Her ne kadar yaygın akademik ve toplumsal söylemler kadınların yakın ilişki şiddetindeki deneyimlerini ayrılma/ayrılmama ikiliğine sıkıştırsa da, kadınlar çoğu zaman bu ikiliğin ötesinde, yapacakları tercihlerin olası sonuçlarına ve risklerine bakarak hareket ediyorlar. Hayatlarındaki tek riskin, mücadele edilmesi gereken tek sorunun şiddet olmadığını vurguluyorlar.
İki farklı kıtadan iki kadının hikayesiyle başlamak istiyorum bu yazıya.
Michelle Fine, Amerikalı feminist bir sosyal psikolog. 1997 yılında yazdığı bir kitap bölümünde Altemese’nin hikayesinden ve onunla hastanedeki karşılaşmasından bahseder. Altemese tecavüze uğramış siyah bir kadın. Tek başına annelik yapıyor, yoksullukla mücadele ediyor. Fine’in uğraşlarına rağmen Altemese yaşadığı tecavüzü polise bildirmek ya da deneyimiyle ilgili olarak bir destek almak istemiyor. “Eğer bir şeyler daha iyiye gitmeyecekse konuşmanın bir anlamı yok,” diye ifade ediyor kendisini.
Nermin, doktora araştırmam kapsamında görüştüğüm kadınlardan birisi. Küçük, dağ köyü sayılabilecek bir yerde büyümüş. Çocuk yaşta annesini ve babasını kaybetmiş, eğitim hakkı elinden alınmış, 15 yaşında aile büyüklerinin verdiği kararla evlendirilmiş. Evlenmesinin hemen ardından şiddet görmeye başlamış. Nermin, bir gece, evde olan bütün ilaçları içiyor, “Bu gece çıkacağım bu evden,” diyor. Hastaneye kaldırılıyor. Onu görmeye gelen psikiyatriste şöyle diyor: “Ölmek için içmedim bütün bu ilaçları, benim 2 tane çocuğum var. Ben bu halimi ailem görsün istedim artık. Yaşadığım hayatı bilsinler artık istedim.” Nermin’in abisi geliyor sonra. Nermin’e “Kalk gidiyoruz,” diyor, ama çocuklarını babayla geride bırakmak şartıyla. Nermin şikayetini geri çekiyor, mahkemeye gitmekten vazgeçiyor. Bir 10 sene daha kocasıyla kalıyor.
İki farklı kıtada iki kadın, aynı “sessizlik”.
Bu iki hikayeyi okumanın yollarından bir tanesi kadınların tepkilerini, kararlarını, seslerini ya da sessizliklerini yaşadıkları psikolojik travma çerçevesinden anlamlandırmak. Bu iki kadının hikayesine, hem pratikte hem akademik çalışmalarda bilinirlikleri ve kullanımları çok yaygın olan travma odaklı yaklaşımlar içinden baktığımızda gördüğümüz şeyler şunlar: Deneyimlenen travmanın içinde hapsolmak, öğrenilmiş çaresizlik duygusuyla güçsüzleşme, olası çıkış yollarını görmekte zorlanma, inkar ve boyun eğme. Yani, bu hikayeler, psikolojik travma bağlamına konulduklarında, şiddet karşısında “ses çıkaramama”, şiddetten uzaklaşmak için gereken adımları atamama, şiddete karşı bireysel failliği ortaya koyamama hikayeleri oluyorlar.
Burada, şimdi yapmak istediğim, Altemese ve Nermin’in hikayelerine dair bazı sorular sormak. Bu iki kadının sessizliklerini, geri çekilmelerini, kabullenişlerini içinde yaşadıkları sosyal, politik, toplumsal ve ekonomik bağlamın değerlendirmesi olmadan nasıl yorumlayabiliriz? Örneğin, Altemese’nin polise gitmekteki, destek almaktaki gönülsüzlüğünü hayatının her alanında deneyimlediği sistemik ve kurumsal ırkçılığı hesaba katmadan nasıl anlamlandıracağız? Nermin’in şikayetinden vazgeçmesini içinde bulunduğu desteksizlik ve ekonomik yoksulluğundan bağımsız nasıl değerlendireceğiz? Nermin ve Altemese gibi, sosyal ve ekonomik güçleri oldukça sınırlı olan kadınların deneyimlerindeki travmayı, çaresizliği, güçsüzlüğü, ya da dayanıklılığı, gücü, ve failliği nasıl kavramsallaştıracağız? Kadınların hayatını çevreleyen sosyal ekonomik güçsüzlük ve sistemik bariyerler düşünüldüğünde ilişkide kalma ya da ayrılma kararları nasıl anlamlar taşıyor?
Kadınların yakın ilişkide yaşadıkları şiddet yalnızca bireysel ve ilişkisel bağlamda anlaşıldığında, ortaya her türlü kavramsal değerlendirmeye sızan hatalı bir karşıtlık çıkıyor: Evin içinde şiddet var, dışarıda ise güvenlik ve iyilik hali. Oysa kadınların deneyimleri dışarda onları bekleyen kucaklayıcı bir dünyaya işaret etmiyor; tam tersine, bazı açılardan baş edilmesi daha güç zorluklara, artan risklere ve tekinsiz bir geleceğe işaret ediyor. Aysel, görüşmesini yaptığım başka bir kadın, evdeki şiddetin ötesini şöyle anlatıyor:
“Oradaki polise gittim ama ‘kocasından dayak yiyen kadın gelsin, kocasından dayak yiyen kadın nerede,’ böyle koridorda öyle bağırıyorlar. Erkek her yerde erkek, polis de erkek, kocan da erkek, doktor da erkek. Yine polis yani gidiyorsun. Yol göstermeleri lazım ama diyor ‘…kocandır ne yapalım, kocan olmasa hapse de atarız.’ O zaman, polis de korumayacak kim koruyacak bizi? Onlar hapse atamıyor, ben de kocalıktan atamıyorum ki atsam ne yapacağım, kim bana bir güvence verecek, nereye gideceğim, ne yapacağım, bir işim yok, mesleğim yok.”
Nermin’le yaptığım görüşmede, abisinin ve ailesinin onu desteksiz bırakmasına dair anlattıkları üzerine şöyle demiştim: “Sığınacak, gidecek bir yeriniz yokmuş gibi hissetmişsiniz, kendinizi çok çaresiz hissetmiş olmalısınız.” Nermin güçlü bir kızgınlıkla cevap verdi: “Yoktu, zaten yoktu. Çaresiz hissetmedim, çaresizdim gerçekten de.”
Çaresizlik, psikolojik bir kavram olmanın ötesine geçiyor kadınların hayatında; çaresizlik, deneyimlenen ve içe alınan bir gerçeklik oluyor. Altemese’nin sessizliğinde, Nermin’in ve Aysel’in şiddettin içinde kalışlarında, kadınların hayatlarını çevreleyen sistemik ve sosyal bariyerler karşısındaki güçsüz bırakılmışlıklarını görüyoruz.
Peki, bu çaresizlikler, sessizlikler “sağlıklı” olmayan karar verme mekanizmalarına, kadınların kendileri için “iyi” olanı, “güvenilir” olanı algılamakta zorlanmalarına, şiddeti kabul edişlerine, normalleştirmelerine mi işaret ediyor? Görüşmesini yaptığım kadınların öykülerinde ilişkiden ayrılma/ilişkide kalma kararı söz konusu olduğunda hep şu sorgulamayı duyuyorum: Ayrılık sonrasında onları “sürdürülebilir” bir yaşam mı bekliyor? Sürdürülebilirlik sorusu kadınların ekonomik imkansızlıklarına, tek başına annelik yapmanın zorluklarına, “güvencesizliğe” ve “sahipsiz bırakılmaya” (hem aileleri hem de devletin kurumları tarafından) işaret ediyor. Şöyle bir sorgulamadan bahsediyoruz:
“Ayrılmak tamam, hadi ayrıldın, ama sonrasında ne olacak işte? Kiranı nasıl ödersin, çocuklarına nasıl bakarsın? İş yok güç yok, eğitimin yok, becerin yok, yani paran yok paran.” (Canan)
Her ne kadar yaygın akademik ve toplumsal söylemler kadınların yakın ilişki şiddetindeki deneyimlerini ayrılma/ayrılmama ikiliğine sıkıştırsa da, kadınlar çoğu zaman bu ikiliğin ötesinde, yapacakları tercihlerin olası sonuçlarına ve risklerine bakarak hareket ediyorlar. Hayatlarındaki tek riskin, mücadele edilmesi gereken tek sorunun şiddet olmadığını vurguluyorlar. Hatta evsiz kalma, çocuklarına bakamama, yoksullukla tek başlarına mücadele edememe riskine göre evin içindeki şiddet daha fazla baş edilebilir oluyor kadınların hayatlarında. Nermin, 10 sene önce abisinden beklediği desteği göremediğinde geri çekilişine dair hesabını şöyle yapıyor:
“En azından dedim, kira vermiyorum. Oğlan küçük, kız küçük nasıl yapardım? Yapamazdım. Ne yapacağım, onları sokakta mı bırakacağım dedim. Ya olur da cebime giren para yetmezse dedim.”
Şiddetin travmasına hapsolmuş, şiddet dışındaki alternatifleri görmekte, algılamakta zorlanan, karar verme güçlerini kaybetmiş ve hareketsiz kalmış kadınlarından değil; yaşadıkları sistemik çaresizliğin, fakirlik ve şiddet döngüsün içinde, ilişkide kalma seçimleriyle kendileri için o sırada en “sürdürülebilir” kararı almış kadınlardan bahsediyoruz. Ailesinden destek istediğinde yalnız bırakılan, polise başvurduğunda eve dönmesi önerilen, çalışsa bile düşük ücretli güvencesiz işlerde çalışan, hem çocuklarını hem kendisini kabul edecek sığınma evi bulmakta zorlanan kadınların öykülerini duyuyoruz; mücadelenin yokluğundan ziyade, mücadelenin alternatifsizlikler içinde sürdürülmeye çalışılmasından bahsediyoruz. İlişkide kalma seçiminin bu mücadelenin bir parçası olduğunu görüyoruz.
Şimdi sormak istediğim soru, ilişki içindeki bu mücadelenin kadınların ayrılma süreçlerinde ve sonrasında nasıl sürdürüldüğü sorusu. Nermin 10 sene önceki kalma kararına işaret ederek 10 sene sonra ayrılmaya karar verişini şöyle açıklıyor:
“Onlar büyüyüp de, ha tamam artık, kızım tek başına yapabiliyor, oğlum otobüse bindiği zaman tek başına okuluna gidebiliyor. Bunu başarabilirler artık, yani ben şu anda, bugün ölsem çocuklarım birbirlerine sahip çıkabilirler diye düşündüm. Ama 10 sene önce küçüklerdi, risk almak daha zordu.”
Çocukların büyümesi demek ekonomik bağımlılığın ve tek başına anneliğin sürdürülebilirliğine dair şüphelerin azalması demek oluyor. Bir yandan da, kadınlar günlük hayat mücadeleleri içinde kaynaklarını arttırma çabası gösteriyorlar. Aysel ve Arzu, şöyle anlatıyorlar:
“Aysel bankamatikten nasıl para çekilirmiş öğrendi, akıllı telefonu oldu, kredi kartı oldu. Daha zeki oldum, yıllar yılı gözlerim açıldı benim.” (Aysel)
“Müşterilerim beni hep desteklerdi. O beni her akşam döverdi, ben yine de ertesi gün işe giderdim hep… Bir gecede olmadı bu, yıllar yılı güçlendirdi beni. Her zaman da biliyordum çalışmak benim kaçış biletim olacaktı, oldu da.” (Arzu)
Çalışmak ve günlük hayata dair pratik beceriler elde etmek, sistemin kadınların önüne koyduğu bariyerleri yok edemese de, kadınların bu bariyerlerle mücadele etmekte kullanabilecekleri kaynaklarını arttırıyor. Burada altı çizilmesi gereken bir nokta, çalışmanın para kazanmanın ötesinde bir anlam taşıması. Kadınların çalışması onlara ekonomik bağımsızlık getirmiyor, kazanabildikleri para ekonomik olarak onları güvende hissedebilecekleri bir pozisyona koymaya yetmiyor. Çalışmak, kadınlara, destekleyici kişilerle karşılaştıkları, devam eden güçsüzlüklerine rağmen kendilerini olumlu ve yeterli deneyimledikleri bir alan yaratıyor.
Şimdi, tekrar şu soruya dönmek istiyorum: Bu olumlu deneyimlerle birlikte, ayrılık, şiddetten kurtulmanın, bağımsızlaşmanın, güvende olmanın ve güçlenmenin ölçütü olarak mı beliriyor kadınların öykülerinde? Bir başka şekilde ifade edersem; ayrılık kararı, şiddet ve şiddetsizlik, tehditler, riskler ve güvende olmak, güçsüzlük ve güçlenme arasındaki sınırlara mı işaret ediyor? Canan, Oya, ve Lale’nin söylediklerine bakalım:
“Kocamı bırakıp kaçtığımda kendime çok güveniyordum ben. Böyle ne bileyim güçlü hissediyordum çünkü yaptım ya kaçmayı başardım ya … Ama bir gün falan ya da daha kısa da olabilir, o kadar sürdü bu [gülüyor]. Çünkü 40 yaşındaydım ben, sokaklarda kalmış 40 yaşında bir kadın, evi yok, işsiz … bir sığınmadan diğerine birinden diğerine iki yıl böyle geçti.” (Canan)
“Zorundaydım ben yani, zorundaydım, işe gitmek için iki küçük çocuğumu evde bırakmak zorundaydım [kızı ortaokulda, oğlu daha küçük]. Bir gün kızım ocağı söndürmeyi unutmuş, yangın çıkmış evde. Neredeyse kaybediyordum ben onları [ağlıyor]. Evde kendi kendilerine kalabilecek yaşta değillerdi. Ama bir seçeneğin yok işte… Tek istediğim şey neydi biliyor musun, birazcık daha önümü görebilmek, çocuklarımı güvende tutmak, ama uzun zaman olamadı.” (Oya)
“Her şey zaten zordu … kendine çekidüzen verebiliyorsun yine de zaman içinde … Daha iyi hissetmeye başladım derken, kendime: ‘Çalışabilirsin artık, hazırsın devam etmeye’ derken bizi [ayrıldığı kocası] buldu. Bütün korkular, bütün o kötü duygular geri geldi. Sonra başka bir sığınmada 7 ay daha kaldık.” (Lale)
Kadınların ayrılık sonrası deneyimleri üzerine yapılan araştırmalara baktığımızda -özellikle de travma odaklı psikoloji çalışmalarından söz ediyorum- kadınların sistemik bariyerlerle, ayrılık sonrası şiddetle, ekonomik güçlüklerle, evsiz kalma riskiyle mücadelelerinin, çoğu çalışmada değerlendirilmeye alınmadığını ya da çok sınırlı bir şekilde değerlendirildiğini görebiliriz. İlişkide kalma süreçlerinde olduğu gibi, ayrılık sonrası süreçlerde de kadınların deneyimleri, travma sonrası stres ya da travma sonrası büyüme, dayanıklılık, iyileşme gibi kavramlarla anlatılıyor. Benim bu noktada yapmak istediğim, bu kavramların kendilerine dair bir eleştiri sunmaktan ziyade bu kavramlarla sınırlandırılan değerlendirmelerin kadınların deneyimlerinin bütününü anlamaya yetip yetmediğini sormak. Çünkü öyle gözüküyor ki, ayrılık kararı kadınların hayatına güvenliği getirmemenin ötesinde, bazı açılardan hayatlarındaki riskleri ve zorlukları da artırıyor. Kadınların öyküleri, şiddetten bağımsızlaşmanın yaşandığı, güvenli alanlarda deneyimlenen içsel bir iyileşme, büyüme mücadelesinden çok, fiziksel, duygusal ve ekonomik güvenliklerini sağlamak için verdikleri bitmeyen mücadelelerine işaret ediyor. İlişkide kalma kararlarında olduğu gibi, ayrılık kararları ve ayrılık sonrası süreçleri de güçlenmenin ve güçsüzlüğün bir aradalığını, eş zamanlılığını gösteriyor.
Melek ve Feride’nin neler söylediklerine bakalım:
“Mesela çevremde arkadaşlarım falan, hep bana diyorlar, ‘biz senin yaptığını yapamazdık, cesaret edemezdik, sen çok güçlüsün, çok cesaretlisin.’ Aslında böyle hiç de güçlü değil, hiç de güçlü olarak görmedim kendimi, hiç de cesaretli olarak görmedim. Hani mecburiyetten, hayat şartları, mecburen ben bu şekilde yönlendim diye düşündüm hep … Ben o evden çıktım artık hayatımı sadece çocuklarımla devam edeceğim ama aslında korkuyordum yani, hiç kendimi güçlü de hissetmiyordum.” (Melek)
“Küçücük zayıf bedenimle [Feride, gördüğü şiddet sonucu sakat bırakılmış bir kadın] kurtulmak için yapabileceğim her şeyi yaptım. Ben yaptım, her şeyin üstesinden gelmeye çalıştım. Duvarlarla konuşarak ağladığımı çok bilirim. Ama geceleri. 3 gün depresyon, sonra tekrar ayaklarımın üstüne. Başka çare yok yani. Ben çökersem ne olacak?” (Feride)
Bu anlatılarda çaresizlikten güçlenmeye doğru bir içsel yolculuk görmüyoruz; kadınların limitler ve imkansızlıklar içinde ayakta ve güçlü kalmak için zorunlu hissedişlerini ya da oluşlarını ve zorunlulukla sürdürdükleri mücadelelerini görüyoruz.
Bir yandan da kadınların bu bitmeyen mücadelelerinde, kendini hep hatırlatan tedirginlikler, tehditler, risklerle birlikte var olan ve güçlü bir gururla anlatılan başka öyküler de var:
“Erkekler bizden üstün ha, daha güçlü ha! Bu beyefendi bütün gün affedersin şeyini yayıp kahvede çay içiyor. Benim ben sabahtan akşama kadar çalışan, çocuklarına kol kanat geren, onlara bakan. Ben daha güçlüyüm, ben daha üstünüm.” (Nermin)
“Sağlık problemlerim çok beni yordu, sonra inan bazı günler eve ekmek alacak kadar paramız olmuyor. Yine de ama ben özgürüm. Evimiz var şükür, çocuklarım yanımda. Bir gün çok yemesek de olur, yarı aç yatağa girsek de. Tek önemli şey kimsenin parasına muhtaç olmamak, kimsenin acımasına muhtaç olmamak.” (Melek)
“Yapabileceğim ne varsa her şeyi yaptım … Polisi arıyorsun diyorlar ki ‘Of be yine mi sen sıkıldık senden yeter.’ Polis gelir, her seferinde bütün komşular camda film izler gibi bizi izliyorlar … Ama hiçbir şey ama hiçbir şey kendimi ve oğlumu korumaktan daha önemli değil. Polisi arıyorum, 5 dakikaya gelmediler mi yine arıyorum o zaman: ‘5 dakika önce aradım niye hâlâ gelmediniz?’ Getirtiyorum yani polisi o kapıya. [gülüyor]” (Pervin)
Bu öykülerin arka planının önemli bir parçasını kadınların zaman içinde buldukları ilişkisel ve kurumsal destekler oluşturuyor. Nermin, yıllarca süren yalnız bırakılmışlığına rağmen, ayrılık süreci boyunca iki kuzeninden gelen maddi ve duygusal desteği, öyküsünü anlatırken sık sık vurguluyor. Melek iş yerinde yaşadığı bir deneyimi şöyle anlatıyor:
“İşim işte etrafı temizlemek çay kahve ikramı yapmaktı. Ama ellerim titriyor benim demiştim ya [şiddet sonrası oluşan fiziksel hasarlara bağlı olarak]. Müşteriler geliyor, kahve götürüyorum, kahvenin yarısı fincanın altlığında [gülerek anlatıyor]. Çok utanıyordum böyle artık, yani sıkıldım artık … konuşmaya karar verdim, kovacaklarsa kovsunlar yani beni. İkisi birden ‘Ya sen ne diyorsun Melek, biz sana güveniyoruz, sen burada çalışmaya devam edeceksin, sen bizim için değerlisin, boş ver, yarım fincan kahve içsinler.’ Ben duyduklarıma inanamadım.”
Pervin, bu çalışmadaki birçok kadın gibi, hikayesinin şekillenişinde Mor Çatı’dan aldığı desteği vurguluyor:
“Zor bir andı. Mor Çatı’nın numarasını çevirdim, birisi açtı. Sadece ‘Beni bırakmayın,’ diyebildim. Telefondaki kişi telefon numaramı istedi ve bana döneceğini söyledi. Telefonu kapadım, dedim ki, bunlar da benimle ilgilenmeyecek. Bir daha aramayacaklar dedim. Aradılar [gülüyor]. Oradaki insanlar bana çok güç verdiler. Ben polis memurlarını bile savcılığa şikayet ettim yani o güç sayesinde. [gülüyor]”
Güçlenmenin öyküleri desteklenmenin, dayanışmanın öyküleri olarak karşımıza çıkıyor.
Sonuç olarak…
Kadınların şiddet karşısındaki tepkilerini, şiddetle mücadelede güçsüzlüğün ve güçlenmenin öykülerini bağlamsallaştırarak okumamız gerekiyor. Her şeyden önce, ilişkinin içinde yaşanan şiddet, kadınların politik, toplumsal ve ekonomik bağlam içinde deneyimledikleri zorlayıcı, patriyarkal baskının bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye, kurumsal koruma ve destek mekanizmalarının yetersiz kaldığı, bu mekanizmaların çalışması gerektiği gibi ve etkin bir şekilde çalışmadığı, kadının şiddetten korunması yerine ailenin korunmasının öncelendiği, yaklaşık 40 milyonluk kadın nüfusuna rağmen sadece 200 civarında sığınma evinin olduğu, kadınların ekonomik refahını gözetecek bir sosyal devlet anlayışının olmadığı bir ülke. Bu bağlamda, yakın ilişkide maruz kalınan şiddet karşısındaki mücadeleler üzerine düşünürken kadınların bütün bu sistemik ve toplumsal bariyerlere olan mücadelelerine, yoksulluk ve ekonomik bağımlılığının öykülerindeki şekillendirici etkisine bakmadığımızda, elimizde oldukça eksik ve hatalı bir değerlendirme kalıyor.
Angela Davis, “Özgürlük devamlı bir mücadeledir,” der. Bu yazıdaki öyküler de kadınların süregiden mücadelelerinin öyküleri. Hem çaresizliği hem de güçlülüğü barındıran öyküler. Bireysel gücün, bireyin kapasitelerinin ve failliğinin çokça yüceltildiği bir “pozitif” psikoloji çağında yaşıyoruz. Bu yazıda önerilen ise umut veren, gururla anlatılan ve kesinlikle ihtiyacımız olan güçlenme hallerine bakarken, aynı zamanda, bu öykülerin ötesine, diğer tarafına da gidebilmek; değerlendirmeyi, ilişkide kalan kadın/ayrılan kadın, güçlü/güçsüz kadın kutuplaşmasından çıkarmak, güçlenmenin önündeki sistemik engellere ve bu engellere karşı/rağmen kadınların yürüttüğü bitmeyen mücadeleye bakmak.
Kaynaklar
Davis, A. (2016). Freedom Is a Constant Struggle: Ferguson, Palestine, and the Foundations of a Movement. Chicago: Haymarket Books.
Fine, M. (1992). Coping with rape: Critical perspectives on consciousness. In M. Fine (Ed.), Disruptive voices: The possibility of feminist research (pp. 61-76). Ann Arbor: The University of Michigan Press.