Bedenlerimiz üzerindeki tahakkümü ötelemeye çabalarken başka bir canlıya benzer tahakkümü biz uygularsak bir çelişkiye düşmez miyiz? Erkekliğin et yemek ve diğer bedenleri tahakküm altına almakla oluştuğunu unutmadan, ataerkil toplumun yıllar boyunca oluşturduğu yeme kültürümüzü sorgulamaya ne dersiniz?
Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan ve çok kısa bir sürede dünyanın birçok ülkesine yayılan koronavirüs, bir milyondan fazla insanı hasta ederken 70 binden fazla kişi de yaşamını yitirdi.
Dünya nüfusunun artmasına paralel olarak tüketimin de arttığını biliyoruz. Bu doğrultuda koronavirüsün de hayvan kaynaklı olmasından hareketle hayvan endüstrisine—çok kısaca—şöyle bir bakınca, son dönemde bunun da ne kadar genişlediğini görüyoruz. Kırsal alanlara yayılarak ormanlık alanların yok edilmesine neden olan hayvan endüstrisi, var olan ekosistemi kaçınılmaz olarak tahribata uğrattı. Ormansızlaştırma ile yaban hayatı içerisinde olan hayvanlar insanların yerleşim yerlerine doğru kaydı; bu durum hayvanlarla insanların temasını artırarak insanlara hastalık bulaştırma riskini yükseltmiş oldu. Sadece ormansızlaştırma değil, sulak arazilerin kuraklaştırılması ile de benzer durum gerçekleşiyor. Belli bir düzen içerisinde olan ekosisteme karşı gerçekleştirilen bu müdahaleler sonucu iklim krizi ortaya çıkarken birçok canlı göçe zorlanıyor, biyolojik çeşitliliği azalıyor veya tam tersi fazla çoğalıyor. Tüm bunların sonucunda yeni tür virüslerin ortaya çıkması, çoğalması ve yayılması kaçınılmaz oluyor. Hayvan endüstrisiyle olan bağımızı bu gerçekler doğrultusunda düşünerek, yaşadığımız salgının da buradan çıkmasından mütevellit, karantinada mutfağımıza giren yiyecekleri hem bu bağlamda hem de bu endüstrinin cinsel alanla olan bağlantısıyla sorgulamaya ne dersiniz?
Evet haberler çokça moralimizi bozarken kendimizi diri tutmak adına bazı düşüncelere dalabilir, sorgulamalar yapabilir, okuyabilir, izleyebiliriz. Bu noktada farklı kaynaklardan birçok öneri oldu. Filmler, makaleler, kitaplar ve daha birçok ürün çevrimiçi ortama sunuldu.
Restoranlar, kafeler, barlar kapanmış ve kendimizi evlerde karantinaya almışken haliyle evde yemek yapma durumu da çoğalmış oldu. Salgın ile beraber son dönemde sokağa terk edilen hayvan sayısının artmasına haklı bir serzenişte bulunurken aynı serzenişi kendi yaşamlarımıza da yapıyor muyuz? Neden yapmayalım? Terk edilmiş ya da aç olan hayvanı gördüğümüzde içimiz sızlarken mutfağa girdiğimizde başka bir hayvanı doğrayıp yemeğimize katmayı nasıl açıklayabiliriz? Ben söyleyeyim bunun hiçbir açıklaması yok.
“Erkeklik, diğer bedenleri denetim altına almayla inşa edilir”
Kadınların özellikle bu konuya daha duyarlı olduğunu düşünüyorum. Erkekler duyarlı olamaz mı ya da daha mı az duyarlıdır? Tabii duyarlı olabilirler, fakat ataerkil toplum, erkeklerin kadınları tahakküm altına alma isteği ile başka bir canlı olan hayvanı da tahakküm altına alarak kendi erkekliğini “tatmin etme” gerçekliğini sunar. Bu nedenle kadınların duyarlılığının farklı bir noktaya oturduğunu düşünüyorum. Buradan hareketle, et yemekle kadına bakış açısı arasında büyük bir bağlantı olduğunu da söyleyebiliriz. Bu konuda Carol J. Adams Etin Cinsel Politikası kitabında erkekliğin, et yeme ve diğer bedenleri denetim altına almayla inşa edildiğini belirtiyor.
Etin Cinsel Politikası kitabı Carol J. Adams tarafından 1990 yılında yazılmasına rağmen son dönemde Türkiye’de ve dünyada artan vegan/vejetaryen görünürlüğü ve feminist hareketin yükselişiyle birlikte kitaba olan ilgi günümüzde daha artmış durumda. Adams kitabında et yemeyi feminist bir perspektifle irdeleyerek ataerkil düşüncenin kadın ve hayvan üzerindeki benzer baskılarını açıklıyor.
Et yemenin bir hiyerarşisi vardır ve kadınlar son sıradadır
Carol J. Adams, et yemenin bir hiyerarşisinin bulunduğunu söyleyerek bunları ırk, sınıf ve cinsiyet olarak sıralıyor. Yoksul bir ailenin evine et daha az girer ve burada eti en az yiyen kadın olur; önceliğin eş ve çocuk olduğu düşünülür; kadına “öğretilen” kültür bunu getirir. Et arzının sınırlı olduğu dönemlerde ise öncelik beyaz ırka verilmiştir. Mesela melezin İngilizce karşılığı olan “mulatto”, “mule” kelimesinden türetilmiştir ve katır demektir. Bu hem siyahlar hem de kadınlar için kullanılan bir kelimedir.
Et yemenin eril bir dili olduğunu anlatan Adams, erkek ve insanmerkezci söylemlerin yaşamlarımızda biz fark etmeden nasıl yer edindiğine değinir. “Adam gibi bir şeyler ye,” cümlesini ebeveynlerimizden, çevremizden duymuş hatta biz de kullanmışızdır. Yemeğin “adam” gibi olması ne demektir?
Egemen kültürde bitki kadınsı bir edilgenlik olarak görülür. Avcı-toplayıcı dönemde erkeklerin daha çok hayvan avladığı kanısı vardır. Kadınların da bu dönemde avlandığı gözardı edilir. Yani “adam gibi bir şey yemek” erkekliğin kutsanması, gücün övülmesi demektir. Öte yandan avcı-toplayıcı dönemde kadınlar iyi birer avcı olmak zorunda da değildi çünkü doğayla kurdukları ilişkide erkeklerden daha iyiydiler; yani kadınlar hangi mevsimde neyin ekileceğini, hangi ottan ne elde edileceğini daha iyi biliyordu ve dolayısıyla et yemeden de yaşayabileceğinin farkındalardı. Bu nedenle ataerkil kültür sebze yerine içerisinde etin olduğu şeylerin yenmesinin daha “iyi” olduğunu empoze eder. Sebzelerin kadın yiyeceği olduğu söylenir. Bunları yiyen erkekler “kadınsı” olarak görülür. Bu nedenle bu durumu gizlemek isteyen erkeklerin sebze yemeklerinde dahi et sosları istediği görülür. Oluşturulan dilde bitki istenmeyen özellikleri temsil eder ve kadınla özdeşleştirilirken, et bir şeyin özü ya da en önemli kısmını temsil eder ve erkekle özdeşleştirilir. Mesela “ot gibi yaşamak” olumsuzluk içerirken “ete kemiğe bürünmek” bir şeyin gelişmesi anlamında olumlu manada kullanılır.
Bazı ülkelerde kadınların et yemesinin yasak olduğunu biliyor muydunuz? Evet et bazı ülkelerde erkeğin mülkiyeti sayılıyor; kadın, erkek izin verirse et yiyebiliyor veya hiç yemiyor. Mesela Endonezya’da etli yemekler erkeklerin mülkiyeti olarak görülür, et evlere erkek sayısına göre dağıtılır ve böylece erkeğin toplumdaki saygınlığının pekiştirilmiş olduğu belirtilir. Asya’da bazı kültürlerde kadınlar balık, deniz ürünleri, tavuk, yumurta yiyemez. Etiyopya’da Kufalar, tavuk yiyen kadınları köleleştirirken, Walamolar’da kümes hayvanlarını yeme yasağını ihlal eden kadınlar öldürülür.
Kadın ve hayvanın benzer durumu; kayıp gönderge
Carol J. Adams kitapta benim çok dikkatimi çeken bir kavram oluşturuyor: kayıp gönderge. Kayıp gönderge, gerçekteki cismi ve yaşamı yok ederek yeni bir şey yaratır. Yani et yiyeni hayvandan, hayvanı da nihai üründen ayırarak etin, bir zamanlar hayvan olduğu düşüncesinden ayrı tutulmasını sağlar. Mesela hayvanlar yenirken onlar hakkında konuşulmaz, konusu açıldığında değiştirilir. Kuzu etinin aslında hayvanın yavrusu olduğu gerçeği gizli tutulmaya çalışılır. Yaşamlarımızda bir anne ile bebeğinin zorla birbirinden ayrılmasını kabul edemeyenler, sofralarımıza gelen kuzunun da aslında annesinden zorla ayrıldığını, hatta işkence yapıldığını görmezden gelir. Hayvanlar kayıp göndergeye dönüştürülürken yok edilir, hayvanların varoluşu ete indirgenir. Aynı şekilde kadınlar da ataerkil kültürde kayıp gönderge olur, cinsel obje olarak görülen kadın bedene indirgenir. Kadın kimliği, hayatı, kariyeri birçok şey görmezden gelinerek kalçadan ve memeden ibaretmiş gibi görülür.
Kadın ve hayvanın kayıp gönderge olması erkek egemen kültür tarafından içiçe geçirilmiş bir durumdur. Mesela kadınbudu, dilber dudağı yeriz; 90D hindi göğsü sipariş verir, bunu seçerken de güleriz. Ama hiç erkeğe gönderme yapan, onun vücudunun ölçülerinden, bölgelerinden yiyecek siparişi vermeyiz. Tüm bunları ve daha nicesini, kadını ve hayvanı tüketilebilir olması düşüncesiyle nasıl kayıp gönderge haline getirdiğimizi ve bunun normal olarak algılanmasının tuhaflığını gözlerimize sokuyor Carol J. Adams.
Benzer noktalara dikkat çekmek adına bir diğer taraftan pornografi gerekçelerine baktığımızda bunların hayvanları denetim altına almak için kullandığımız tasma, zincir gibi malzemelerden oluşturulduğunu görürüz. Pornoda kadının parça parça gösterilmesi ile etin de parça parça yenmesi arasında da bir bağ vardır. Bu bize kadını bir et parçası olarak gören zihniyetin ürettiği bakışla, kadının cinsel olarak da tüketilmesini yemekle bağlantı kurarak aktarır.
Velhasıl erkek egemen toplumda kadın ve hayvanın nasıl bir görüldüğünü, nasıl ikisinin de yaşamının yok sayılıp bedene indirgendiğini, değersizleştirilip güçsüz kılınmaya çalışıldığını Etin Cinsel Politikası kitabında çok rahat görebiliriz. Belki bu yazı ve kitap yaşamlarımızdaki tahakküme karşı çıkarken soframızda bizim de uyguladığımız tahakkümü sorgulamaya vesile olur. Bu çelişkiden kurtulabiliriz. Beslenme düzenimizden hayvansal ürünleri çıkararak ataerkil toplumu, onun yarattığı kültürü bir de buradan sarsmaya kalkışabiliriz.