Cumhuriyetin toplumsal projesinde, kadınlardan beklenen niteliklerden biri, belki de en önemlisi ölçülü olmak, uçlardan uzak durmaktı. Bir kadının, “iffetsizliğe izin verecek şekilde çok modern ve yeni tarzlara ayak uyduramayacak kadar geleneksel” olmaması gerekir. Kamusal alanda “nötr” bir varoluşu sürdürmesi beklenir.
Ata’nın ve oniki yeşil yüzlü profesörün karşısında bir süre oraya buraya koşmaya çalışırken topallıyorum. Topallaya topallaya bir şey arıyorum. Yazılı tezimi arıyormuşum galiba. Koşmam, acele etmem gerekiyormuş. Karşımdakiler sabırsızlanıyorlarmış. Ama ben hep topallıyorum…. Boynumdaki tilki kürkünün başı o anda canlanıyor. Tilkinin ağzı habire çenemi ısırıyor. Konuşamıyorum. Tilkinin ağzı derdimi anlatmama engel oluyor. Tilkinin ağzını çenemden kovuyorum, kovuyorum, gitmiyor…. Ben böyle kırık ökçe, plak ve tilkinin başıyla uğraşırken Atatürk birden kımıldıyor. Sol elinde tuttuğu deri eldivenini yüzüme doğru sallıyor. Ürkerek başımı kaçırıyorum. Ata, sönmekte olan bir ateşi yelpazeler gibi durmadan yüzümü eldiveniyle yelpazeliyor. Fırtınaya tutulmuşum sanki. Bir türlü gözlerimi tam açamıyorum…. Bu nedenle Ata’nın yüzünü güçlükle görebiliyorum. Yüzü sanki bir ocağın küllerini üfler gibi. Bir yandan üflüyor, bir yandan, “hani tezin? Göster bakalım tezini!” diyor. Çok zorluyor beni. Paralanıyorum, yoruluyorum, tükeniyorum, tilkinin başını kovuyorum…. Sağ yanındaki yeşil yüzlü altı profesörle sol yanındaki yeşil yüzlü allı profesörün ellerindeki ağır, kocaman ciltler meğer kitap değilmiş. Birer yemek tabağıymış. Çatal bıçakları da var. Masanın çevresinde oturuyorlar bu kez. Çatal bıçaklarıyla tempo tutuyorlar: “Getir tezini, getir teziniii!.” Önlerine telaşla bir tencere dolma koyduğumun ayırdında değilmişim. Birden anlıyorum ki tezim değil dolma tenceresi bu.. Çok utanıyorum. Hele Atatürk’ten çok utanıyorum. O’na asıl tezimin bu olmadığını söylemek istiyorum. Ama Atatürk’ü göremiyorum. Atatürk olduğunu sandığım kişi bir de bakıyorum ki bir avcı. Boynumdaki tilkiyi vurmaya çalışıyor. Bir av tüfeğini üstüme doğru çevirmiş, nişan alıyor. “Canlı tilki değil o, müsamere kürkü, müsamere kürkü…” demek istiyorsam da sesim çıkmıyor. Tayyareci gözlükleri olan o avcı, üstüme üstüme nişan alıyor hep. Ay vuruldum, vurulacağım derken… (274)[1]
Ölmeye Yatmak’ı görece geç bir zamanda okudum. Nedense sırayı bir türlü getiremedim ona, belki üçlemenin ilk kitabı olup biraz gözümü korkuttuğundan ya da Cumhuriyet’in ilk dönemine dair okumaya, zaten tüm eğitim hayatım boyunca zorlanmış olmamdan. Yaşayabileceğimi düşündüğüm olası hayal kırıklığına falan boş verip nihayet okuduğumdaysa hiç pişman etmedi beni. Uzunluğunun hakkını veren, katman katman açılan, etkileyen, bunaltan, kışkırtan, eğlendiren bir metindi elimdeki. Ama bu yazının girişindeki rüya kısmı var ki, hani olur ya, okuduğunuz kitaptaki bir bölüm sizinle beraber gelir artık, bu rüya da okuduğumdan beri zihnimde dolanıyor.
Aysel’in bir otel odasında gördüğü, doçentlikten profesörlüğe geçme sınavında “Türkiye’nin nasıl kalkınacağına dair en kesin formülü bulduğu” iddiası ile başlayan rüyası hızlıca kaotik bir hâl alır. O bir üniversite hocası, eş ve evlattır (Cumhuriyet’in de evladı). Sahip olduğu sıfatlar hem onun hem de okurun peşini bırakmaz anlatı boyunca. İntihar etmek için yattığı yataktan, bu rüya ile uyanıp kendini köşedeki koltuğa serilmiş hâlde bulduğunda hâlâ yaşadığını anlar. Biz de okur olarak 1938’den 68’e kadar uzanan 30 senelik bir tarihi hem kişisel hem de toplumsal taraflarıyla takip etmiş oluruz Aysel’in kısa ve bölük pörçük uykusunda.[2]
“Düşünüyorum da uykularımın uyanık oluşu yeni değil. Hayır. Kendimi bildim bileli bir nöbetçi gibi uyuyorum. Sanki uyuyakalmam ayıpmış gibi. Bir görevi kötü yapıyormuşum, kaytarıyormuşum gibi”. Aysel, gerçekten “görev” kelimesiyle aynı kumaştan biçilmişe benzer. Cumhuriyet’in, kendini toplumsal hayatın tüm kılcallarında dayatan idealleri ile “makul kadın projesi”nin kesişimde büyür. Metin boyunca hem o hem de çevresindeki karakterler, var güçleriyle “modernleşmeye” çalışırken devlet bürokrasisinin çelişkilerini, hayatlarının çeşitli taraflarında deneyimlerler. Tabii işçi sınıfı veya burjuvaziden olmak ya da köyden gelip şehirde tutunmaya çalışmak gibi ayrımlar bu deneyimi oldukça farklılaştırır. Okul gibi, ulus inşasının en kuvvetli araçlarından birinde bu krizler daha görünürdür belki ama “görevlerin” kişisel hayatlara hatta bedenlere yansıyan tarafları da hiç yumuşak yaşanmaz. Özellikle kadınların yaşamlarının sınırlarını çizmek, bedenlerini zapturapt altına almak üzere kurulu toplumsal mekanizmalar Aysel’i de ele geçirir.
Cumhuriyetin toplumsal projesinde, kadınlardan beklenen niteliklerden biri, belki de en önemlisi ölçülü olmak, uçlardan uzak durmaktı. Bir kadının, “iffetsizliğe izin verecek şekilde çok modern ve yeni tarzlara ayak uyduramayacak kadar geleneksel” olmaması gerekir (Öztürk, 2013). Kamusal alanda “nötr” bir varoluşu sürdürmesi beklenir. Kıyafetler “istenen” biçimde örtmelidir bedeni; ne çok kapalı ne de çok açık. Dün ve bugün, ataerkinin hakim olduğu her siyasetin içinde, kadın bedenine tahakküm uygulamak üzere işleyen birden fazla araç elbirliğiyle tıkır tıkır çalışmaya devam eder. Normlar, sınırlar, yasalar, şiddet, özdenetim, ötekinin bakışı farklı biçimlerde aynı amaca hizmet ederler.
Bedeni neredeyse utanılacak bir yük gibi görmek ve ona yabancılaşmak, gündelik hayatın her yerine sızan bu tahakküm mekanizmalarının olası sonucudur. Aysel’in rüyada sağlam olduğunu düşündüğü bacaklarının -işe yarayacakları anda- aniden topallamaya başlaması boşuna değildir. Çenesini ısırıp duran tilki de[3] bu çok önemli kamusal görevi layıkıyla yapmasına izin vermez. Aysel, metnin içinde çeşitli yerlerde bedeniyle ilgilenmeyi hep bir görev addettiğinden yakınır: “O sabahtan başlayarak ilk kez gövdemin elle tutulur, bakılır, görülür somut bir şey olduğunu anladım. Bütün o pedikürler, manikürler, geceleri yüzümü iyi bir kremle silişim, sabahları yüzüme hafif bir nemlendirici sürüşüm, kollarımın altına, orama burama talk pudraları serpişim, o sabaha değin sanki kadınlığımdan kopuk; sağlık, rahatlık için yapılmış birer görevdi, acaba hiç kendim olmuş muydum? Hiç kendimiz olduk mu? Görevlerin birlikte götürülmediği bir yerim oldu mu hiç?”
Rüyada, beden gibi her gün sınırları çekilen bir başka alan daha görünür kılınır: Temellük edilen emeğimiz ve farklı biçimlerine kolayca atanan toplumsal yargılar. Ataerki, kadın emeğinin üzerinde söz hakkı iddia eder, kapitalizmle bir olup her biçiminin sömürüsünü kolaylaştırır. Kadın emeğine dönük müdahaleler, Cumhuriyet’in modernleşme sürecinde kadın emeğine biçilen rollerle de doğrudan kesişir. Cumhuriyet’in “Batılı, eğitimli, şehirli, kamusal alanda görünür kadın” imgesi, Osmanlı’daki “örtülü, özel alana hapsedilmiş” kadın figürüyle karşıtlık içinde inşa edilir. Navaro-Yaşin, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ev işlerinin modernleşme projesinin önemli bir parçası hâline geldiğini anlatır.[4] Bu dönemde ev işleri “ev içi Taylorizm” denilebilecek bir yaklaşımla, fenni ev idaresi gibi fikirler eşliğinde “daha düzenli ve verimli hâle” getirilmeye çalışılır. Kadınların evdeki görevlerinin bilimsel yöntemlerle planlanması, eğitim yoluyla desteklenmesi amaçlanır ve böylece ev, modernleşmenin ve kamusal politikaların bir uzantısı gibi tasarlanır. Yani devletin kamusal alandaki kadın ile birlikte ev içindeki yaşama da nasıl yön vermeye niyetlendiğini ve kadın emeğinin ulusun inşasında ne kadar merkezi bir rol üstlendiğini kolayca fark ederiz.
Aysel’in rüyasında da doçentlik tezi yerine peydah olan dolmalarla ortaya çıkan kaygı pek kişisel değildir; emeğin bu makul kadın imgesinin bir parçası olmasıyla doğrudan ilişkilenir. Patriyarkal kapitalizmde ev içi ve kamusal alan karşıtlıkla kurulur, kadınlar özel alanla özdeşleştirilir. Eğer bir kadın kamusal alanda var olmaya talipse oradaki eril kurallara uyum sağlamalıdır. Kadınların kamusal alanda, “prestijli” sayılan işlerde maruz kaldığı hak ihlalleri, taciz ve küçümsemeler ise mümkün olduğunca hasır altı edilir. Bakıma dayalı işler -toplumsal yaşamdaki merkezi rolüne rağmen- gittikçe daha fazla görünmezleşir ve değersizleşir. Ya ev içi ücretsiz emek olarak doğrudan kadına atanır ya da piyasada düşük ücretlerle yine çoğunlukla kadınlar tarafından yerine getirilir.
Feminist bakış özel/kamusal alan ayrımının nasıl bir eril kurgu olduğunu ortaya koymaya çalışır. Amaç, kadınları özel alana sıkıştırmaya niyetlenen düzenekleri yok etmenin yanı sıra, bu ayrımın pratikte karşılığı olmadığını da göstermektir. Örneğin, Nurdan Gürbilek, kadınların “the needle or the pen” (“dikiş iğnesi mi, kalem mi?”) ayrımıyla mücadele ederek yazmak zorunda kaldıklarını söyler (Gürbilek, 2023).[5] Oysa kadınların gündelik zamanında çoğunlukla böyle bir ayrım yoktur, iğneyi ve kalemi aynı anda tutarlar, “boş zamanları” bakıma dayalı işlerle “doludur”. Toplumsal normların sonucunda ortaya çıkan bu ayrımların, kadın yazarları nasıl “kanon dışı” bıraktığı ayrıntılı biçimde ve nedenleriyle tartışılır, işte bu mücadele hattının bir tarafını “the needle or the pen”in önce “the needle as the pen”e (“kalem olarak dikiş iğnesi”) ve çok sonra “the needle and the pen”e (“dikiş iğnesi ve kalem”) dönüşebildiği yol oluşturur. 80’lerden sonra feministler bu ayrımları görünür kıldıkça, kadın yazarların anlatı stratejilerindeki dokuma, örme ve kırkyama estetiğini hatırlatan izleri görünür kılan (“hafıza blokları”, “flashback” ve “parçalı yazı” gibi teknikler) çalışmalar da artar.
Gürbilek, Virgina Woolf’un romanlarındaki ören figürlerin “yıkıma karşı onarma gücünü, parçalanmaya karşı bütünleştirmeyi” nasıl temsil ettiğinden bahseder. Kadınlar sıkıştırılmaya çalışıldıkları mekânları, emek alanlarını ve sömürüyü kabul etmez, bedenlerini sınırlayan politikalara karşı çıkarlar. Öte yandan, toplumsal yeniden üretime dair kolektif deneyimler, bilgiler ve mücadeleler biriktirirler. Yeniden üretim emeğini müşterekleştirecek, toplumsallaştıracak yolların taşlarını örme gücünü elinde tutar, birbirlerine aktarırlar. Kadınların gündelik hayatları da, arzuları da, rüyaları da eril tahayyüle hiç ama hiç benzemez.
Yani, bir tencere dolma sarmak hiç kolay değildir. Yani: özel olan o kadar politiktir ki.
[1] Romandaki rüya anlatısı çok daha uzun ve ayrıntılı. Bu metinde, Jale Parla’nın “Tarihçem Kâbusumdur! Kadın Romancılarda Rüya, Kâbus, Oda, Yazı” isimli yazısında derlediği biçimi ödünç aldım. (Parla, J. (2004). Tarihçem kâbusumdur! Kadın romancılarda rüya, kâbus, oda, yazı. S. Irzık & J. Parla (Ed.), Kadınlar dile düşünce: Edebiyat ve toplumsal cinsiyet (s.179-200) içinde. İstanbul: İletişim Yayınları.)
[2] Yıldız Öztürk’ün (2013) “Ölmeye Yatmak Romanında Toplumsal Dönüşüm ve Toplumsal Cinsiyet” isimli yazısı romanın toplumsal taraflarını Cumhuriyet’in kadın imgesi üzerinden takip etmesi vesilesiyle bu yazıya da kerteriz oldu, teşekkür ediyorum.
[3] Jale Parla (2004), rüyadaki tilkinin Aysel’in bastırılmış cinselliğini ve onun yarattığı tehdidi simgelediğini söyler. Atatürk’ün de bir avcıya dönüşüp tilkiyi vurmaya çalışması boşa değildir.
[4] Navaro–Yaşın, Y. (2000). ‘Evde Taylorizm’: Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Yıllarında Ev İşinin Rasyonelleşmesi (1928-40). Toplum ve Bilim, 84, 51-74
[5] Gürbilek, N. 2023. Örme Biçimleri. İstanbul: Metis.