yine de bu şiddetten kaçma cesareti gösteren kadınlar. Ben onların anlatımlarının çok güçlendirici, hepimiz için cesaret verici olduğunu düşünüyorum. En başta bana cesaret verdi; bu kadar zorluğa rağmen ve ne ailenin ne de devletin desteğiyle bir kadın bunu tek başına yapabiliyorsa o zaman hepimiz her şeyi yapabiliriz hissini yaşattı bana. Mekansal boyutuyla baktığımızdaysa ayrı bir ev kurma—ve ayrı bir ev kurma derken de sadece ‘yer değiştirme’yi düşünmemek gerekiyor—teması var. Mekanın aslında bir özgürleşme imkanı sağladığını,  yeniden bir ev kurmanın ve bunu başardığını görmenin de bu özgürleşme imkanlarıyla birlikte güçlendirici olduğunu düşünüyorum. Bunu, kadınların anlatımlarından yola çıkarak söylüyorum. Çünkü az önce de konuştuğumuz gibi, görüştüğüm kadınların tekrardan eski eşlerine dönme gibi bir anlatımları yoktu. Yeni hayatlar kurma, güçlenme ve çocuğu olanlar için de—o belki de altını çizmemiz gereken bir şey—çocuk büyütme azmi, artı bir motivasyon sağlamış gibiydi. “Ne olursa olsun bu çocuğu büyüteceğim” kararlılığı müthiş bir ayakta kalma azmi sağlıyordu. Özetle, bekarlık ve ayrılma meselesine mekanla ilişkili olarak baktığım için, ayrılabilmeyi ve yeni bir ev kurabilmeyi tek başına göze alan kadınların güçlenme öykülerinin hepimiz için önemli olduğunu düşünüyorum.

Tam da bu umut mevzusuna geldiğimizde, aslında bu kadınların şehirle nasıl ilişki kurduklarından ziyade, özellikle ev ve mahalleyle nasıl ilişki kurdukları var anlatılarda. Hiç oradan çıktıkları zaman ne olduğuna dair paylaşımları oldu mu? Özellikle de mahallede hayatta kalmanın strateji ve taktiklerini merak ediyorum. Bir kısmı tabii tanınan bir yerde etiketlenmemek için kullanılan şeyler, ama bir yandan da güvenlik açısından, tacize uğramamak vesaire için de şehirde bir sürü taktikler kullanıyoruz. O mahalleden çıkmak, mahalleye girmekle ilgili bir deneyim paylaşıldı mı?

Birincisi aslında şehir içindeki hareketlilik sandığımız kadar fazla değil. Bu sınırlı kullanım hepimiz için geçerli. Mesela, “Gezmek için boş zamanlarda nereye gidersiniz?” diye sorduğumda, Bağcılar’daki kadınların önemli bir kısmı Beylikdüzü, Küçükçekmece gibi şehrin merkezi diye düşünmediğimiz yerleri tarif ettiler.

Oturduğu semtten farklı bir yerde çalışıyorsa, akşam eve dönerken—özellikle kışın hava erken karardığında—yaşadığı taciz vakalarını anlatanlar oldu. Bu anlatımlarda bir yeri tekin bulmama hissini, tedirginliği, cinsel tacize uğrama ihtimallerini çok rahat anlayabildim. Şehrin merkezinde çalışıp şehrin çeperlerinde oturan bir kadının, pardösü ve başörtüsü takarak çıktığı mahallesinden, şehrin farklı bir noktasında bunları değiştirdiğinden bahsettiğini hatırlıyorum. Dolayısıyla hal ve tavırlar, dış görünüşünüzle ilgili dikkat etmeniz gerekenler, seçtiğiniz kıyafetler ve kullanılan rotalar, kentin kadınlar tarafından nasıl dikkatle kullanıldığı konusunda ortaklaşan en önemli taktiklerdi.

Zaten belediyelerin aydınlatma düzenlemesi de de güvenlik endişelerini artırıyor.

Her gün geçtiğiniz sokağın yeterince aydınlatılmamış olması, evin çevresindeki park ya da kaldırımlarda sürekli erkeklerin birlikte oturduğu öbekler olması, gece sadece kentin bilmediğimiz yerlerinden geçerken değil, evimize dönerken de tedirginlik, rahatsızlık duymamıza sebep oluyor. Görüşmecilerden biri sokağın aydınlatılmasını istediğinde ilk muhatap olabileceği kişi olan muhtardan, “Orası senin şikayette bulunabileceğin bir alan değil” cevabını alıyor. Yani kentin kamusal alanlarından başlayıp, daha çepere indiğimizde mahallede, sokakta, hatta evin kendisinde bile devam eden korkular var. Örneğin anlatımlardan birinde asansörle ilgili bir tedirginlik paylaşılmıştı: “Asansöre biniyorum, çıktıktan sonra düşünüyorum acaba başıma bir şey gelebilir miydi diye”. Doğrusu bu ve benzeri tedirginlikleri hepimizin duyduğunu düşünüyorum. Toplu ulaşımda, minibüste sona kalmak gibi, asansörde de daha önce görmediğiniz bir erkekle tek başınıza kalmanın da yarattığı bir tedirginlik olabilir. Ev gibi, güvende hissetmek istediğimiz alana o kadar yaklaşmışken bile ne kadar çok farklı korkuyu taşıyor olduğumuzun ifadeleri bunlar. Sadece karanlık sokaklarda ve kentin kamusal alanlarında değil, ölçeği küçülttüğümüzde de cinsel saldırıyla ilişkili olarak devam eden korkular.

Hatta evde perde meselesi. Bakış üzerinden kurduğun bir literatür de var; kim bakma hakkına sahip, kim saklanmak zorunda. Böyle bir ikilik de söz konusu bir yandan.

Mahalledeki bakış, bir yandan arzu edilen, hatta kadınların mahallede oturma sebebine dönüşen bir güvenlik unsuru olabiliyor: Sokağın denetlenmesi, çocuğun giriş çıkışının güvenle sağlanması gibi nedenlerle. Ama bu, tedirginlik de yaratan bir bakış aynı zamanda. Ahlaki bir denetim, sınırlandırma olarak da belirebiliyor. Bir yandan güvenlik bir yandan da tehdit hissi. Muhtemelen kentin kamusal alanında o bakış bazen cinsel tacizin, cinsel saldırının ön işareti gibi de belirebiliyor. Her halükarda “bakış” üzerimizde hissettiğimiz eril tahakkümün bir uzantısı.

Özellikle Kadıköy örneğinde, kadınların kendilerini güvenli ve rahat hissedecekleri bir yerde yaşamak için yüksek meblağlı kiralar ödediklerini vurguluyorsun. Kadıköy her zaman bu özelliğe sahip olsa da özellikle son yıllarda mutenalaşmanın da etkisiyle daha kalabalık ve pahalı bir semte dönüştü. Kadınların rahat edebildiği semt olmakla, toplumun bir kesimi için tercih edilen bir semt olmak arasında bir bağ var gibi. Bunu sen nasıl açıklarsın?

Bu rahat etme meselesi anlatımlarda çok dikkatimi çeken bir konu olmuştu. Çünkü kadınların “Ekonomik durumunuzdan bağımsız tercih etme şansınız olsa, nerede oturmak istersiniz?” sorusuna verdikleri cevap, “Rahat edeceğim yerlerde” şeklinde oldu. Aslında “rahat etme” farklı olarak görülmemeye tekabül ediyordu. Bekar kadın olarak farklı hissettirilmedikleri ortamları, rahat edeceği yerler olarak tarif ediyorlardı. “Kimse karışmasın”, “Herkes mesafesini bilsin”, “Saçma sapan insanlar olmasın” diyorlardı. Bunlar gündelik hayattan paylaşımlar ve bir araya geldiğinde ortaya çıkan tablo, bekar kadın olarak yaşamının tehdit ya da tedirginlik yaratmadığı bir yer arzusunu anlatıyor. Dolayısıyla bunun tek formülü yüksek kira verdiğimiz Kadıköy gibi yerler değil aslında. Şehrin pek çok yerinde bu farklı olma haliyle yaşayabileceğimiz muhitlerin olduğunu düşünüyorum. Kadıköy diğer görüşme yaptığım yerlere göre daha fazla bekar kadının yaşadığı bir yerdi, dolayısıyla bundan ötürü de daha rahat ettiklerini düşünüyorum. Ancak güvenlik çok daha başka bir konu.

Kitabındaki kadınlar sadece rahat kelimesini kullandığında ne demek istediklerini hepimiz anlıyoruz çünkü benzer bir şeyi biz de deneyimliyoruz. Bekar olma/olmama durumumdan bağımsız, şehri kullanmakla ilgili bir durum. Kadıköy’e göre daha muhafazakar bir yerde aynı kıyafeti giyebilirsiniz, ama ne giydiğinizi düşünür olursunuz; Kadıköy’deyse düşünmek gerekmiyordur. Buna dair bir bilincimiz oluyor sokakta yürürken. Güvenlik konusundaysa mahallede tanındıkça insanlar bir şekilde seni oranın parçası olarak görmeye başlıyor. Ama bir yandan da Üsküdar’daki kadının anlatısında “Bir düşündüm beni taşlayacaklar mı?” diye bir endişe var. Her şey çığırından çıktığında, yalnız bir kadın olarak nasıl bir nefretin hedefi haline geliriz diye aklımdan da geçiyor.

Bu endişeyi pek çoğumuzun sıkça yaşadığını düşünüyorum. Şimdi bekar değilim ama hayatımın uzun bir dönemini bekar bir kadın olarak geçirdim. Bu korku tek başına her zaman kendi deneyimlerimizden de kaynaklanmayabilir. Aileden aktarılan, kuşaklararası, özellikle de doğal olarak annelerin kızlarına aktardığı bir bilgi de var bu korkunun yerleşmesinde. Mesela görüşmelerden birinde sanat alanında çalışan, Ankara’dan taşınıp, Beşiktaş’ta yaşayan ve sevgilisiyle beraber yaşadığını ailesiyle paylaşan kadın, annesinin “Sen kapına polis dayansın mı istiyorsun” tepkisiyle karşılaşabiliyor. Bir başka görüşmeci çocukluğunda kendi mahallesinde çocuğuyla yaşayan, boşanmış bir kadının erkek arkadaşı tarafından arabayla eve bırakılmasından ötürü mahallelinin linç girişimiyle karşılaşmasını hatırladı. Dolayısıyla aslında mekanla, yerle ilgili korkularımız bir birikimin neticesi. Toplumsal cinsiyet ve mekanla ilişkili hafızamız.

Başka kadınların başına gelen şeylerle ilgili haberlerin yarattığı korku, arkadaşı öldürülen, evlerine girilip tecavüze maruz bırakılan kadınların hikayeleri…

Eve çağırılan usta da benzer bir korkunun sebebi olabiliyor. Bu korkularla baş etmek üzere geliştirilen taktikler var. Eve servis yapan erkeğe yalnız yaşadığı izlenimi vermemek, gece geç saatte eve taksiyle dönerken telefonda eşiyle ya da partneriyle konuşuyor gibi yapmak… Kendimizi güvende hissetmediğimiz her ortamda, sürekli, müthiş yorucu şekilde, arka arkaya cinsel taciz ya da saldırılardan korunmak üzere taktikler geliştiriyoruz.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.