Doktora gitmek, tabutta ve nezarethanede başka koğuşlardan, hücrelerden kadınlarla tanışmaya vesile. Kimi tutuklu, kimi hükümlü, kimi çocuk, kimi işçi, kimi ağırlaştırılmış müebbetlik. Sosyalleşiyorsunuz.

isimsiz, 2021, Aslı Aydemir

Kantinden sipariş edilen çatallar, kaşıklar bükülebilir; törpü kağıttan, küllüğe kadar her şey plastik. Cam bardak satılmama riski altında. Koğuşun alt ve üst katındaki ortak alana birer adet ucu kırılmış, sapı plastik meyve bıçakları konuyor sadece. Çamaşır suyu her zaman ulaşılabilir değil, bazen azar azar, suyla seyrelterek veriliyor isteyene. Çünkü birilerini çatallayabilirsiniz, cam bardağı kırıp kendinizi ya da ötekini kesebilir ya da cam parçalarını mideye yuvarlayabilirsiniz; çamaşır suyu içebilirsiniz.

Ha çakmak da erişemeyeceğiniz bir lütuf olabilir. Anons geçiliyor: “Son zamanlarda gözlemlenen ateşe verme ve cam bardak veya pencere kırıp zarar verici davranışlarda bulunma nedeniyle devamı halinde satış yapılmayacaktır. Tüm tutuklu ve hükümlülere duyurulur.” Suçsa bu şahsiliği ilkesi kulak arkası; kesene, yakana değil yaptırım herkese. Sonucunda öfkenin bu kişilere doğru örgütlenme potansiyeli mevcut. Zaten hemen homurtular yükseliyor anons sonunda: “Biri sevgilisi için kendini kesiyor, yakıyor diye ben niye alamayacakmışım”; biri de boş tehdit olarak değerlendiriyor “çakmağı satmamazlık etsinler bütün demir kapılar yumruklanır”. Acil müdahale gerektiren bahsi yukarıda geçen durumlar ve başka sağlıksızlık halleri dışında cezaevinin rutini hiç sekmezmiş gibi. Kişinin kendi kitapları kotayı aşmamak kaydıyla iki ayda bir verilir, salı ve cuma gelen mektup günleri; çarşamba kantin, perşembe manav günü; gidecek mektuplar her gün verilir, çamaşır günü çarşambadır. Yanınızda bulundurulmasına izin verilmeyen ilaçlar sabah ve akşam olmak üzere saatleri değişir biçimde verilir, içtikten ya da ağzınızda eridikten sonra dilinizin altı ve üstüne memur gözü değmelidir. Tutuklu ve hükümlünün zamanı ve ihtiyacı genellikle öncelikli değildir. O vakte kadar beklemekle yükümlüsünüz; cezanız kesildi bir kere. Sözün özü cezaevinin rutinlerine işlenmiştir zaman. Saat sabah sayımını geçti, akşam sayımına on kala. Kronik hastalığınız nedeniyle ya da başka bir sebeple dışarıda gördüğünüz bir tedavi varsa o rutine denk düşene kadar sekteye uğramaması imkansız. Diyelim ki ilaç yanınızda, cezaevinin ilk durağı kabul birimi sizden teslim alır, ancak infaz memuru tarafından bulunduğunuz koğuşa getirilirse içebilirsiniz ilacınızı. Özellikle geçici koğuştaysanız, infaz memurunun hafıza ve insafına infaz edilirsiniz.

Dilekçeler… Yazmayı unuttuysa parmaklarınız bir zaman sonra hatırlayacaktır, çünkü aklınıza gelebilecek her şey için dilekçe yazmak durumundasınız. Kalbinizi yansıtmayan çizgisiz beyaz A4 kağıtlarında yazıyla iletişim kuruyorsunuz. Sekteye uğramış tedaviniz için yazdınız; dilekçeniz görüldü; kampüs içindeki, evet onlarca cezaevini içeren binlerce kişilik bir kompleks burası, revire çıkarıldınız. Hastaneye sevk edilirseniz, bu sefer de hastaneye gidiş için çağrılmayı bekliyorsunuz. Sayımlar geçiyor ve nihayet doktora götürülmek üzere koğuştan çıkarılıyorsunuz. Jandarma kelepçeleri takıyor, diğer tutuklu ve hükümlülerle kliması çalışmayan, plastikten kabinlerin sauna işlevi gördüğü araçla on dakikalık yola çıkıyorsunuz. Tabut da deniyormuş bu araca. Kelepçeler bileklerinize büyükse siz çıkarıyorsunuz jandarma takıyor, tekrar çıkarıyorsunuz, yine takıyor. İnfaz memurlu ve haliyle doktorlu muayeneniz birkaç dakika sürüyor ama git-gel nezarethanede muayene sırası, sizi geri götürecek tabutu beklemeniz, cezaevine giriş ve çıkışlarda aranmalarınız, x-ray’den geçişleriniz derken en az iki saat sürüyor. Biliyorsunuz cezanızın bir kısmı beklemek ve bu bekleyişte koğuşunuza gitme arzunuza dehşetle hayret ediyorsunuz.

Sanki konteynırdan yapılmış hastane erkek ve kadın tutuklu/hükümlülerin karşılaşma mekanı. İlk iş, bir koridordan geçerek ulaştığınız nezarethaneye konulmak. Koridorun başında, arkasında jandarmanın oturduğu bir masa var. İlerledikçe solunuzda ağır, metalden olma, birbirine eklenmiş sandalyeli banklar var, üzerinde de bankın koluna tek bileğiyle kelepçelenmiş bir iki erkek. Kadın ve erkeklerin ortak geçtiği koridorlar gibi nezaretler de ortak kullanımda lakin “doğal olarak” bir nezarethanede kadınlar konulduğunda diğerine erkekler konacak. Bu nezarethaneler önce gelen cinsiyetçe kapıldığından değişken. Duvarları söylüyor bunu. İsimler ve koğuşlar yazılı veya kazılı. Kadınlar ve erkekler birbirlerini görmeksizin sesleniyorlar: “Sigara var mı? Çakmak göndersene.” Bakışlar ve seslenişlerle başlayan tanışıklıklar mektupların eşlik ettiği flörtlere dönüşüyormuş. “-C4’ten biri var mı? Yok C-7 var. -Olmaz, bana C4 lazım.”

Doktora gitmek, tabutta ve nezarethanede başka koğuşlardan, hücrelerden kadınlarla tanışmaya vesile. Kimi tutuklu, kimi hükümlü, kimi çocuk, kimi işçi, kimi ağırlaştırılmış müebbetlik. Sosyalleşiyorsunuz. Bir kadın var, genç bir kadın, nasıl canlı. İnfaz memurlarıyla konuşuyor, isimlerle hitap ediliyor, gülüşülüyor. Uzun süredir cezaevinde belli. Hücrede kaldığını söylüyor sorana. Hücrenin ne olduğunu tam olarak bilmeseniz de, çok büyük suça çok büyük ceza kesildiğini anlıyorsunuz. “Ne ki suçun?” “Cinayet.” “Erkek arkadaşın mıydı?” “Karışık.”. Yirmi dört yaşındaymış, üç yıldır hücrede imiş ve daha otuz yıldan fazla cezası varmış. Müebbet… Ağırlaştırılmışın şiddeti, hücrede kalmak galiba. Hücre, en azından Silivri’de, bir oda imiş. Koğuşlarda yerde yatanlarla birlikte üç-dört kişilik oldurulan odalardan. Tek başına kalıyor; başka hiçbir hükümlü ya da tutukluyla karşılaştırılmıyor; avluya günde sadece bir-bir buçuk saat tek başına çıkarılıyor. Canlılığıyla neşeli yürürken hastane koridorunda herkesin yüzüne çarpan, ciğerlerini dolduran o yoğun idrarlı tuvalet kokusuna gayri ihtiyari “çok kötü kokuyor burası” deyiveriyor. Birden kelepçeleri çözüp, tutuklu ve hükümlüleri tek tek nezarethaneye koyan jandarma bağırmaya başlıyor: “Kokuyormuş, ne kokuyor sabahtan beri buradayız biz.” Sonra tutuklulardan biri “Ne bağırıyorsunuz?” diyor; “Avukatı mısın?”, “Evet”, “Ne işin var burada o zaman”, “Bilmiyor musunuz avukatları da tutukluyorlar”, “Burada sadece tutuklusun!” Neden sonra bir şekilde güvenen, belki de tekrar tekrar yargılanmaktan usanıp, bunun yapılmayacağına ikna olunca anlatıyor suçlu bulunduğu cinayeti. Bir aşirete mensupmuş, öldürürler diye kimseye söyleyemediği ve gizlemeyi başardığı gebeliği bir tarlada tek başına doğumla sonuçlanmış. “Erkekti” diyor. “Ama ölü doğdu.” Cezaya bakınca, bebeği onun öldürdüğüne karar vermiş hakim. “Babası neredeydi?”, “Sevgilimdi, şimdi en yakın arkadaşımla evlendi.” Can korkusu bir cana mal olmuş, ve yaşayanın ömrü dört duvarda…

Bir dikkatsizlik sonucunda planlanmayan bir gebeliği önlemek için ertesi gün hapları var; belki bilmiyor bilse bile küçük bir yerde yaşıyor, alamaz, duyulur. Hadi gebelik oldu ülkemizde fiilen yasak olan kürtaj var, dünyanın pek çok yerinde ulaşılabilir. Hatta bazı ülkelerde kadınların uzanmaktan pek haz etmediği o çatala oturmak bile gereksiz, ağızdan alınan bir ilaç sonlandırıyor plansız gebeliği. Bu kadar basitken işte, genç bir kadın yeryüzünde ama ayakları toprağa basmadan, gökyüzünün altında ama ufku görmeden on yıllar boyunca tek başına hapis. Patriyarkal şiddet kendi doğurduğu sonucun faturasını yirmi bir yaşında genç bir kadının bedenine kesmiş. Konuşmalar devam ediyor; bir yerde diyor ki, “Ben inanıyorum çok kalmayacağız burada”. Gerçek miymiş bir umuttur yaşamak?

On üç-on yedi yaş aralığındaki çocukların kaldığı koğuşa sübyan koğuşu deniyor. Bu çocuklar ebeveynleri yanlarında olmaksızın koğuştalar. Bir de anne-çocuk koğuşlarında kalan çocuklar var. Bu küçük çocukların sesleri gülüşleri taşıyor bazen malta denilen koridora. Bazen de kendileri taşıyorlar. Koğuşun demir kapısı açılır açılmaz maltaya Koşturuyorlar. Anneler çıkarmıyor tabii. Çocuklar infaz memurlarını yakalamaca oynamaya zorlamış oluyor, hangi memur ne kadar ve nasıl bu oyuna iştirak ediyor görmek güç çünkü maltada yürürken denk geldikleriniz örnekleminiz. Avlusunun ve iç duvarlarının gönüllü tutuklu ve hükümlülerce çiçeğe böceğe boyandığı bu koğuşlarda kalan on yedi yaşındaki genç kadın “Abla sübyanım ya ben, o yüzden takmıyorlar bana kelepçe” diyor. Yaşından büyük cezası olan bir suçla mahpus, uyuşturucu satıcılığı. Hali, tavrı, çok erkeksi, görünümü kısmen kadınsı. Ya kadın ya erkek gibi olmalı ya, herkes uyuşturucu satıcılığından hükümlü bu ara formu uyuşturucuya bağlıyor. Önüne geçilemeyen bu akışın nedeni dışarıda LPG içeride uyuşturucu. Bekleme süreleri uzun olunca konuşuluyor. Zaman çeneye vuruyor. Tutuklu olanı soruyor çocuğa: “Çok küçüksün, daha uzun ömrün. Ne düşünüyorsun buradan çıkınca?”, “Abla ya keyfini süreceksin ya da zengin olacaksın.” Anlamıyor diğeri, “Neyin?”. “İki tipi var bu işin. Kazandığını harcayacaksın, kendin de içeceksin. Bunların eline para kalmıyor. Ya da içmeyecek sadece çalışacaksın.” Uyuşturucu satıcılığından bahsediyormuş. Soruyor öbürkü “Peki bunun dışında, suç görülmeyen bir iş düşünsen, ne gelir aklına?” Çabuk cevap veriyor: “Silah satarım.” “Hayır, suç denilmeyen bir meslek.” “Abla ben ne olacağım, ailem, geldiğim yer belli. Ya uyuşturucu ya da silah satarım.” Pes etmiyor sormaya devam ediyor: “Bunların dışında, anne babanın işini yapmak istemezse mesela biri?” Düşünüyor biraz, karşısındakinin yüz ifadesinden cevaplarının olmadığını anlasa da sayıyor: “Hırsızlık, dolandırıcılık… E abla ne yapacaksın ki başka?” “Hani bunlara suç deniyor ya devlet tarafından, suç denilmeyen bir meslek düşün.” Bu sefer uzun düşünüyor fakat fazla uzaklaşamıyor. “Kurye” diyor, evreka misali. İkisi birlikte gülüyorlar.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.