Jacqueline Harpman’ın Erkek Nedir Bilmezdim adlı eseri, feminist distopya edebiyatının en özgün örneklerinden biri olarak, patriyarkanın yokluğunda bile onun gölgesinin nasıl sürdüğünü gözler önüne serer.

Feminist okumalara ilk başladığım dönemde sık sık karşıma çıkan bu romanı nihayet okuma fırsatı buldum. Jacqueline Harpman’ın 1995 yılında Fransızca kaleme aldığı Moi qui n’ai pas connu les hommes (I Who Have Never Known Men) eseri, Türkçeye Erkek Nedir Bilmezdim adıyla çevrilmiş ve 2004’te Doğan Kitap tarafından yayımlanmış. Ancak ne yazık ki kitabın Türkçe baskısı uzun süredir bulunmuyor; yalnızca ikinci el kitap sitelerinde nadiren rastlamak mümkün. İngilizce çevirisi ise hâlâ Amazon gibi platformlar üzerinden erişilebilir durumda.

Benim için bu kitabı okumak, sevgili Deniz sayesinde mümkün oldu; Türkçe çeviriyi bana ulaştırdığı için ona binlerce kez teşekkür ederim. Çünkü Erkek Nedir Bilmezdim, sadece kişisel bir okuma deneyimi sunmakla kalmıyor; feminist distopya edebiyatı içinde benzersiz bir yere sahip ve toplumsal cinsiyet, beden politikaları ve kadınlık deneyimi üzerine düşünmek için gerçekten çok zengin bir alan yaratıyor.

Hikaye ve temel konular

Erkek Nedir Bilmezdim, 205 sayfalık kısa ama yoğun bir distopik roman. Hikâye, adı verilmeyen genç bir kızın gözünden anlatılır. Bu kız, otuz dokuz kadınla birlikte yeraltında demir parmaklıklarla çevrili, kapalı bir mekânda hapsedilmiştir. Diğer kadınların aksine onun geçmişe dair hiçbir anısı yoktur; ne ailesini, ne çocukluğunu, ne de erkekleri tanımaktadır. Tam da bu nedenle romanın başlığı, onun deneyimsizliğini ve “erkeksiz” bir belleğin varlığını işaret eder.

Kadınların başında, konuşmayan ve hiçbir açıklama yapmayan erkek gardiyanlar vardır. Bu erkek figürleri, yalnızca sessizlikleri ve otoriteleriyle var olurlar; kadınların yaşamlarını düzenler, bedenlerini kontrol eder, ama onlarla asla doğrudan iletişime geçmezler. Günlük yaşam yemek, sessizlik ve bekleyişten ibarettir.

Bir gün, hiçbir neden açıklanmadan, bir siren sesiyle gardiyanlar ortadan kaybolur. Tam o sırada gardiyanlardan biri demir parmaklıkları açmak üzeredir ve bu sayede kadınlar özgürlüğe kavuşurlar. Fakat dışarı çıktıklarında karşılaştıkları manzara, özgürlükten çok bir boşluktur: insanların, hayvanların, toplumsal yaşamın tamamen silindiği, ıssız ve sessiz bir dünya. Kadınlar bu yeni dünyada hayatta kalmaya çalışırken, anlatıcı kız için asıl mesele yaşamın anlamını ve kendi varlığını sorgulamaktır.

Kadınların patriyarkal dünyadan koparılışı

Romanın genç kadın anlatıcısı, hayatında hiç erkek tanımamış olması nedeniyle gardiyanların varlığını anlamlandırmakta zorlanır. Onun için erkek figürü, yalnızca diğer kadınların anlattığı bir “hikâye”dir. Bu nedenle gardiyanların otoritesini mutlak bir şiddet olarak değil, kimi zaman kendilerinin de tutsak olduğu bir düzenin parçası olarak algılar. Bu empati girişimi, aslında patriyarkal iktidarın görünmezliğine işaret eder: baskı o kadar doğal ve “kaçınılmaz” sunulur ki, fail ile mağdur arasındaki sınırlar bulanıklaşır.

Genç kızın aşkı, sevgiyi, hatta cinselliği yalnızca duyumlar üzerinden öğrenmesi, patriyarkanın kadın bilgisini kuşaktan kuşağa aktarma biçimini hatırlatır. Burada deneyimin yerini anlatı alır; kadınların hafızası, erkek şiddetiyle örülmüş bir sözlü tarih niteliğindedir. Gardiyanların bir zamanlar şiddet uyguladığını yaşlı kadınlardan öğrenmesi, patriyarkal düzenin sürekliliğini gösterir. Artık gardiyanların yalnızca kırbaç sesini duymaları bile kadınların itaat etmesi için yeterlidir. Michel Foucault’nun disiplin toplumu analizinde belirttiği gibi, doğrudan şiddet uygulamasına gerek kalmadan, yalnızca gözetim ve “olasılık” fikri bile iktidarı işler kılmaya yeterlidir (Foucault, 1975).

Bu durum, günümüz patriyarkal düzeniyle sembolik bir paralellik taşır. Kadınların erkek şiddetini doğrudan deneyimlemediği alanlarda bile, şiddetin ihtimali davranışları şekillendirir. Erkeklerin görünürde yokluğu bile, toplumsal hafızada ve kadınların gündelik yaşam pratiklerinde hâlâ belirleyici bir gölge olarak kalır. Harpman’ın distopyası, bu açıdan, kadınların erkek egemenliğinden koparılmalarının ne kadar imkânsızlaştırıldığını çarpıcı biçimde gözler önüne serer.

Patriyarkanın kadınlardan duyduğu korku

Roman, yalnızca kadınların erkek egemen düzen tarafından bastırıldığını değil, aynı zamanda bu düzenin kadınlardan duyduğu korkuyu da açığa çıkarır. Gardiyanların kadınlara sınırlı yiyecek ve sınırlı kumaş vermesi, onların hayatta kalma pratiklerini kısıtlama çabasıdır. Bu kısıtlamalar, yalnızca biyolojik ihtiyaçların değil, aynı zamanda yaratıcılığın ve kolektif üretimin de sınırlandırılması anlamına gelir. Kadınların saç tellerinden ip yapması gibi yaratıcı direniş biçimleri, patriyarkanın tüm engellemelerine rağmen kadınların sürekli yeniden üretim ve dayanışma kapasitesine sahip olduğunu gösterir.

Bu noktada Harpman, patriyarkal iktidarın yalnızca şiddete değil, aynı zamanda kadınların üretici, yaratıcı ve dönüştürücü güçlerinden duyduğu endişeye dayandığını ortaya koyar. Feminist teoride sıkça vurgulandığı gibi, patriyarka kadınların yalnızca “varlığını” değil, potansiyelini de kontrol altına almak ister (Beauvoir, 1949; hooks, 1984). Kadınların her türlü üretim gücü, ister bilgi, ister beden, isterse basit bir ip örme pratiği olsun, tehdit olarak algılanır.

Bu bağlamda gardiyanların kısıtlamaları, yalnızca bir baskı aracı değil, aynı zamanda patriyarkanın “kadınların özgürleşme ihtimalinden duyduğu korkunun” ifadesidir. Kadınların saç tellerinden ip yapması gibi örnekler, baskının yaratıcılığı köreltmek yerine daha da çoğalttığını; direnişin en küçük malzemeden dahi üretilebildiğini gösterir.

Kadınların özgürlükle yüzleşmesi ve öğrenilmiş çaresizlik

Kadınlar, yeraltındaki hapsedilme yaşamından kurtulup hücrelerinden çıktıklarında, karşılarında tamamen boş ve ürkütücü bir dünya bulurlar. Etraflarında insan yapımı hiçbir nesne yoktur; uçsuz bucaksız bir ova onları beklemektedir. Bu yeni ortam, özgürlüğün yanı sıra büyük bir korku da yaratır.

Diğer kadınların yaşadığı korku ve temkinlilik, feminist teoride sıkça “öğrenilmiş çaresizlik” olarak tanımlanan bir duruma benzetilebilir (Seligman, 1975). Kadınlar, yıllarca süren baskı ve gözetim sonucunda, kendi potansiyellerini ve karar alma yetilerini yeterince güvenle kullanamaz hâle gelmişlerdir. Bu, toplumsal baskının kadınların psikolojisi üzerindeki kalıcı etkisini sembolize eder.

Öte yandan genç anlatıcı kız, bu duruma direnç gösterir; etrafını keşfetmek, dünyayı görmek ve kendi deneyimlerini edinmek için yoğun bir arzu duyar. Bu, patriyarkal baskıya rağmen bireysel özne olma çabası olarak okunabilir. Ancak topluluk dinamiği ve diğer kadınların temkinli tutumu, anlatıcının da kısa süreliğine bu “ortak fikir”e uyum sağlamasını gerektirir. Özellikle Thea karakteri bağlamında, toplumsal uyum ve hayatta kalma stratejisi, bireysel arzularla kolektif karar arasındaki gerilimi ortaya koyar.

Harpman burada, feminist bir perspektifle, özgürlüğün tek başına var olmasının yeterli olmadığını, bireysel öznenin toplumsal bağlam ve diğer bireylerle kurduğu ilişkilerle şekillendiğini gösterir. Kadınların korkusu, yalnızca kişisel bir zayıflık değil; patriyarkal kontrolün içselleştirilmiş etkisinin bir göstergesidir.

Kadın dayanışması ve kolektif varoluş (güncel bağlam)

Harpman’ın romanında tasvir edilen kadın dayanışması, günümüzde de feminist hareketlerin temel stratejilerinden biri olarak öne çıkmakta. Romanın kadınları, yalnızca birlikte hareket ederek hayatta kalabiliyor ve kendi varoluşlarını sürdürebiliyor; benzer şekilde, günümüz dünyasında da kadınlar toplumsal, ekonomik ve kültürel alanlarda birlik olduklarında daha fazla güç kazanıyorlar. İş yerinde, siyasette, akademide veya sivil toplumda kadın dayanışması, bireysel mücadelelerin ötesine geçerek kolektif değişim yaratma potansiyeli taşıyor (hooks, 1984; Fraser, 2013).

Harpman’ın kurgusundaki dayanışma örnekleri, günümüz feminist hareketlerine de ilham veriyor: küçük topluluklardan büyük kolektiflere kadar kadınların birbirine destek olması, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine karşı etkili bir direnç mekanizması oluşturuyor. Yaratıcılık, paylaşım ve ortak amaç etrafında örgütlenen kadınlar hem bireysel hem de toplumsal düzeyde patriyarkal sınırlamaları aşabiliyor. Bu bağlamda roman, feminist okumalarda yalnızca bir distopya hikâyesi değil, günümüz kadın hareketlerinin kolektif stratejilerini anlamak için de zengin bir metafor sunuyor.

Anlatıcının erkekleri hiç bilmemesi ve kadın kimliğinin özgünlüğü

Roman boyunca anlatıcı, yıllar süren keşifleri sırasında farklı yeraltı hücreleri bulur ve bu süreçte hapse atılmış erkeklerle karşılaşır. Ancak, bu erkeklerin tamamı ölüdür; kadınlarla karşılaştığında ise erkeklerin yokluğunun hâlâ belirleyici olduğunu gözlemler. Thea, ona erkekler ve erkeklerin cinsellikle ilgili davranışları hakkında bilgi verir; ancak anlatıcı, fiziksel temastan ve erkeklerin müdahalelerinden derin bir tiksinti ve korku duyar. Daha önce erkekleri hiç tanımamış olması, onun için erkeklerle temasın hem yabancı hem de tehditkar algılanmasına yol açar.

Bu noktada Harpman, kadınlık deneyiminin patriyarkal cinsellik normlarından bağımsız olarak da anlam kazanabileceğini gösterir. Anlatıcı, diğer kadınlar arasındaki sevgililik ilişkilerini gözlemler ve Thea’nın açıklamalarıyla bu deneyimlerin sosyal ve kültürel boyutunu kavrar. Ancak kendi duygusal tepkilerini keşfettiğinde, romantik ve duygusal bağını yalnızca Thea’ya yönelttiğini fark eder.

Bu durum, feminist bakış açısıyla iki temel soruyu gündeme getirir: Sevgi ve duygusal bağ, toplumsal öğrenmeyle mi oluşur yoksa bireyin doğasında zaten mevcut mudur? Anlatıcının deneyimi, sevginin yalnızca cinsiyetler arası bir öğrenme süreci olmadığını, aynı zamanda kadınlar arası bağ ve öznel duygu dünyasının da özgün bir biçimde gelişebileceğini ortaya koyar. Harpman, böylece kadın kimliğinin ve cinsel öznelliğin, erkek deneyiminden bağımsız olarak inşa edilebileceğini gösterir ve feminist kuram için önemli bir tartışma alanı açar (Butler, 1990; Beauvoir, 1949).

Anlatıcının regl olmaması ve erkeklerle hiç tanışmaması, Butler’ın (1990) ortaya koyduğu toplumsal cinsiyet performativitesi kuramı ile gerilimli bir biçimde okunabilir. Butler’a göre kadınlık ya da erkeklik, doğuştan sabit kimlikler değil; tekrar eden toplumsal pratikler aracılığıyla kurulan yapılardır. Oysa romanda anlatıcı bu pratiklerden tamamen yoksundur; ona regl olmak üzerinden bir kadınlık tanımı yüklenmez, erkeklerin bakışıyla şekillenen bir “kadın öznelliği” geliştirmez. Bu nedenle anlatıcı, Butler’ın teorisine göre mümkün olmayan bir durum sergiler; toplumsal performansların yokluğunda bile bir “kadınlık deneyimi” yaşar. Bu durum, romanın feminist açıdan özgünlüğünü ve alternatif bir kadınlık deneyimi tasavvur etmesini sağlar.

Öte yandan, Foucault’nun (1976) biyopolitika kavramı romanın sonu üzerinden okunabilir. Beden, toplumsal kuralların ötesinde bile, biyolojik kırılganlıkları üzerinden iktidar tarafından anlamlandırılmaya açıktır. Anlatıcı hiç regl olmamış olsa da romanın sonunda rahminden kanayarak ölmesi, kadın bedeninin biyopolitik düzenlemelerden ve biyolojik sınırlardan bütünüyle kaçamayacağını simgeler.

Dolayısıyla Harpman, anlatıcı üzerinden şu paradoksu açığa çıkarır; Butler’ın kavramıyla toplumsal performansların yokluğunda bile “kadınlık deneyimi” kurulmuş gibi görünür. Ancak Foucault’nun kavramıyla beden asla iktidar ilişkilerinden ve biyopolitik yazgıdan tamamen kurtulamaz. Bu kesişim noktası, romanı feminist kuram açısından özgün kılar: kadın kimliği hem kültürel hem de biyolojik sınırların gölgesinde inşa edilir, fakat yine de direniş ve özgürleşme arayışına açık kalır.

Sonuç

Jacqueline Harpman’ın Erkek Nedir Bilmezdim adlı eseri, feminist distopya edebiyatının en özgün örneklerinden biri olarak, patriyarkanın yokluğunda bile onun gölgesinin nasıl sürdüğünü gözler önüne serer. Roman, bellek, beden, toplumsal cinsiyet performansı ve kadın dayanışması gibi konuları derinlemesine işler. Anlatıcının erkekleri hiç tanımamış olması hem özgürlük hem de yabancılaşma yaratarak feminist kuram açısından çarpıcı sorular ortaya çıkarır. Harpman, kadın kimliğinin yalnızca erkeklerle kurulan ilişkiler üzerinden değil, aynı zamanda kadınların birbirleriyle kurdukları bağlar ve bireysel deneyimler üzerinden de anlam kazandığını vurgular. Bununla birlikte, kadın bedeninin biyolojik ve toplumsal sınırlarla çevrili kalması, özgürleşmenin ne denli karmaşık ve çok katmanlı olduğunu hatırlatır. Roman bu yönüyle, feminist teoriye katkı sunmakla kalmaz, aynı zamanda günümüz kadın hareketleri için de güçlü bir metafor işlevi görür.

 

Kaynaklar

Beauvoir, S. de (1949). Le Deuxième Sexe. Paris: Gallimard.

Butler, J. (1990). Gender Trouble: Feminism and the Subversion of Identity. New York: Routledge.

Foucault, M. (1975). Surveiller et punir: Naissance de la prison. Paris: Gallimard.

Foucault, M. (1976). La Volonté de savoir. Paris: Gallimard.

Fraser, N. (2013). Fortunes of Feminism: From State-Managed Capitalism to Neoliberal Crisis. London: Verso.

hooks, b. (1984). Feminist Theory: From Margin to Center. Boston: South End Press.

Seligman, M. E. P. (1975). Helplessness: On Depression, Development, and Death. San Francisco: W. H. Freeman.

 

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.