Bu erkek devlete ya da devletli erkeklere teşekkür edebileceğim hiç aklıma gelmemişti. Hiçbir şeyi unutmama izin vermiyor, hafızamı öyle diri tutuyor ki kolay kolay bunamayacağım. Alzheimer için farklı bir önleme metodu diyelim…
2012 kasım ayı. Yer Diyarbakır. Yine ilk kez gittiğim bir cezaevi. Bu sefer yalnız değilim ama. Yüzden fazla kadınla beraberim, aralarında meslektaşlarım da var. Binlerce tutuklu açlık grevinde. Tanıdığımız kadınlar var içlerinde. Hukuksuz haksız binlerce tutuklama olmuş memlekette. Yargılamalar sırasında, annelerinin kulaklarına ilk fısıldadığı dilde savunma yaptıkları için “Bilinmeyen bir dilde konuştu,” diye zapta geçirip mikrofonu kapatıyor hakimler. (Şimdi bu tutuklama ve yargı süreci malum örgüte mal ediliyor bildiğiniz üzere. Yaramazlık yapınca “Ben yapmadım Miki yaptı,” diyen kardeşimi hatırlatıyor bu. Teşbihte hata olmaz. Masumiyet tartışması yapmayacağım…)
Uzatmayayım yüreğimiz ağzımızda. 63 gün olmuş biz gittiğimizde. Geri dönülemez hasarlar başlayabilir diyor Türk Tabipler Birliği (TTB). Neden bilmiyorum hiç aklımdan çıkmayan bir TTB açıklaması: Telafisi mümkün olmayan hasarların başladığının emaresi olarak ‘açlık grevci’nin nefesi aseton gibi kokar, demişlerdi. Avukat olanlarımız içeri giriyor, kadınlar cezaevi önünde nöbette. Benim aklımda bu TTB açıklaması. Nasıl korkuyorum sarıldığımda nefeslerinden duyacağım koku için. 5 kadınla görüşüyorum art arda. Sarılırkenki yürek çarpıntım hâlâ dün gibi hatırımda. Oh çok şükür, yok öyle bir koku.
Niye mi hatırladım bunu. O gün o kadınlardan biri Selma Irmak’tı. Sararmış benzi, zayıflamış bedeniyle içeri girdiğinde nasıl güzel bir kadın, diye geçirmiştim aklımdan. Tanışıp sohbet etmeye başlıyoruz. “Gördüğünüz bu pırıl pırıl genç kadınların tutsak alınması bu ülke için kayıp. Yaşamı kuracak kadınlar bunlar. Hafıza sorunları yaşayanlar var. Belki bu süreçten sakatlanarak çıkacaklar. Onların zihninden eksilecek her bir cümle bu ülkenin geleceğinden eksilecektir,” diyor.
“Herkes bizim eylem biçimimizi tasvip etsin demiyoruz. Amacımız bu değil. Bizim taleplerimizi anlasınlar, desteklesinler. Anadilde savunma, anadilde eğitim… Kolumu, elimi koparmış, gözümü almışlar, bizim onları geri istememiz kadar doğal bir şey olamaz. Doğuştan hakkımız olanı geri istiyoruz.”
Yer yine Diyarbakır. Aylardan yine Kasım. Bu sefer biliyorum artık bu cezaevini. “Akşamüstü sayım saati,” diyorlar, “Beklerim,” diyorum. Bahçede beklerken dışarıdan bir gürültü geliyor. Ana kapıdaki nöbetçi askerler hareketleniyor. Kapıyı aralıyorlar. Ben de bakıyorum merakla. Kapının birkaç metre uzağında genç bir adam bütün sesiyle bağırıyor. Çok öfkeli. Devlete, polise ağzına geleni söylüyor; küfür ediyor. Herkes şaşkın; askerler dışarı çıkamadığı için el kol hareketleriyle “Gel lan buraya!” diye içeri çağırıyorlar. Sonra birinin aklına geliyor “ İçerideki polisi çağırın,” diyor. Elinde otomatik büyük bir silahla polis geliyor; koşarak dışarı çıkıyor, bağıran adamın üstüne yürüyor, dipçikliyor. Adam direnmiyor artık, küfür de etmiyor. Polis, karga tulumba içeri, cezaevi bahçesine sokuyor. Sokar sokmaz da girişteki binanın duvarına dayayıp vurmaya başlıyor. Yumrukla, dipçikle… Kendimi polisin omuzundan tutmuş çekiştirirken buluyorum. Tam hatırlamıyorum ne dediğimi ama sanırım karşısındakinin direnmediğine, ona karşı koymadığına ve vuramayacağına benzer şeyler söylüyorum bağırarak. Polis şaşırıyor. Gardiyanlar, askerler etrafımızda; herkes şaşkın bakıyor. Polis hırsla “Ama avukat hanım üstünde ne var bilmiyoruz, silah mı var, bomba mı var,” diye savunmaya çalışıyor. “Bravo,” diyorum; “Eğer bomba olsaydı sayende çoktan hep beraber havaya uçmuştuk. Sen önlem almıyorsun, saldırıyorsun.” Velhasıl ortalık durulur gibi oluyor. Gardiyanlardan biri, amir olabilir, “Avukat hanım dışarı çıkın siz,” diye benden kurtulmak istiyor. “Görüş yapmaya geldim, çıkmam. Buyur zorla çıkart,” diyorum. O sırada, genç adamı bir odaya götürüyorlar hırpalamadan. Beni de bekleme odasına alıyorlar. İçerideki memur kaydımı yapmıyor. Mesai saati dolmuş, nöbeti devralacak memur gelmemiş o da yapamazmış. Tekrar bahçeye çıkıyorum. Polisle genç adam da bahçeye çıkıyor. İkisi de sakin. Önümde duruyorlar. Genç adam küfürler için özre benzer bir şeyler mırıldanıyor. Polis nasihat ediyor. Bu arada genç adam başını uzatıp sırt çantamı tutan elimin üstünden öpüyor. O kadar şaşkınım ki ne dediğini anlayamıyorum. Teşekküre benzer bir şeyler olabilir. Biri, “Nişanlısı tutuklanmış,” diyor. Allahım diyorum içimden, David Lynch filmi gibi. Hangisi gerçek hangisi rüya…
Nihayet içeride görüş yerindeyim. Sebahat (Tuncel) beni görünce kocaman bir gülümsemeyle “Sürpriz oldu valla,” diyor. Sarılıyoruz, daha doğrusu sarılmaya çalışıyoruz. Kollarımız ancak kavuşuyor. Kocaman, geniş, sabit bir masa var aramızda. İyice uzanarak sarılmayı başarıyorum. “Ne arıyorsun burada?” diyor gülerek. “Rehin alınan kadınların peşinde dolanıyorum,” diyorum, “Kandıra’ya gönderirler diye bekliyorduk.” “Ben de öyle bekliyordum. Biliyor musun Gültan (Kışanak), Ayla (Akat Ata) ve ben, ilk milletvekili olduğumuz dönem, aynı evi paylaşmıştık Ankara’da. Şimdi de Kandıra’da buluşuruz diye ummuştum,” diyor.
“Rehin aldılar bizi. Elbet geçecek bugünler. Ama sizin işiniz zor dışarıda. Bizi çıkarmak için çok çalışmanız lazım,” diye takılıyor. Emniyette savunma yapmamış, mahkemede de… Sizden bir talebim yok, demiş. “Ama bir kaç kelime söyledim,” diyor. Alınırkenki görüntülerinin nasıl bir etki yaptığını merak ediyor. “Valla,” diyor, “alınırken birkaç saniye içinde aklımdan ne geçti biliyor musun? Hep eleştiriyorlar ya beni. Siyasetçiye yakışır davranmıyormuşum diye. Bölgede yüzlerce belediyesi olan bir siyasal partinin genel başkanına yakışır şekilde nasıl gidilir diye düşündüm bir an. Sonra bana bir genel başkan gibi davranıyor mu ki onlar dedim, içimden geleni yaptım. Kuzu kuzu gidemezdim.”
Daha ilk günü. “İçerisi nasıl?” diye soruyorum. 8 kişilik koğuşta 22 kadın varmış. Ranzaları birleştirmişler yere şilteler atmışlar ama yine de yetmiyormuş. “Nasıl yatacaksınız bu akşam?” diyorum. “Nöbetleşe,” diye kahkaha atıyor. “Kadınlar öyle bir hoş geldin karşılaması yaptı ki bana dur anlatayım,” diyor heyecanla. Koğuşa gittiğinde herkes toplanmış tabii etrafına. Tanışma merhaba faslından sonra genç bir kadın ruj istemiş Sebahat’tan. Saçıyla oynuyormuş bir yandan. Sonra “Senin saçını da böyle yapayım mı?” diye sormuş ona. Eliyle tarif ediyor bana. Anladım ki pek alışılageldik bir model değil. Sonra bu genç kadının alışılmadık sohbeti devam etmiş. Bu arada diğer kadınlar “Psikolojik sorunları var. İlaç kullanıyor,” demiş Sebahat’a. Gülümseyerek “Sabırla dinliyorum,” diyor. “Dışarıdan da alışığım aslında ama uzadıkça uzuyor.” Sonra içlerinden biri dayanamayıp kahkahayı koyverince herkes gülmekten yerlerde. Biri “İnanmazsın, hemen anlarsın zannettik” demiş Sebahat’a. “Valla inandım, şaka olduğunu anlamadım hiç,” diyor, “Öyle iyi oynadı ki hepsi. 60 yaşında bir anne vardı, o bile hiç çaktırmadı.” Sınavı geçtiğine mutlu… Birden bir şey hatırlayıp ciddileşiyor: “O anne var ya hani iyi oyuncu dediğim, Hani’de gözaltına almışlar onu, köyde. Helikopterle getirmişler Diyarbakır’a. Çok işkence etmişler getirirken. İlk günüm ya daha isimleri tam öğrenemedim. Veremeyeceğim ismini şimdi sana ama takip etmek lazım bunu. Bilmiyorum hiç duyuldu mu, haberiniz oldu mu?” “Tamam,” diyorum, “soracağım dışarı çıkar çıkmaz.”
Dışarıda bekleyen kadın gardiyan homurdanıyor, hareketleniyor. Bitsin istiyor artık çünkü bizi bekliyor. Ayrılma vakti geldi, sarılma faslı ama tecrübeliyim artık. Sebahat’in kahkahaları arasında masanın üstündeyim. Dizlerimin üstünde. İşte şimdi tam bir kucaklaşma oldu. “Kadınlar engel tanımaz,” diyor kahkahalarının müsaade ettiği kadar.
Bu arada saçımı fark ediyor bir şeyler söylüyor ama bu bize kalsın…
* Sebahat Tuncel, Silivri Cezaevi’nde.