‘Evdeki melekler’ kendi hayatlarının dizginlerini eline almak isteyen kadınlara dönüşmüştür artık. Özgürlükleri için birbirleriyle dayanışarak dernekler/cemiyetler kurmuş, dergiler çıkarmış, kalemleriyle isyanı büyütmüşlerdir. Başka bir ifadeyle ‘kanatlarını çırpmaya’ başlamışlardır.
Modernleşmeyle birlikte aydınlanma düşüncesinin, özellikle kadınlar üzerindeki etkisiyle ilgili onlarca çalışma yapılmıştır. Tanzimat’ın yazın alanında kendisine geniş yer bulan modernist düşüncenin Osmanlı kadın aydınları üzerindeki etkisi, dönemin hikâye ve romanlarında değinilen başat konulardandır. Yenilikçi sayılabilecek erkek yazarlar, genellikle “yoz” olarak betimledikleri, Batılı fikirleri özümsemiş kadın karakterleri eserlerinde bu “bozulma”nın mümessili olarak yansıtırlar. Doğu-Batı, eski yeni çatışmaları, bu değişimin etkilerini hayatlarına ve duygu dünyalarına yansıtan kadın karakterler ve onların değişen dünya tahayyülleri üzerinden ele alınır. Benzer özellikleri taşıyan diğer karakterler için de çok olumlu bir tablo çizilmez ancak bu tesirin kadınlar üzerindeki yansımasının erkek yazarları başka açılardan rahatsız ettiğini, meselenin basit ve sığ bir “yozlaşma” eleştirisi olmadığını anlatmaya çalışacağım.
Gilbert ve Gubar’ın The Madwoman in The Attic / Tavan Arasındaki Deli Kadın’da belirttikleri “evdeki melek” ve “canavar/ölümcül kadın” tipi karakterler[1], Tanzimat romanlarında tespitini rahatlıkla yapabileceğimiz bir yer teşkil ediyor. İntibah’taki Dilaşub, Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat’taki Fıtnat, Sergüzeşt’teki Dilber akla ilk gelen “evdeki melekler”dir. Bu karakterler cariyedir ve sadece, ataerkinin kadınlara atadığı “iyi ve güzel” özellikleri taşırlar. Onlar koşulsuz itaat eden, fedakâr, kendisini erkeğinin mutluluğuna adamış kadınlar olarak tasvir ve bir bakıma da telkin edilir. Aynı romanlarda şüphesiz, hayatının bir döneminde erkek karakterin kapılıp gittiği, baştan çıkarıcı ve tüm yönleriyle evdeki meleğin karşısında konumlandırabileceğimiz ölümcül kadın karakterler, yani “canavar” tipi ise erkek egemen topluma başkaldırmış, bağımsız adeta şeytani özellikler taşıyan kadınlardır. Kaynağını büyük ölçüde dinlerin ve mitlerin teşkil ettiği “hileci, entrikacı, şeytanın işbirlikçisi kadın” anlayışına uygun bu tipler bazen yazarın da araya girmesiyle kötülenerek toplumsal normlar için ciddi bir tehdit olarak görülmüşlerdir. Mesela Mehpeyker için Namık Kemal romanda akışı bozarak şöyle der: “ahlak ve terbiyeden yoksun, rezalette ustalaşmış, aşüfte…” Bu aşırı idealize edilmiş karakterler aslında yazarların zihnindeki “makbul ve uzak durulması gereken kadın” imajlarını içerirler.
Eserler, kendi dönemlerinde yerleşik bazı kurumların -kölelik gibi- eleştirisini içerse de dayatılan bir ideal kadın (Gilbert ve Gubar’ın deyimiyle evdeki melek) tanımı görürüz. Mesela Sergüzeşt’in Dilber’i çok talihsiz bir yaşamı olan, sonunda Nil Nehri’ne atlayarak intiharı seçen adeta yeryüzüne düşmüş bir melek olarak tasvir edilir, olumsuz tek yönü bile bulunmaz. Köle olarak alınır satılır, kötü ailelere denk gelir, türlü eziyetler görür, sonunda Mısır’a başka birine satılır ve intihar ederek yaşamına son verir. Ya da İntibah’ın Mehpeyker’i toplum dışına itilmiş, çok güzel ve tutkulu, özgürlüğüne düşkün ve erkeklerin duygularını sömüren bir kadın olarak çizilir. Toplumdan dışlanmış olması onu diğer “makbul kadın” tanımlarına, bu tanımı yapan ve kendisini hem bedensel olarak sömüren hem de sistemin dışına atarak aşağılarda konumlandıran ikiyüzlü ataerkiye karşı öfkelendirir. Tanzimat, roman türünün ilk örneklerinin verildiği teknik bakımdan kusurlu eserlerin yazıldığı bir dönem olarak kabul edilir ve kadın tipleri yaklaşık olarak bahsettiğimiz gibidir.
Servet-i Fünun ise roman türünde teknik bakımdan kusursuzluğa yaklaşılan, karakterlerin birey olarak, daha bütünsel ve karmaşık yönleriyle ele alındığı bir dönemdir. Başlıkta adı geçen Pierre Loti’nin Les Désenchantées romanı da (1906) bu dönemlerde yayınlanmış, Türkçeye Mutsuz Kadınlar olarak çevrilmiştir. Bu romanı dönemin diğer eserlerinden ayıran çok önemli bir tarafı var. II. Meşrutiyet’in ilanına yakın bir zamanda haremden Avrupa’ya kaçan, dönemin Hariciye Memuru Nuri Bey’in kızları Hatice Zinnur ile kız kardeşi Nuriye küçük yaşta çarşaf giydirilen ve babalarının seçtiği biriyle evlilik yapan, harem kadınlarından yalnızca ikisi… Fransız Yazar Pierre Loti ile Fransız Gazeteci Marc Hélys (Marie Léra’nın yazarken kullandığı erkek ismidir) aracılığı ile temas kurarak Türk kadınlarının bu “saadetten mahrum” hayatlarını Avrupa’ya duyurmak isterler.[2] Bu üçlü (Hatice Zinnur, Nuriye, Marie Léra) Loti’ye romanı yazdırır.
Romanın kurgusu gerçeğe uygun olarak şöyle tasarlanmış: Zeynep, Melek ve Cenan adlı üç kadının André Lhéry adında Fransız bir yazarla mektuplaşmaları, İstanbul’un farklı semtlerinde buluşmaları ve kadınların haremdeki mutsuz evlilikleri… Türk kadınlarına küçük yaşta çarşaf giydirilmesi, babalarının kendileri için seçtiği erkeklerle evlendirilmeleri ve ardından kaçınılmaz olarak gelen “saadetten mahrum” bir hayat. Cenan isimli karakter, romanda mutsuz evliliği yüzünden intihar edecektir. İntihar etmeden önce Cenan, yazar André’ye yolladığı mektupta şunları söyler:
“Uyuyun zavallı ruhlar. Kanatlarınız bulunduğunu, hiçbir zaman hatırınıza getirmeyiniz. Fakat şimdiden kanatlanmış bulunanlar, haremin ufkundan gayrı ufuklar görmüş bulunanlar, ah André, bunları size emanet ediyorum, onlardan bahsediniz, onlar için konuşunuz.”[3]
Loti’nin bu romanı dönemin aydın erkekleri tarafından da yoğun eleştirilere maruz kaldı. Eleştiriler ekseriyetle, haremin sırlarını Batı’ya ifşa ettiği düşüncesiyle kız kardeşlere duyulan öfkenin gölgesinde, kendi hayatlarının öznesi olmak isteyen kadınların “yanlış yolda oldukları, onların aslında bir şeyleri kaybettikleri ya da çok efsunlu bir güçten artık mahrum oldukları” yönünde tuhaf bir histeri krizi şeklindeydi. O dönem, aydınlanma düşüncesinin etkisiyle bir yandan toplumun yerleşik, köklü kurumlarıyla yüzleşiliyor, bir yandan da bu düşüncenin doğurduğu “yeni kadın” tipi onları tedirgin ediyordu. Çünkü her ne kadar bu değişimin/ dönüşümün tanığı ve bir yönüyle de parçası olmuş olsalar da patriyarkadan gelen yüzyıllık bir geleneğin ve zihniyetin izlerini taşıyorlardı.
Yahya Kemal, roman için şunları söyler: “Pierre Loti’nin Desenchante Kızlar tesmiyesini biz, ‘Nâşâd (mutsuz, üzgün) Kızlar’ gibi tamamiyle yanlış bir tercüme ile bozduk. Pierre Loti Desenchante Kızlar derken, alafrangalaşarak İslam hareminin sihr ü efsununu kaybeden Türk kızlarından bahsediyordu. Eğer dünyanın dört köşesinde herkesin manasını anladığı bu meşhur tesmiyeyi doğru tarzda tercüme edersek ‘Sihr ü Efsununu Kaybeden Kızlar’ demek lazım gelir. Pierre Loti Türk kadınına verdiği bu sıfatla Türk hareminde büyük bir hadiseyi keşfetti. O bu hadiseyi keşfettiğinde biz Avrupa medeniyetinin hasretiyle yanıyorduk.”[4]
Benzer düşünceleri Ömer Seyfettin’in Genç Kalemler’de 1911’de yayınladığı Bahar ve Kelebekler’de de görürüz. Hikâye, 80 yaşındaki Nine ile 18 yaşındaki genç kızın konuşmalarından oluşur. Genç kız Loti’nin bu romanını okumaktadır ve Ninesi ne okuduğunu sorar. Saadetten Mahrum Kadınlar (bu isimli çevirisi de mevcut) cevabını alınca Nine şunları söyler:
– Kimmiş o kadınlar?
– Biz Türk kadınları…
Nine bu cevaba fevkalade üzülür ve torununun torununa, karşısında oturan hayatının henüz baharında olan bu genç kıza elemle, acı bir nazarla bakar:
– Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mı? dedi. Hayır hayır! Türk kadınları asla sevinçten, saadetten mahrum değildiler. Sevinçten ve saadetten mahrum olanlar sizsiniz. Şimdiki kadınlar… Siz bozuldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz!… Gençken ne kadar mesuttuk. Bahar, şu arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Şimdi siz bunları görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kararıyor, soluyor, soluyor, hırçın, berbat, tahammül olunmaz bir mahluk oluyorsunuz.[5]
Hikâyede bu kısım aslında Ömer Seyfettin’in ve dönemin ekseri aydın erkek zümresinin görüşlerini yansıtır. Genç kadınların mutsuzluğunu okudukları Avrupalı yazarların romanlarıyla ilişkilendirirler. Sürekli eskiye özlem duyarlar. Çünkü halihazırdaki “yeni” onların iktidarlarını pekiştiren ve yeniden üreten mazi gibi değildir. O “evdeki melekler” kendi hayatlarının dizginlerini eline almak isteyen kadınlara dönüşmüştür artık. Özgürlükleri için birbirleriyle dayanışarak dernekler/cemiyetler kurmuş, dergiler çıkarmış, kalemleriyle isyanlarını büyütmüşlerdir. Başka bir ifadeyle “kanatlarını çırpmaya” başlamışlardır. Bu ifadeyi yukarıda romandan alıntıladığım, intihar eden Cenan karakterinin bahsettiği “kanatları bulunduğunu hatırına getiren” ve zamanlarının ötesinde anılmaya layık olan tüm kadınlar için kullandım. Onları hep konuşacağız.
Ursula Le Guin’in şu sözü ile bitireyim: “Daha çok kız kardeşimin yükseklere kanat çırpmasını istiyorum. Zira özgürlük, hiçbir zaman kadınların kolay elde edebileceği bir şey olmadı.”
[1] Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları
[2] Senem Timuroğlu, Kanatlanmış Kadınlar, Osmanlı ve Avrupalı Kadın Yazarların Dostluğu, İletişim Yayınları
[3] Pierre Loti’nin Türk Kadınına Bakışı Galip Baldıran https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/151831
[4] Yahya Kemal’den aktaran İnci Enginün, Loti’nin Türklere Bakışı ve Edebiyatçılarımızın Yorumu, https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-80378/inci-engunu.html
[5] Ömer Seyfettin, Bahar ve Kelebekler, İş Bankası Kültür Yayınları