Virginia Woolf, 25 Ocak 1882’de, Londra’da doğdu. On üç yaşındayken çok sevdiği annesini kaybetti. Hiç okula gitmedi, kendisini babasının kütüphanesinde geliştirdi ve yazar olmaya karar verdi. Roman, kısa öykü, deneme ve edebiyat eleştirileri kaleme aldı. Mrs. Dalloway (1925) adlı romanında, kendi adıyla anılacak olan “bilinç akışı” tekniğini geliştirdi. Roman türüne yaptığı özgün katkılarla dünyanın gelmiş geçmiş en iyi modernist yazarlarından biri olarak kabul edilir. 28 Mart 1941’de, içine düştüğü ruhsal bir bunalım sonrasında, evinin yakınındaki nehre atlayarak intihar etti.
Virginia Woolf’un kadın yazarların erkeklere ait bir dünyada karşılaştıkları zorlukları anlatan Kendine Ait Bir Oda adlı kitabı, kadın hareketi içinde özel bir yere sahiptir. Woolf bu kitabında, Shakespeare’in kendisi kadar yetenekli bir kız kardeşi olsaydı, bu kadının başına neler gelebileceğini hayal eder: Okula hiç gönderilmediği için okulu bitiremeyen ağabeyi kadar bile eğitim görmeyecektir. Tek başına okumayı öğrenip eline bir kitap alsa, annesi odaya dalacak, böyle boş şeylerden vazgeçip çorapları yamamasını ya da ateşteki tencereye bakmasını söyleyecektir. On yedi yaşına basar basmaz ailesi tarafından evliliğe zorlanacak, buna razı olmayınca da babasından bir temiz dayak yiyecektir. Diyelim ki evden kaçacak cesareti buldu ve Londra’da bir tiyatronun kapısına dayandı. Oyuncu olmak istediğini söylediğinde, o çağda kadın rollerini erkek çocuklar oynadığı için alaya alınacaktır. Virginia Woolf, tek bir sözcük bile yazamadan genç yaşında ölen (canına kıyan) bu kadın şairin, yazarlık özlemiyle dolu bütün kadınların içinde yaşadığını söyler. Eğer her birimizin yılda beş yüz pound geliri ile kendine ait bir odası olursa ve düşündüğümüzü yazma yürekliliğini gösterebilirsek Shakespeare’in kız kardeşi olan ölü ozan, kadınların ortak çabasıyla gelecekte yeniden doğacak, tanınmamış kadın öncülerin yaşamından kendi yaşamını çekip çıkararak olağanüstü güzellikteki şiirlerini yazma olanağına kavuşacaktır.