Haziran 2018’de Ayizi Kitap’tan çıkan “Ne Olmuş Güldüysek” – Evrim Alataş Kitabı’nı hazırlayan Burcu Karakaş ve Evrim’in ablası Mukaddes Alataş ile söyleştik. Evrim’i daha yakından tanımanın sizi de mutlu edeceğine inanıyoruz.
“Evrim insan hikayelerine, bu hikayelerdeki ayrıntılara meraklıydı, dinlemeyi anlatmayı ve yazmayı çok seviyordu,” diyor kitap. Şimdi de siz onun hikayesini anlatıyorsunuz. Bu kitabı hazırlamanız, bize bıraktıklarıyla hasret giderirken, onun ayak izlerini sürer gibi de olmuş, siz ne dersiniz?
Burcu: Evet, çok güzel ifade etmişsiniz. Evrim’in ayak izlerini sürmek gibi oldu bir yerde… Onun peşinden giderken memleketin geçirdiği evrimin ve yine memleketin durduğu yerlerin üstünden geçmiş gibi de oldum aynı zamanda. Yazım süreci bazı zamanlar tam da bu yüzden sancılı da oldu. Bir yandan Evrim’in hayatı diğer yandan memleketin hiç yerinden oynamayan taşları… Benim Evrim’le tanışıklığım yoktu. Benim için severek takip ettiğim bir gazeteci ve yazardan fazlası değildi bu kitaba kadar. Dolayısıyla ben de Evrim’le daha yakından kitap vesilesiyle tanışmış oldum aslında. İyi ki tanışmışız diyorum şimdi.
Mukaddes: Evet Evrim’in yaşayarak çoğalttığı ve herkeste biriktirdiği anıları bu defa biz topladık. Konuştukça gördük ki, ne çok biriktirmişiz Evrim’i… Bir de anlatan tüm dostlarının anlattıklarına bakarsanız nasıl bir bütünlük olduğunu görürsünüz. Yani hepimizin anlatımı Evrim’i ortaya çıkarmış gerçekten. İşte bu diyorsun. Aynı pencereden görmüşüz Evrim’i.
Evrim, çocukken köyde ağaçların altından kayısı toplayıp abisine satar, kumaş ısmarlar, sonra da sana elbise diktirirmiş. Bu terzilik hikayelerinden ayrıntılar var mı aklında, Evrim’in kişiliğini yansıtan? Mesela nasıl modelleri sever, isterdi? Hatta senin diktiğin bir kıyafetle fotoğrafı var mı? Görebilir miyiz 😉
Mukaddes: Yaz aylarında kayısılar olurdu. O dönemde en çok kayısısı olan aileydik. Yani ürün kalktığında zaten her ihtiyacımızı karşılarlardı. Fakat Evrim bu genel duruma pek razı değildi ki ayrıca bir çaba içine girmişti. Kayısılar satılacak, borçlar ödenecek, evin yine genel ihtiyacı karşılanacak… Bunlar zaten olması gereken şeylerdi. “Bana ne ben kendime çalışacam kendi isteklerimi karşılaycam” demişti. Küçük olduğu için ve bir de kendisini bu yaşta korumaya alması bizi güldürmüştü. Sonra birkaç parça kumaş almıştı. Ben de terzi olmasam da bu kumaşlarla becerebildiğim kadarıyla elbise dikmiştim. İlk elbise diktiğimde, ben 11 yaşındayım Evrim bir yaşında… Annem terzi olduğu için biz erken yaşta elbise dikmeye ve giyinmeye merak salmıştık. Önceleri hep fırfırlı elbiseleri vardı sonraları hiç fırfırlı, tüllü elbiseler istemezdi. Tulum isterdi, pantolon isterdi. Erkek pantolonlarının belden kesilip lastikli pantolon yapılmasına çok isyan ederdi, öyle birkaç pantolon annem dikmişti…
İstanbul’da Şirinevler’e göçtüğünüzde Evrim henüz bir ergenmiş. Büyük şehirde Evrim’in sadece ablası değil, tekstil atölyesinde maaşını alamadığında “avukatı”, okulda çalınan mehter marşından rahatsız olduğunda akıl hocası, eylemde ve gözaltında yoldaşı da olmuşsun. Biyolojik kız kardeşlikten öte, feminist dayanışma örneği, imrenilecek bir ilişki kurulmuş aranızda. Dayanışma yanında çatışmalar da yaşadınız mı, en büyük kavganız neyle ilgiliydi?
Mukaddes: İstanbul’a ilk göç ettiğimizde daha 14 yaşlarındaydı. Hepimiz yeni gitmişiz, büyükşehirde yok olma kaygısının ağır basması ve herkesin belli oranda sorumluluk alması düşüncesiyle Evrim de küçük, çok uzaklara gidemez, öğlen eve gelir yemek yer düşüncesiyle bitişikte kot atölyesine yerleştirdim. Abla olarak gittim konuştum, küçük dediler harçlığını çıkartsın dedim. Kot temizler ancak dediler, olur dedim. Bir iki ay kadar zannedersem çalıştı. Abla senin atölyen para vermiyor dedi (Parasını alamayınca senin atölyen oldu). Gel gidelim dedim. Horozlanarak bir hışımla gittim içeriye girdim. “Siz niye Evrim’in parasını vermiyorsunuz” derken sesim gitti, çatallaştı, çok çapsız bir ses çıktı ortaya… Öksürdüm falan ama çizdim karizmayı bir defa. Anında Evrim’in yüzüne baktım, kahkaha atmamak için kendimi zor tutuyordum… Bize yine gülme çıkmıştı. Çatışmalarımız hemen hemen hiç olmuyordu. Tek bir defa baskı yaptığımı hatırlıyorum. Kemoterapi almıştı, saçları dökülmüş ve sonra saçlar bir iki santim çıkmıştı. Peruk takıyordu, bıkmıştı peruktan. Sonra İstiklal caddesinde bir kuaföre gittik. Kuaför birkaç tutam kaynak yaptı. Pek beğenmedi kaynağı. Saçları kısa fakat peruksuz kullanabileceği duruma gelmişti. Biz kuaförde peruksuz çıktık biraz yürüdük peruk benim çantamdaydı. İlerledikten sonra yine peruğunu istedi takmak için. Ben vermedim hızlı adımlarla yürüdüm. O hızlandıkça ben koştum. İki üç yüz metre sonra pes etti. Bana çok kızmıştı. Görenler “ay ne kadar şiriiin kısa saç çok yakışmııış” deyince, “iyi ki de kaçtın abla” dedi… Hastalığından kaynaklı tüm kardeşler, hayatındaki hemen hemen herkes daha korumacı yaklaşıyorduk. Hepimiz onun hayatını kolaylaştıracak şeyler ve üzülmemesi için iyi davranışlar sergiliyorduk. Bunlar bizim için de kıymetli günlerdi. Bir arada daha fazla zaman geçirmek, hayatlarımızı kurarken hep beraber olmak, bencil davranışlardan uzak kolektif bir yaşam oluşturmak hepimizin ihtiyacı imiş aslında. Tıpkı çocukluğumuzdaki gibi o güzel duyguları tekrar yakalayabilir miyiz diye… Bundan sonra geçirdiğimiz en güzel günleri yaşayarak zor süreçlere doğru yol almıştık. Sona doğru gidiyorduk, Evrim’le beraber neredeyse yok oluyorduk…
Evrim’in Özgür Gündem gazetesine girmesine sen önayak olmuşsun ve sonra “sana bile gazetecilik yapmış”: Cumartesi anneleriyle birlikte darp edilip gözaltına alınırken fotoğraflarını çekmiş… Bu bir boynuzun kulağı geçme hikayesi değil mi sence de? Aranızda bir rekabet de mi var, nedir 😉
Mukaddes: Evrim çok genç yaşta gazeteciliğe başladı. Başladığı dönemlerde çok acemi bir muhabirdi. Daha sonraları gitgide her olaya her habere koşuşturması, karşılaştığı olaylardan, yaşadığı deneyimlerden çok değişti. Özgür Gündem’de çalışmaya başladı. Bu gazete herhangi bir gazete değildi. Önceleri onu herhangi bir muhabir olarak görüyordum, yaşanılan olayları okuyucuya ulaştıran herhangi bir muhabirdi. Zamanla çalıştığı yerin ve yaşanılan olayların muhabir ve olay ilişkisinden ibaret olmadığını çok erken kavradı… Yazmak istediğini yazdı, gitmek istediği yere gitti, yaşadı. Yazılarını her kesimden insana ulaştırdı, başka pencereler araladı özellikle Kürt sorununa bakışta… Her gördüğü şeyden etkilendi ve değişti. Birlikte günlük gezmelere giderdik bazen sokak sokak gezerdik, bir bakmışsın o gezdiğimiz yerde o kadar şeyler görmüş ki yazıya döktüğünde bize o gözü ve yüreği gösterirdi. Diyarbakır’da yoksullukla mücadele etmek için bir merkez kurulmuştu. Günışığı Yardımlaşma ve Dayanışma Mağazası diye. Daha çok kadınlar ve çocuklar geliyor. Ben koordinatörlüğünü yapıyorum. Çok fazla kadınlarla görüşüyorum, 4500 kadın kaydı oluşturduk. Yoksulluk, göç, şiddet her tür sorun yaşayan kadınlar. Çok etkileniyorum hemen her gün bir korkunç hikayeyle eve gidiyorum, Evrim’le sohbetini ediyorum. Bir süre sonra Evrim, Nurhak ile beraber, kamerasını tüm teçhizatını aldı ve geldi çekim yaptı, kadınlarla konuştu, bir belgesel çıktı ortaya. Soruyorsunuz ya bir rekabet var mıydı; birimiz aktivist birimiz yazardık. Tek rekabet alanımız biçki-dikişti, hobimdi benim. Onu ben ayrıca yapıyordum o ise beceremiyordu. Ben dikiyordum bakıyordum ki kaybolmuş diktiklerim. Bir gün dedim ki Evrim sen bize geliyorsun, her evden çıkınca elinde dolu bir poşet var nedir o hele getir bir bakayım. Eve x-rey cihazı koyacam diyordum :)))) Öncelikle Evrim’in yetiştiği dönemler ve Evrim’in böyle bakmasını sağlayan zengin bir ortam oluşmaya başlamıştı köyümüzde hatta Türkiye’de diyebiliriz. Yeni idealleri olan gençler çoğalıyor. Farklı farklı görüşlerin artması yeni fraksiyonları da beraberinde çoğaltıyor. Bu süreçte çocuklar da bu gençlerin izini sürüyorlar. Her tartışmayı can kulağıyla dinlemek her yeni türeyen siyasi jargonları ezberlemeye çalışmak… Tüm bu çabalar içinde çocuklar da aslında atık değişimin içinde kendilerini buluyorlardı. Böylece kendilerini uzun ve meşakkatli bir yolculuğun içine atıyorlardı.
Kendi kitabını imzalamaktan utandığı için “Abla… Sen imzalasana?” deyişindeki küçük kardeş sevimliliği gözümüzün önünde canlanıyor. Sen ne düşünürdün böylesi zamanlarda? Bazen abla sorumluluğunun altında ezildiğin olur muydu?
Mukaddes: Ben telefon ettiğimde sen imzala ben utanırım dediğinde çok güldüm. Sen kendi kitabını imzalamaya utanıyorsun da ben senin kitabını imzalamaya utanmayayım mı? Hiç olur mu öyle şey dedim ve ikna edemedim, gelmedi.
“Hadi hadi, iyisiniz. Yine kaymağımı yiyorsunuz!”, “Bak ben kanserim, yazıktır bana…” şakalaşmalarındaki hayat doluluk güldürürken göz yaşartıcı… Hastalık iyileşmeye giden yoldur da derler; sana içtenlikle itiraf ettiği ölüm korkusu onu üretmeye, hem de hızla, nitelikli üretmeye sevk etmiş ve yazmak onun ruhuna çok iyi gelmiş. Bu yolculukta ona eşlik etmek senin hayatını nasıl etkiledi? Kendi hayatının Evrim’den önce ve sonrasını nasıl tanımlarsın?
Mukaddes: Bu yolculukta ona çok eşlik eden oldu. Benim için kaybetme korkusunun ağır bastığı bir yolculuktu. Fakat inanamıyordum bu sonun geleceğine hatta son ana kadar. Son altı ayı kala bana söylendiğinde ben artık tersyüz olmuştum. Ölüm randevu vermiş ben ne yapabilirim, nasıl bu yolculuğu durdurabilirim? Bugüne kadar yaptıklarımızın dışında ne var ne kaldı, bir çırpınış ve yas süresi başladı… Yaşarken ölüm budur herhalde. Bu süreçte tek psikolojim değil, kişiliğim de bozuldu. Ruhsal bedensel çöküntüm uzun sürdü… Öyle bir çökmüşüm ki bir gün bana dedi “ben ölecek miyim senin yüzünde büyük bir acı var”… Yürüyemez oldum farkında değilim, aksayarak yürüyormuşum meğer. Bana bir bağırdı “benim çok canım yanıyor sen niye öyle yürüyorsun? Sen öyle yürüyünce daha da canım yanıyor.” Meğer benim bacağımda %25 his kaybı başlamış, aşırı üzüntü bedensel ağrıları bastırmış. Evrim bizim çok ağır kaybımızdı… Yapabileceğimiz her şeyi yapmıştık fakat yaşaması için hiç bir şey yapamamıştık…
Evrim’in, hayata gülerek bakabilmenin sağaltıcı etkisine olan inancını paylaşarak bu kitabı hazırlamaya karar vermiş, ne iyi etmişsiniz. Gözyaşları ve gülüşlerin bizi kendimizden başlayarak hakikatimizle yüzleştirdiği şifalı bir kitap olmuş. Kitap çıktığından beri çevrenizden nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Burcu: Evrim’in okurlarından çok güzel geri dönüşler aldım, alıyorum. Bana ulaşan tepkilerle insanların hayatında nasıl bir yer edindiğini daha da iyi anlıyorum. Onu gerçekten özlemişler. Bu özlemin giderilmesi mümkün değil elbette ama Evrim’in hatırasının bir kitapta yaşatılması bir nebze de olsa bu özleme iyi gelmiş. En sık duyduğum cümle, “Ne iyi etmişsiniz de Evrim’i yazmışsınız” oldu sanırım.
Kendi deyişiyle 3K’nın (Kadın, Kürt, Kızılbaş) temsilcisi olan Evrim, mağdur ve kurban dilinin hapishanesinden topluca firar etmemize yardım ve yataklık etti 🙂 Bunu biraz da “Ne olmuş güldüysek?” diye sorarak yaptı. Bu başlığı nasıl seçtiniz, bir hikayesi var mı?
Burcu: Kitap için başka bir cümle seçmiştik, son anda vazgeçtik aslında. İlki biraz da hüzünlüydü galiba. Son anda Evrim’in dalgacılığına yakışır bir başlık olsun istedik. “Ne olmuş güldüysek”, Evrim’in çalışma arkadaşlarından birine kurduğu bir cümle. Onun cümlelerinden birini seçmiş olmak bize de iyi geldi. Ne iyi etmişiz değiştirerek!
“Ne olmuş güldüysek” diyen isyankar yaramaz kız, zeki olduğu kadar zarif sorusunda çok haklıydı. Onu bu kadar güçlü, güzel ve herkesin sevgilisi yapan şey de buydu belki; neticede bu soru kitabın adına çok çok yakışmış. Son olarak Evrim’in tılsımı hakkında ne söylemek istersiniz?
Burcu: Evrim’in tılsımı, kendi deyişiyle, paçalarındaki yanığa gülmek. En zor anınızda olay trajikomik de olsa gülmek kolay bir eylem değil. Hatta Evrim, “sırıtmak” kelimesini kullanmayı daha çok seviyor. O sırıtışta bir “Ulan dünya, sen mi büyüksün ben mi” kabadayılığı var bence. O yüzden gülmek, o yüzden sırıtmak zaten. Yoksa bunca acıya nasıl dayanılır, değil mi?
Mukaddes: Kitaba gelince sağ olsun Burcu ve Aksu hocanın çabasıyla kitap ortaya çıktı. Burcu bizi konuşturdu aldı o günlere götürdü. Her şey taptazeydi bizim için. Hele benim için bacım çok tazeydi her şeyi ile. Güzel bacımın sohbetini yapmak hem yaramı kanattı hem de mutlu oldum, keyif aldım, güzel şeyler konuştuk.
Evrim’in hikayelerine çok şey borçluyuz. Emeklerinize, yüreğinize sağlık, çok teşekkür ediyoruz.