Barış eylemcisi yol arkadaşımız Cynthia Cockburn aramızdan ayrıldı. Feminist Politika dergisinin 22 ve 23. sayılarında (2014) yayınlanan söyleşiyi paylaşıyoruz.
Cynthia, Ankara’da bu hafta sonu yapılacak olan Feminist Forum’da vereceğin konuşma öncesi bize vakit ayırdığın için teşekkür ederiz. Sohbetimize bütüncül feminizm (whole-istic feminism) kavramını ve ne kapsamda kullandığını konuşarak başlayalım mı?
Ben de benimle görüşme yaptığınız için teşekkür ederim, biliyorsunuz sizi yakından takip ediyorum. Bütüncül feminizmin ne olmadığından başlamak istiyorum. Şu anda Londra’da güçlü genç bir feminist hareket var, bunlardan bazıları Londra Feminist Ağı (London Feminist Network) ve Feminista İngiltere (Feminista U.K.). Bu muhteşem bir şey, çok da canlı. Her yıl bin kadını buluşturacak güce sahip ve bu heyecan verici. Ancak, tamamen beden politikasına odaklanmış durumdalar. Fahişelik, porno gibi meselelere. Belki bu konuda ağır konuşuyorum ve de uç bir noktadan konuşuyorum ama benim başlangıç noktam: bir hareketin olduğu ve bu hareketin de bütüncül olmadığı. Kesinlikle gerekli konulara ve beden politikasındaki gerekli tartışmalara işaret ediyorlar, ancak kadınların ezilmesi bundan çok daha fazlası demek. Bu nedenle, bütüncül feminizmden anladığım bazılarımızın bu harekete eklemeler yapması. Kabul etmeliyim ki bunu yapanlar benim de içinde olduğum bir önceki feminist jenerasyon. Bizim tahayyül ettiğimiz feminist hareket neoliberal kapitalizm, küresel sömürü, çevresel indirgemecilik ve militarizm farkındalığı. Çünkü bunlar kadının ezilmesinde ciddi olarak cinsiyetçiler ve de bu nedenle feminizmin bir parçası olmalılar. Bu benim bütüncül feminizmden ne anladığım. Yani, beden politikaları feminizminin ya da belki radikal olarak adlandırabileceğimiz, ki radikal feminizm kelimesini sevmesem de, feminizmin temel gündeminden daha fazlasını kastediyorum.
Peki o zaman, böyle bir hareketin içinde bütüncül feminizmi varetmek nasıl mümkün?
Sendikalar, sol partiler, işçi partileri, çevre hareketleri gibi farklı örgütlerde yer alan ve farklı odaklardan gelen kadınların olması ve de bu farklı kadınların birbirleriyle karşılıklı olarak konuşabilir olması lazım. Ben iki savaş karşıtı hareketin içinde yer alıyorum: Women in Black (WIB) (Siyahlı Kadınlar) ve Women International Peace and Freedom (WIPF) (Kadınların Uluslararası Barış ve Özgürlük Hareketi). Biz genel olarak militarizm, savaş ve şiddet gibi konulara odaklanıyoruz. Bizde de problem çok az sayıda kadın dışında beden politikaları ya da çevre hakkında konuşmuyor olmamızda yatıyor. Bu nedenle sürekli bu bağlantıları kurmaya ve de benim gibi bu bağlantıları kurmak isteyenleri katmaya çalışıyorum.
Sence bütüncül feminizm sadece-kadınlardan oluşan mücadele alanını feministler aleyhine kaybetme riski taşıyor mu? Örneğin, biz İstanbul’daki son 8 mart yürüyüşünde bunu deneyimledik. Bazı anti-kapitalist gruplardan erkekler sadece kadınlara açık olan 8 mart yürüyüşüne müdahil olmak istediler ve feminist hareket ile dayanışmak için orada olmak istediklerini iddia ettiler. Böylesi teklifler geldiğinde, sadece-kadınlara ait olacak bir alanı nasıl koruyabileceğiz?
Hayır kesinlikle o riski taşımıyor. Yani otonom feminizmi, sadece kadınlara ait alanları kastediyorum ve de mekandan daha ötesini. Otonom feminizm hayati öneme sahip. Beden politikaları yapan bir feministim diyelim ve de savaş karşıtı bir feministle aynı kaygıyı paylaşıyorum, bu benim erkeklerle beraber ortak karma bir mücadele içinde olacağım anlamına gelmez. WIB’de olduğu gibi sadece kadınlardan oluşan, otonom, savaş karşıtlığına odaklanmış bir örgütümüz olabilir. Tabi ki erkeklerle de konuşmak ve çalışmak zorundayız. Bu bizim otonom olmadığımız anlamına gelmez. Benim erkeklerle çalışmakla ilgili sınırlarımın genişliği epeyce, ama temel olarak erkeklerle çalışmakla ilgili temel koşulum şu: erkekler toplumsal cinsiyet meselesini kendi çıkarları için, bir erkek olarak ya da maskülen olarak üstlenmemeliler. Eğer bunu yapmıyorlarsa, o zaman bir diyaloğu başlatmam bile.
Bunun Londra’da nasıl işlediğini anlatabilirim. Her yıl ‘Geceleri de Geri İstiyoruz’ yürüyüşümüz oluyor. Bu sadece kadınlara açık bir yürüyüş ve çok da netiz bu konuda. Eğer erkekler bu yürüyüşe girmeye çalışırsa yürüyüş dışına atılıyorlar ve çok da tatsız şeyler oluyor. Ancak, White Ribbon (Beyaz Kurdele) adı altında bir erkek grubu var. Bu grup özel olarak kadına karşı erkek şiddetine karşı olmak üzerine kurulmuş. Sadece savaş karşıtı ya da şiddet karşıtı değil, spesifik olarak kadına karşı erkek şiddeti odağıyla kurulmuş. Bütün kadın örgütleri bile ‘erkek’ vurgusu yapmıyor, hepsi kadına karşı şiddetten söz ediyorlar. White Ribbon grubu başka erkeklerle konuşma, onları dinleme ve kadına karşı erkek şiddetine karşı oluşunu dile getireceğini taahhüt eden erkeklerle ilişkilenme sorumluluğunu alıyorlar. Bu grup, bizim yürüyüşümüz sırasında belirli bir noktada ‘erkekler kadına karşı erkek şiddetine hayır diyor’ diyen dövizleriyle yürüyüşe destek veriyorlar. Durdukları nokta da rastgele seçilmiş bir nokta değil aslında, her hafta WIB örgütünün durduğu yerde duruyorlar. Bu sembolik de aynı zamanda ve ben onların orada olmasından memnunum, çünkü benim erkeklerin hareketle ilişkilenmesi, sorumluluk alması konusundaki koşullarımı karşılıyorlar. Böyle bir şey sendikalarda da barış hareketinde de o kadar az rastlanan bir şey ki.
Peki doğrudan devlet şiddetini konuşursak biraz.. Eminim Gezi Parkı direnişi sırasında sokaklardaki devlet şiddetini takip etmişsindir. Direnişte feministler de doğrudan yer aldı biliyorsun ve şiddete de maruz kaldılar. Sence sokakta karşımıza doğrudan çıkan devlet şiddetine karşı mücadele etmek için feministler neler geliştirebilir?
İngiltere’de İşgal Hareketinden beri sokaklarda büyük protestolar olmadı. Ve de mesele edilecek kadar büyük oranda işgal karşıtı devlet şiddeti yaşanmadı. Belirli binaların boşaltılması gibi teknik şiddet vardı. Diyebilirim ki İngiltere’de pasif direniş belli bir ölçüde hala çalışıyor ve de pek tehlikeli değil. Ama tabii bu değişebilir, örneğin Londra Belediye Başkanı çiçekleri sulamak için TOMA almayı önerdi, yani işler burada da değişebilir. Ancak Britanya devleti bu anlamda Türkiye devletinden farklı. Farklı olduğu nokta anti-terör yasalarında gizli. Örneğin Kürt bir kadının Londra’ya geldiğini düşünelim. İllegal bir örgütle bağlantısı olduğundan şüphelenilecek, araştırmaya tabii tutulacak, izlenecek ve gözlemlenecek. Tüm bunlar da şiddet. Buna karşı çalışabiliriz, yani devlet şiddetine karşı çalıştığımız alanlar var ama bunlar Türkiye’dekinden farklı.
Ancak bunların dışında hem Türkiye’de hem de başka ülkelerde devlet şiddetini kürtaj karşıtı yasalarla, kadının bedeni ve cinselliği üzerinde kontrol kurma biçiminde görüyoruz. Yani kadınlar hem sistematik erkek şiddeti hem de doğrudan devlet şiddeti görüyorlar. Sence bunlar hangi anlamlarda birbirinden ayrılamaz şekilde işliyor?
Kesinlikle karşılıklı biçimde ilişkililer. Bu da zaten benim bütüncül feminizm derken anlatmak istediğim şey. Kapitalist sistem, ulus devlet sistemi, etnik-ulusalcılık ve patriyarka çok yakın bir şekilde birbirlerine içkinler. Birbirlerini şekillendiriyorlar ve de birbirleri üzerinden işliyorlar. Türkiye devletinin başındakiler çoğunlukla bir erkek, öyle değil mi? Hem ulus devlet hem de erkekler olarak hareket ediyorlar. Ya da çok sayıda kadın imam olduğunu sanmıyorum. Yani patriyarkal bir dini sisteminiz var, hem erkek hem de kültürel lider olarak hareket ediyorlar. Bu benim bütüncül feminizm dediğim şey. Güç sistemlerinin birbiriyle ilişkili olduğu, birbirlerini şekillendirerek çalıştığı. Eğer bunlardan birine karşı mücadele edecekseniz, hepsine karşı mücadele etmelisiniz. Devlet erkek şiddetini görmez, sadece şiddeti ve şiddetin kurbanlarını görür; kadınlar ve çocuklar için çok üzgündür ancak bunu kim yaptı, neden yaptı diye sormaz ve de bunun için bir şey yapmaz. Devlet için cevap yasa yapıcılarda saklıdır. Çünkü İngiltere’de devlet sadece David Cameron demek değil, Sağlık ve Sosyal Refah Bakanlıklarında çok da iyi kadınlar bulunuyor, ancak erkeklik üzerine yasa yapmıyorlar.
Peki, kadın vicdani reddi hakkında ne düşünüyorsun? Türkiye’de askerlik hizmeti zorunlu olmamasına rağmen erkek vicdani retçilerin yanı sıra 80 civarında da kadın vicdani redçi var.. Zira bu durum kadın vicdani ret hareketinin sembolik bir hareket olup olmadığına dair tartışmaları da gündeme getiriyor.
Kendileri için zorunlu askerlik olmamasına rağmen, askerliği erkekler veya herkes için reddeden bazı kadınlar biliyorum ve bence bu oldukça iyi. Vicdani retçi olsalar bile erkek vicdani retçilerle aynı bedeli ödemedikleri şeklinde bir anlayış var. Benim tahminim, erkeklere uygulanan yaptırımlar, cezaevinde kalmaları vs. göz önüne alındığında, kadınlar için vicdani retçi olmak erkeklerden daha kolay gibi görünüyor. Bunun farkında olunması lazım. Bu noktada, vicdani retçiyi basitçe öldürmeye karşı olan olarak tanımlamaktan ziyade devlet eliyle toplumun her türlü militarizasyonunu reddeden kişi olarak çerçevelendirmek daha iyi olabilir. İngiltere’de vicdani retçiler yok, kadın vicdani retçiler de yok. Dolayısıyla böyle bir soru yükselmiyor orada ama bence dikkatli bir şekilde tanımlamak gerek vicdani reddi yani sadece sembolik olduğunu söyleyemem. Kadınların zorunlu askerlik hizmetinin ötesinde de belirli şeyleri reddetmesi gerektiğini düşünüyorum. Mesela, İngiltere’de, nükleer silahlanma var. Bu noktada, eğer bir kadın kendine vicdani retçi diyecekse onun nükleer silahlanmaya karşı harekette yer almasını, İngiltere’nin başkalarının savaşına müdahale etmemesi için yürütülen harekette de de aktif olmasını beklerim. Yani sadece sembolik olarak kalmaması, diğer pek çok alanda aktif olmasını beklerim.
İngiltere’de sosyalist feminist örgütlenmenin olmaması hakkında ne düşünüyorsun peki?
Güzel bir soru. Sizin örgütünüz gibi bir örgütümüz olsaydı keşke, sizin çalışmalarınızı çok beğeniyorum ve de yürüttüğünüz politikaları dayanışmayla paylaşıyorum. Aslında, 1985-1995 arasında, hayatımdaki en önemli şey Sosyalist Feministlerin Avrupa Forumu’ydu. Avrupalı kadınlar her sene bu güzel ve yapıcı konferanslarda buluşuyor ve sosyalist feminist hareketin bir parçası olarak hissediyorduk kendimizi. 1995’de, pek çok şey oldu, bunlardan bir tanesi, Doğu’dan, Sovyetlerden ve Doğu Avrupa’dan arkadaşlarımızın konferanslara gelmesi ve bize “sosyalist” mi? diye sormasıydı. “Biz eve döndüğümüzde kadınlarımıza sosyalist bir örgütlenmede olduğumuzu söyleyemeyiz” dediler. Biz de bunun üzerine sosyalist yerine “sol feminist” demeye karar verdik ve konferansın adını Sol Feministlerin Avrupa Forumu olarak değiştirdik. Fakat bu sadece bir sene daha sürdü ve dağıldı. 1991’den sonra, Körfez Savaşı, Sovyetlerin çökmesi, sizde bu süreç nasıl bilmiyorum ama İngiltere’de feminizmin düşüşe geçtiği yıllar tam da bu zamanlar. Bir yandan da tabii akademide post-feminizm, post-modernizm, post-yapısalcılık gibi analiz türlerinin de artışa geçtiği bir zamandı ki artık kapitalizm, patriyarka gibi ‘eski moda’ şeyler hakkında konuşamıyorduk. Son zamanlara kadar benim neslim feminist kadınlar için çok fazla değişiklik olmadı. Ama 2005 civarında, son 10 senede yani, İngiltere’de yeni genç kadınların hareketi yükselişe geçti, ilk soruda da bahsettiğim örgütlenmeler. Ama bence politika alanları oldukça dar, tabii önemli ama kapitalizm ve miliyetçilikten kaynaklı kadın ezilmişliğinin ve sömürüsünün geniş bir kısmını da dışlayıcı. Benim için iktidarın tüm bu parçaları birbirine geçmiş halde. Postmodernist düşüncenin temel kelimelerinden biri kesişimsellik (intersectionality). Bunun çok ağır ve aynı zamanda aşırı kullanılmış bir kelime olduğunu düşünüyorum. Bireylere sürekli söylenen, iktidara ilişkin konumsallıklarının kesişimsel olduğu. Sadece kadınım diyemezsin, beyaz ve orta sınıf bunların hepsini kabul etmen gerekli deniyor. Bu noktada ‘korkunç’ bir kelime olmasına rağmen, kesişimsellik kesinlikle doğru ama burada fark etmemiz gereken, kesişimselliğin sistem için de geçerli olduğu. İktidar ve onun boyutlarının kurumlar aracılığıyla üzerimizde tahakkümünü kuruyor oluşu. Mesela aileyi örnek olarak alalım. Bunun sadece patriyarkal bir kurum olduğunu düşünebilirsin ama değil. Aile aynı zamanda sermayenin nesiller üzerinden aktarımını ve devamını sağlayan parasal bir kurum, sana ‘münasip’ bir Türk olmayı öğreten, milliyetçi-etnik bir kurum. Bunlar birlikte çalışan ve birbirini şekillendiren şeyler. Dolayısıyla, savunduğum şey, bu birlikte işleyen iktidar karşısında bizim de bütünsel bir mücadele yürütmemizin gerekliliği. Bunu nasıl yaptığımız ise başka bir mesele.
*Orjinalinden kısaltılarak çevrilmiştir. Ruşen Işık ve Yasemin Akis’e görüşme hazırlık sürecindeki destekleri için ve Ezgi Sarıtaş’a bizi Cynthia ile buluşturduğu için teşekkür ederiz.