Engelli Kadın Derneği üyesi Bahar Turan ile çoklu ayrımcılığı, buna karşı mücadeleyi, engelli bir kadın olarak sokakta ‘tek başına’ olmayı, toplumun en dayanılmaz müdahalelerini, birey veya özne olarak görülmediğinde tüm konuşulamayanları, şiddeti, arzuyu, devletin olmayan politikalarını, feminist hareketin bu konuda şimdiye kadarki eksikliklerini ve başka pek çok şeyi konuştuk. Biz kısacık sohbetimizden çok şey öğrendik, okuyan için de öyle olması, temas alanlarını birlikte çoğaltmak ümidiyle paylaşıyoruz.

Bize öncelikle biraz kendinden, mücadeleye dâhil olma sürecinden bahsedebilir misin? Feminizm senin için ne ifade ediyor?

Kendimi feminist olarak tanımlamadan evvel, medyadaki görünürlüğünden ötürü kadına karşı şiddetten haberdardım. Sonraları, kendi çevremdeki kadınların buna – yani sadece fiziksel değil, her türlü şiddete – maruz kalışlarını gördüm. Bu beni çok zorladı, çünkü adını pek koyamıyordum. Sanırım şöyle anlamlandırmaya başladım: Bu yaşanan, yani şiddet, ekonomik olarak güçlü olan ya da bir şekilde kendini evi veya o ortamı ‘çekip çeviren’ olarak gören insandan gelen bir şey. Belki kadın da bu pozisyonda olabilse bu şey üretilmeyecek. Yani şiddetin sadece fiziksel bir fark üzerinden tanımlanmadığını, daha karmaşık bir şey olduğunu anlamıştım. Aslında, aynı zamanlar, benim engelli kimliğimle ilgili olarak da “neden bazen kendimi bu kadar kötü hissediyorum, insanlar bana farklı davrandıklarında niye bu kadar etkileniyorum?” ya da “niye farklı davranıyorlar?” diye çok düşündüğüm zamanlardı ve cevabı biraz kendimdeki ‘farklılık’ta buluyordum. Yani farklı davranmalarının nedeni kendimdeki farklılıkmış gibi düşünüyordum. Ama sonra üniversiteye geldim ve çok şey değişti. Üniversite ortamı, özellikle seçtiğim okuldaki bakış açısı bunda etkiliydi. Engellilik alanında çalışan, haklarını savunan, etkili politikalar yapılması için bir şekilde müdahil olmaya uğraşan, yırtınan genç insanların arasına girdim. Bu aktivistlerin arasına girince benim için çok şey değişti. Mesela pek çok farklı davranışı hak etmediğimi, engelli bir insan olarak aslında bütün insanlarla eşit muamele görmeyi hak ettiğimi, bana karşı olan bir takım tutum ve davranışların haksız olduğunu anladım. İnsanlar bazı zamanlarda beni durdurduğunda, aslında “tamam haklısınız” deyip durmak yerine, “hayır, o benim hakkım” demem gerektiğini, bu şekilde özellikle ergenlik dönemimde birçok fırsatı kaçırdığımı fark ettim.

Sonra sonra, aslında sokağa çıktıkça ve başka yerlere dâhil oldukça bazı tutumlar bir kadın olarak da beni rahatsız etmeye başladı. O zamana kadar hep engellilik üzerine bir şeylerin içine giriyordum. Ama mesela fark ettim ki yolda insanlar bana – çoğunlukla ‘yardım’ adı altında – hoş olmayan şekillerde dokunuyorlar; bu dokunuşlar aslında bazı durumlarda taciz boyutuna ulaşıyor, bu temaslar beni rahatsız ediyor ve bu benden kaynaklı değil. Engellilikle ilgili şeyler odak noktası olduğu için – çünkü daha görünür olan o ya, yani bir yere ulaşıp ulaşmadığın, dersleri iyi takip edip edemediğin, ya da görmek üzerinden dönen dünyaya erişip erişemediğin – kadın olma hali sonradan ya da böyle arkadan gelen bir şeydi benim için. Gündemde olan ve sorun olarak önüme gelen şeyler hep engellilik üstündendi ama sonra bu durumu diğerlerinden farklı deneyimlediğimi gördüm. Ne bileyim, mesela, bana yardım etmek amacıyla bile olsa dokunuşlardan hoşlanmadığımda, erkek olan arkadaşlarımın bunun nahoş bir şey olduğunu düşünseler de o kadar büyütmediklerini ve ben tepki gösterdiğim zaman “Aa niye bu kadar abartıyorsun ki, niye tepki gösteriyorsun” demeye başladıklarını fark ettim. Anladım ki aslında orada benim deneyimlediğimi deneyimlemedikleri için böyle yadsıyorlar. “Haaa, tamam” dedim, o zaman bu yaşadığım aslında sadece tek bir kimliğin deneyimi değil. Bu bana yapılan şey, herhangi bir kadın için de, yani engelli olmak zorunda değil başka bir kadın için de rahatsız edici olurken bir erkek için rahatsız edici olmayacak.

Sonrasında, gönüllülük yaparak, farklı sivil toplum kuruluşlarının pratiklerini görerek ve biraz daha farklı kimliklerin kendilerine ortam buldukları platformları takip ederek durumu daha iyi kavradım. Mesela LGBTİ+ hareketi ile de bu dönemde tanıştım. Kürtlerle de daha doğrudan iletişim kurdum – elbette önceden de karşılaşıyordum, ama Kürt kimliği üzerinden verdikleri mücadele ile karşılaşmam, tanışmam da üniversitede oldu. Belki Boğaziçi Üniversitesi’nde olmam sayesindeydi bu. Kendi kimliğimi bulduğum zaman da yine buydu. İnsanlar hafta sonlarında çılgınca aktiviteler yaparlarken ben engellilik konusunda, farklı kimlikler konusunda neler olup bitiyor, haklar neler, kendimi nasıl geliştirebilirim, nasıl daha çok şey öğrenebilirim diye bakıyordum. Böylece kendimi daha fazla aktivizm içerisinde buldum. Feminist olarak tanımlamam da böyle bir şekilde gerçekleşti.

Biraz daha açabilir misin? Yani hepimizin bir feminizmle karşılaşma hikâyesi, kendine feminist demeye başlama yolculuğu var. Senin için nasıl bir karşılaşma oldu bu ve nasıl ya da neden kendini feminist olarak tanımlamaya başladın?

Bir olay oldu da bir anda feminist olduğumu fark ettim gibi bir şeyim yok, sanırım benimki daha çok bir süreç meselesi. Feminizmi okumaya başlamamla, anlamaya çalışmamla, feministlerle karşılaşmalarla, verilen mücadelenin farkına varmamla, feminizmin insanlara kendini ifade alanı sunmasının verdiği rahatlığı hissetmemle ilerleyen bir süreç. Mesela son Sığınaklar Kurultayı’nda[i] sunum yaparken de söylemiştim, ben açıkçası kendimi engellilik alanında olduğundan çok daha rahat ifade edebildiğimi fark ediyorum feminizmin içerisinde. İnsanlar benim kimliğimin, deneyimimin nasıl bir şey olduğu konusunda çok fikir sahibi olmasalar dahi dinlemeye daha açıklar gibi geliyor ve feminizmin bu hali beni daha rahat hissettiriyor mesela.

Şimdilerde Engelli Kadın Derneği (ENG-KAD) aktivistisin. ENG-KAD’da ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz ve mesela neden özellikle bir kadın örgütünde olmayı tercih ettin?

Engelli Kadın Derneği, engellilik alanında aktif olarak çalışan, fakat engelli derneklerinde kadının pek söz hakkı olmadığını, aynı zamanda feminist harekette de engelliliğin ne kadar az konuşulduğunu fark eden kadınlar tarafından 2011’de kurulan bir dernek. Türkiye’de bir ilki var ederek, engelli kadını görünür hale getirmek için, engelli kadınların sorunlarını tartışmak için yola çıkmış ve hâlâ bunun için uğraşıyor. Bu oldukça önemli bence çünkü tek bir kimliğin uğradığı ayrımcılığı tartışmak daha çok bildiğimiz ve yaptığımız bir şey, ama çoklu ayrımcılığın sonucunda farklı kimlikler üzerinden yaşam alanı bulamama hali yeni yeni anlamlandırdığımız ve konuştuğumuz şeylerden bir tanesi diye düşünüyorum. Bu sadece engelli kadın olmakla alakalı bir durum da değil. Mesela LGBTİ+ ve engelli olmak ya da LGBTİ+ göçmen olmak, şu an Türkiye’de egemen olan kimlikten olamamak ya da hatta ‘azınlık olarak kabul edilen bir azınlık’ içinde olmamak dahi konuşulmayan bir şey. O yüzden stereotiplerimiz var. Türkiye’nin ‘normali’ bu, ‘normal’ bir Kürt’ten beklediğimiz şey bu, engelli dediğin böyle olur, LGBTİ+ dediğin şöyle olur, yapacaksan bu şekilde yap, bu çerçevede yap. Vejeteryan böyledir, vegan böyledir, bu böyledir, şu şöyledir… Hani sadece bu kimliklere mensup insanlar tarafından değil, dışarıdaki insanlar tarafından oralara dair üretilen bir söylem de var. Önyargı diyoruz bunlara evet, ama bunlar sadece önyargı değil. Bu, herhangi bir kimliğe sahip bir insan eğer kendini güvensiz hissediyorsa ve nefes alacak bir alan arıyorsa onu o kimlikten beklenildiği şekilde davranmaya da iten bir kalıp: “böyle kabul göreceksem, böyle davranırım.” Bu kişinin zayıflığıyla ilgili değil çünkü kabul görme ihtiyacı çok temel bir ihtiyaç ve dolayısıyla bir insanı yok saymak çok ağır sonuçları olan bir tavır.

Ben mesela çocuk hakları alanında da çalıştım. Şu an bir devlet kurumunda, devlet korumasındaki çocuklarla çalışıyorum ve üniversite hayatımda da çocuk haklarıyla ilgili eğitimlere katılıp gönüllülük yaptım. Orada şunu çok konuşuyorduk: Bazen fiziksel şiddet bile görünürlüğü var eden bir şey olarak algılanabiliyor – hani en azından yok sayılmıyorsun varlığın tanınıyor gibi – ve çocuk şiddet görme pahasına da olsa birisi, annesi, babası onu fark etsin diye bazı davranışları kronik olarak sergileyebiliyor. Çünkü fiziksel şiddetin yarası çok ağır ve fiziksel bir acı verir, ama mesela duygusal yoksunluk, yok sayılma, aynı zamanda kişinin benliğine de bir saldırıdır. Farklı kimlikten insanlara karşı ayrımcı tutumlarımız, onları dışlama hali, onları yok sayma da aslında onların benliğine bir saldırı ve bu saldırılar artık dayanılmaz bir hale geldiğinde o bireyler istenen kalıbın içine girip biraz nefes almayı seçebiliyorlar.

Feminist hareket içerisinde engelliliğin ne kadar az konuşulduğundan bahsettin. Biraz bu bilmeme halimize ilişkin bir soru sormak istiyoruz: Engellilik alanında hem Türkiye’de hem dünyada farklı farklı terimler kullanılıyor ya, mesela ‘engellilik’ ya da ‘özürlülük’ ya da örneğin disability studies ‘sakat çalışmaları’ olarak çevriliyor. Hangisini kullandığının da tabii farklı politik arka planları ve anlamları var ve bu bir kısmımızın yabancı olduğu kocaman bir kavramsal tartışma. Hem Engelli Kadın Derneği olarak hem de sen, Bahar olarak, bu tartışmanın neresinde duruyorsunuz? Sizce ve sence nasıl ifade edilmeli?

Şöyle ki, herhangi bir birey nasıl ifade edilmek isteniyorsa bizde de öyle olmalı. Yani karşınızdakine sorarak, nasıl seslenilmek, nasıl hitap edilmek istediğini öğrenerek yapılmalı diye düşünüyorum. Mesela benim bakış açımdan – ki alana da bunun hâkim olduğunu düşünüyorum – ‘kör olmak’, ‘sakat olmak’ var olan özelliğin kendisi. Hani kör olmak benim farklılığım. Bu ne zaman bir engellilik kapsamına giriyor? Eğer bir şeyler sadece göz merkez alınarak üretildilerse ve ben bu yüzden onlara ulaşamıyorsam bu sefer engellilik ortaya çıkıyor. Görmek üzerinden kurulan bir engellilik hali oluşuyor. Bugün artık geldiğimiz noktada, hak-temelli bakış açısıyla yürütülen savunuculuk da bu şekilde bir savunuculuk. Aktivistlerin emeğiyle ortaya çıkmış bir uluslararası sözleşmemiz var. Oradaki bakış da yine aynı şekilde, engelin bizde değil, bize ‘engel oluşturan’ toplumsal düzenlemelerde olduğuna odaklanıyor. O yüzden de, aslında, biz bu durumda sakat oluyoruz, ya da kör oluyoruz.

Ama şu da var ki, zamanında çeviriler öyle yapılmamış, yasa da o çevirileri temel alıyor. Yani şimdi hukuki ya da resmî bir metin yazıyorsanız, bir başvuruda bulunuyorsanız hâlihazırda kabul edilenin üzerinden gitmeniz gerekiyor. O da şu anda ‘Engelliler Yasası’, ‘görme engelli bireyler’ şeklinde. Son zamanlarda ‘özel gereksinimli birey’ de var. Baktığınızda bunların hepsi aslında her dilde farklı anlamlara gelebilecek terimlerin bu dildeki karşılıkları. Disabled terimi nereden geliyor, abled nedir, disabled nedir oradan da girebiliriz konuya, ama Türkçe açısından düşündüğüm zaman, ‘engellilik’ dendiğinde, aslında ‘ona (engele) sahip olan kişi’ anlamına geliyor. ‘Özürlü’ de, kusuru olan. Ama mesela ‘sakat’ herhangi bir ‘şeyi olan’ demek değil de, o kişinin halini tarifliyor, hali sakat. Kör için de bu böyle. Kör, kördür yani. Bu bir durum belirten bir şey. İşte ‘masa’ demek gibi düşünelim, ‘tekerlekli masa’, ‘bilmem neli masa’ deyince ya da herhangi birine ‘bilmem neli’ deyince aslında onun üzerine bir şey atfetmiş ve sen onu etiketlemiş oluyorsun. Nasıl ifade etmeliyim bilmiyorum; ama ona sahip olan, onunla olan, engele sahip olan, engeli olan kişi üzerinden gitmiş oluyor dil. Ama şu anda, dediğim gibi, hâkim söylem, yani yasalar, hukuki metinler ve resmi söylem ‘engelli’ üzerine. ‘Engelli hakları’ diyoruz, ‘sakat hakları’ demiyoruz mesela. Ama bireysel olarak bana sorduğunda, kör denmesini tercih ederim, ama birisi engelli dediğinde rahatsız oluyor muyum? Olmuyorum. Bizde de böyle bir şey var şimdi, kör deyince sanki rahatsız oluyor o kişi ya da bazen söyleyen kişi rahatsız oluyor, gibi. Bana şöyle geliyor mesela: Hani insanlar LGBTİ+ bireylerin kimlikleriyle ilgili kelimeleri de birbirlerine ya da o kişiye karşı hakaret olarak kullanıyorlar ama buna rağmen o hareket o söylemi alıyor, kendinin yapıyor çünkü kötü şekilde söylenenin içini farklı şekilde dolduruyor. Kuir için bu böyle. Bizde neden aynı hikâye olmasın.

Sığınaklar Kurultayı’nda da bahsetmiştin, biraz önce de değindin: Engelli kadınların, engelli derneklerinde de kadın derneklerinde de görünmez kılındığını söyledin. Bunu biraz açabilir misin?

Şöyle mesela, engelli derneklerine gidip başınıza gelenleri anlattığınızda, cinsiyetinize dayalı ne gibi bir ayrımcılığa uğradığınızı anlattığınızda “bu bir mesele değil, siz büyütüyorsunuz, biz de böyle şeylerle karşılaşıyoruz” gibi cevapları çok sık alabiliyorsunuz. Her şeyi engellilik üstünden okuma hali var. Bu hak-temelli çalışan dernekler için geçerli değil tabii. Ama bizde, engellilik alanında çalışan çok fazla yerli kuruluş ya da dernek, ya yardım-temelli çalışıyor ya atıl vaziyette. Engellilerin başı okşansın, bedava bir yerlere götürülsünler, sürekli bedava bir şeyler yapılsın, onlara sürekli ‘yardıma ihtiyaç duyan’ bireylermiş gibi davranılsın. Çoğunun yaklaşımı bu. Bir de hani dedim ya, engellilik odak noktası olduğunda, başka kimliklerinin hayat bulma imkânı nedense kısıtlanıyor ve anlattıklarınla kabul görmüyorsun. Yaşadığın deneyimler hep engelli erkek bakış açısına sıkıştırılıyor.

Mesela, engelli olunca çok bariz bir şekilde bir sürü şeyin dezavantajını yaşıyorsun ama kadın olduğun zaman, üstüne bir de engelli kadın olmak geliyor. Engelli olmayan erkek, engelli olmayan kadın, engelli erkek, engelli kadın diye bir sıralama var ve sen dezavantajın da dezavantajındasın, ama kendini anlatmak için alanın yok. Bu sadece yaşadıklarını, örneğin şiddeti ifade etmekle ilgili de değil, her şeyle ilgili. Herhangi bir konudaki fikrini beyan ederken, kadın üzerine yapışmış bir önyargı var ve söylemini oradan kurman bekleniyor. Kadınsan bir adım geride durman bekleniyor. Ama bence işin içine bir de engellilik girdiği zaman çok daha fazla geride durman bekleniyor. İnsanların “ben çok çekiyorum, ben anlatayım” hali baskın ve engelli kadınlar bu yüzden de gölgede mi kalıyor bilmiyorum ama daha az ifade alanı bulduğumuzu düşünüyorum her anlamda.

Kadın örgütleri ile ilgili mesele ise bence bizimle fazla temas alanlarının olmaması. Belki gündemin çok fazla yoğun olmasından kaynaklanıyor, bunun da farkındayım. Ama biz kendimizi temsil edecek şekilde var ettikçe belki biraz daha dokunabiliyoruz. Sonuçta feminist de olsalar kadınlar toplumdaki engelli algısından azade değiller ama en azından hem kendi kimlikleri üzerinden hem de başka kimliklere açık olma tutumlarından, yani feminist politikanın kendisi sayesinde, bize daha çok alan yaratabiliyorlar. Ama bu da çok yeni yeni girebildiğimiz, kendimize ifade alanı bulabildiğimiz bir yer. Belki hani feminist olmakla ilgili şeyleri önceden de konuşabiliyordum ama engelli kadın olmakla ilgili şeyleri çok daha yeni konuşuyorum gibi geliyor.

Kesişimsellik tartışmaları, günümüzde hâlâ güncel ve gittikçe de daha fazla ayrımcılığın iç içe geçişini görünür hale getirdi. LGBTİ+, Kürt, kadın, hatta göçmen kimliklerinin, ezme-ezilme ilişkilerinin kesişimlerini konuşuyoruz ama Türkiye özelinde bu kesişim kümelerinde engelliliğin bahsi pek geçmiyor. Sen ne düşünüyorsun?

Evet ama bu o kimlikteki kadınların, bireylerin kendilerini var edebilmesiyle de ilgili olan bir şey. Engelli kadınların kendini ifade alanı bulabilmesi için önce dışarı çıkabilmesi gerekiyor. Ama dışarı çıkabilen, sokağa çıkabilen, eğitim alabilen bile oldukça az. Aile yanında kalıyorsun, anne babanla kalıyorsun. Eğitimin bir yere kadar destekleniyor. Eskiden evden bile çıkarılmıyor, okula bile gönderilmiyorlarmış, şimdi mesela evinin dibindeki okula gitsin deniyor. Koruma içgüdüsü çok daha fazla ve öyle olunca bu insanlar aile ve ev çevresinde bir hayat sürüyorlar. Şimdi bu insan nasıl çıkıp da “ben de varım, benim de sorumluluklarım var, benim de haklarım var, ben de kendimi ifade etmek istiyorum” diye konuşsun? Konuşmayınca da duyan olmuyor. Politikleşmiyor çünkü birisinin, bir grubun politikleşebilmesi için önce politikleşmesine dair zeminin hazırlanması gerekiyor. Bunu da devlet yapmaz. Niye kendinden hak talep edebilecek insanları hak talep edecek hale kendisi getirsin ki, değil mi?

Demin engellilere bir çeşit ‘mağdur’, hizmet veya yardım alan gözüyle bakıldığını söyledin. Mesela engelli kadınlar deyince de aklımıza gelen ilk konu taciz ve şiddet. Engelli bir kadın şiddet gördüğünde nasıl destek olunacak diye konuşmaya başlıyoruz ama bütünlüklü bakmıyoruz, hayatın diğer tüm alanlarında nasıl var olduklarına dair konuşmuyoruz. Örneğin emekten, engelli kadınların cinselliklerinden bahsetmiyoruz.

Bunlara daha epey uzun bir yol var bence. Evet, sürekli ‘bir şeye maruz kalan’ız. Yani ayrımcılığa maruz kalan, şiddete maruz kalan, maruz bırakılan (exposed to) bir haldeyiz. Böyle okunuyoruz, böyle yansıtılıyoruz. Mesela ben şimdi desem ki “özgürce cinselliğimi yaşamak istiyorum”, engellilik alanında bunun hiçbir karşılığı yok. Ama hani “bana şiddet uyguluyorlar” desem, onun bir karşılığı var. “Bilmem kim kızı ya da komşusu zihinsel engelli olduğu halde gidip ona tecavüz etti, sonra yakalandı, vay vicdansız, ahlaksız, o engelli, ne yapıyorsun.” Evet, ancak bundan konuşuyoruz çünkü medya da bunu üretiyor. Bir yandan engelli kadınlara uygulanan şiddetin medyada bu kadar görünür olmaya başlaması da aslında iyi bir şey çünkü bu sayede insanlar bu durumlardan haberdar oluyorlar. Ama bir sonucu da engelli kimliğini çok korunması gereken, sterilize edilmesi gereken bir kimlik olarak üretmesi oluyor. Cinsel obje olarak kullanmayın çünkü “yazıktır, günahtır, etmeyin” gibi.

Ama kendi arzusu da olamaz…

Tabii ki arzusu da olamaz. Asla. Zaten arzusu olup tercih edebilen bir insan konumuna gelemediğimiz için henüz, bu alanda olup bitenleri de muhtemelen hiçbir zaman duymuyoruz. Aile içinde yaşanan şeyleri, şiddeti de duymuyoruz. Oraya kadar gelemedik. Belki medyada görmüşsünüzdür, bazen engelli kız çocukları babası ile sembolik olarak evlendiriliyor. Sembolik düğün yapıyorlar gelinlik giydirip, bayağı gündem oluyor. Neden yapıyorlar? “O duyguyu tatsın” diye. Çünkü “her genç kızın hayali”dir ya evlenmek, engelli genç kız da o duygusu tatsın, evlenmenin nasıl bir şey olduğunu tadabilsin diye. Babasıyla ya da öğretmenleriyle sembolik olarak evlendiriliyorlar. Sembolik olarak öğretmeni ile evlendirilen engelli erkek çocuk da olmuş galiba ama ben kız çocuklarda çok daha fazla görüldüğünü düşünüyorum.

Acaba bu ‘sembolik evlendirmenin’ kız çocuklarda daha çok görülmesinin bir sebebi de, engelli erkekler ile karşılaştırarak düşünecek olursak, bakım emeğinin kadınlarda olması olabilir mi?

Belki de çünkü bizdeki kadın algısı ‘hasta olduğunda bakan’ şeklinde ya. Ama engeli sebebiyetiyle, hiçbir zaman adam hasta olduğunda bakabilecek bir potansiyeli yoksa, o yüzden sembolik düğün yapıyor olabilirler. Ama ‘engelli erkekler kendilerine bakacak kadın bulabiliyorlar’ı rahatlıkla söyleyebilir miyim onu bilmiyorum. Onu engelli olan erkek arkadaşlara sormak lazım. Çünkü onlar da cinsiyetsizleştirildiklerini, sokakta insanların “ay canım, tatlım” diye böyle makas aldığını filan söylüyorlar.

Ev içi ya da aile içi şiddet meselesine dönecek olursak, onun görünmezliğinin altında da ailenin engelliler için neredeyse tek bakım alanı olması mı yatıyor sence? Yani engellilerin bakımının aileye yüklendiği, kendi başlarına, bireysel hayatlar yaşamalarının çok zor olduğu bir toplum olmamızla mı ilişkili? Sosyal devletin daha güçlü olduğu yerlerde bu farklı olabiliyor ama burada sosyal devlet olmadığı için aileler de “sen ayrı bir bireysin, tek başına yaşayabilirsin” diye yetiştirmiyor. Bakımının bağlı olduğu aile içinde şiddet görünce de ne ona başka türlüsünü sağlayacak bir devlet var ne kendi kendine ayrı bir yaşam kurabilir.

Orası öyle, evet, ama benim “aile içi şiddet görünür olmuyor” derken bahsettiğim evli olan engelli bireylerin yaşadıklarıydı. Kadının cinselliği meselesinde de konuşmuştuk ya hani… Yoksa birilerinin cinsel istismarına maruz kalmış engellilerle ilgili şeyleri görmeye, duymaya başladık. Onlar bir şekilde çıkıyor ortaya. Hatta “engelliye nasıl elin kalkar, nasıl yaparsın engelli kadına ya da kız çocuğuna böyle bir şeyi” şeklinde söylemler üretiyorlar – ki bu söylem de şuradan geliyor: Yani engelli olmasa yapabilirsin bunu bir kadına. Ama şiddetin geldiği kişi eşinse mesela, aile içi derken kastettiğim oydu, senin bir şekilde ‘başarıp’ kurduğun ailedeki şiddeti hiç konuşmuyoruz. Bizim nasıl cinsellik yaşadığımızı hiç konuşmadığımız gibi.

Anne-baba şiddeti konuşuluyor. Yani biz ‘mağdurken’ birisinin gelip bize yaptığı şeyler konuşuluyor. Ama bizim seçtiğimiz ve bir şekilde hayat kurduğumuz, hayat kurmamıza izin verilen kişilerle ne yaşadığımız konuşulmuyor. Bizim cinselliği nasıl yaşayıp yaşamadığımız, nasıl yaşamamızın istendiği ve bizim buna göre mi yoksa kendi isteğimize göre mi hareket ettiğimiz – tüm bu mevzuların konuşulmasına o kadar uzun bir zaman var ki. Yani mesela cinsel sağlık, cinsel sağlık kontrolleri. Engelli bireyler bunları ne zaman öğreniyorlar? Ne zaman cinselliğin yaşanan ve bir tür bireyselliği olan bir alan olduğunu anlıyorlar ya da anlamıyorlar?

Tam da ‘çaresiz beden’ demişken sormak istediğimiz daha genel bir şey var. Toplumun genelinin de biz feministlerin bir kısmının da engellilere dair bilmediği ya da daha doğrusu öğrenmeye hiç uğraşmamış olduğu bir sürü şey var. Senin de dediğin gibi toplumun genelindeki engelli algısından azade değiliz. En çok baş etmek zorunda kaldığın ‘cahil soruları’ nedir mesela? Ya da birisinin başkasına yapmayacağı ama karşısındaki engelli olunca yapmayı kendine hak gördüğü şeyler?

Birçok insan telefon kullanabildiğimizi, bilgisayar kullanabildiğimizi bilmiyor ama benim mesela hiç “bunu nasıl kullanıyorsun” ya da “şuraya nasıl gidiyorsun” gibi sorularla derdim olmuyor. Benim derdim şu sorularla: “Yalnız mısın?” “Neden yalnızsın?” “Kimsen yok mu yanında?” “Seni niye böyle tek başına sokağa saldılar?” “Nereye gittiğini biliyor musun?” Ya da mesela bir yer soruyorum, “Yardım edeyim mi, merdivenden inebiliyor musun?” diyor, “evet edin” diyorum, sadece basamak inmeme yardım edip yok oluyor. Neyle ilgili yardım isteyip istemediğimi sormuyor. Yani bir kişiye yardım etmek için sadece asansöre götürüyorsanız ya da karşıdan karşıya geçiriyorsanız ve nereye gideceğini ya da nasıl bir yardıma ihtiyacı olduğunu sormuyorsanız pek anlamı olmuyor.

Ama benim gerçekten esas derdim şu “kimsen yok mu” sorusuyla. Havaalanında güvenlik görevlisiyle bana “kimin kimsen yok mu senin” deyip, sonra asistanlık yapması için çağırdığı diğer personel arkadaşa “kimsesi yokmuş bunun götürsene” demesiyle mesela. Engelli bireyler, eğer istiyorlarsa, tek başlarına sokağa çıkabilirler. Engelli bireyler tek başlarına çıkmak istemedikleri zamanlarda, eğer sizden bir destek istiyorlarsa bu sizi üstün gördükleri için değil, bu desteğin kontrolü kendilerinde olabileceği için. Yani ben “bana yardım eder misiniz” dediğimde ya da birisi bana “size yardım edebilir miyim” dediğinde ve bu olumlu sonuçlandığında, bu yardım demek değildir ki her şeye burnunuzu sokacaksınız, her şeye siz karar vereceksiniz, nasıl inip bineceğime siz karar vereceksiniz, nereden gideceğime siz karar vereceksiniz. Bütün bu sınırları biliyor olmak önemli. Yolda gelirken de konuşmuştuk. Engelli olunca bedensel sınırların çok kolay ihlal edilebiliyor. Görmüyorsun diye birisi geliyor, çat diye koluna giriyor ve hiç sormuyor “koluna girebilir miyim” diye. Sana hiçbir tercih bırakmıyor ve sen onu istemediğinde de sanki o yardım etmek istedi ama sen nankörsün gibi davranıyor.

Şu “kimin kimsen yok mu” sorusuyla ilgili bir şey daha: “Kimin kimsen yok mu” diye kime sorulur? Sokakta tek başına gördüğünüz küçük bir çocuğa sorulur. Bizi çocuklaştırıyorlar yani. Toplumumun gözündeki çocuk profili belli. Kimi kimsesi yok derken bahsettikleri de o.

Diğer tahammül edemediğim de şu türden laflar: “Size ne kadar hayranım, ne kadar da şey, güzel şey yapıyorsunuz.” Bunu yapmayın ya. Hayır yani, içinde sakla o hayranlığını, ben onu duymak zorunda değilim. Ya da mesela bugün buraya gelirken karşıdan karşıya geçiyorum, birden: “Doğuştan mı sonradan mı?” Yolun ortasında bana doğuştan mı sonradan mı diye soruyor. Ben arkadaşımla buluşacağım o anda, zaten geç kaldım diye düşünüyorum. “Şu an işim var, acelem var, sonra cevap vereyim ya da başkasına sorun” dedim. Çünkü o an hiç yeri değil.

Sanki hiçbir yerde, hiçbir zaman bedensel ya da başka türlü mahrem diye bir şey yok gibi. Size her an her şeyi yapabileceklerini ya da sorabileceklerini düşünüyorlar yani.

Mesela “telefonunu nasıl kullanıyorsun” demek başka, böyle vurup vurup “açayım mı abla, açayım mı abla” demek başka. Nasıl davranacağınızı siz seçiyorsunuz. Merak ettiğiniz bir şey olabilir, insanlar her şeyi merak edebilir, bu tamam. Ama onu sormanın da bir üslubu var. Yani yolun ortasında yardım ettiğin birine “ee siz nasıl sevişiyorsunuz, nasıl yapıyorsunuz” diye sormak olmaz yani. Benim bir arkadaşıma yapmışlardı bunu yıllar önce. Hani böyle muhabbet ederken falan tamam da, ama yolda yardım ettiğin bir insana özel hayatına dair sorular sormak kimsenin haddine değil. Yani kimsin sen? Yoksa “telefonu nasıl kullanıyorsunuz”, “parayı nasıl anlıyorsunuz” gibi şeyler o kadar normal, sorulabilecek sorular gibi duruyor ki bunların yanında.

Sen başka bir yere bağladın ve çok iyi oldu, ama bu soruyu sorarken bir amacımız da, bu röportajı okuduklarında insanların engellilerin de teknoloji ile bir arada yaşayabildiğini, kullanabildiğini ve gündelik hayatlarını bir sürü şekilde kendi başlarına idame ettirebildiklerini görmesi, kafalarında canlandırabilmesiydi.

Ya aslında ‘yapabildiğimizi’ düşünmekten çok ‘yapmamız gerektiğini’ düşünmelerini tercih ederim, çünkü biz hâlâ engelliler şu alanda çalışabilir fikri yerleşmediği için, özellikle körler için konuşacak olursak, böyle bir anlayış olmadığı için bazı alanlarda çalışamıyoruz. Çünkü düşünüyorum da, insanların bana gelip suratlarını eğerek “Sen okula gidiyor musun?” demeleri acayip sinirimi bozuyor mesela. Okula gidiyor musun sorusunu niye soruyorsun? Ya da benim yaşımda herhangi biriyle karşılaştığında “sen okula gidiyor musun” diye soruyor musun? Ve hatta sana ne benim okula gidip gitmememden. Sonra başlıyor: “Bilmem nerede bir rehabilitasyon merkezi var, git bak, ben sana kesin öneriyorum. Benim de komşum vardı, gitti, çok iyi geldi.” İşte “bir doktor var, bir çıkıkçı var, çok iyi geliyor” der gibi, bu tavırlar çok rahatsız edici. Yoksa insanların benimle ilgili merak ettikleri şeyleri, benim de birey olduğumu fark ederek saygı çerçevesinde sormalarıyla hiçbir problemim yok. Yeter ki yolun ortasında, karşıdan karşıya geçerken filan sormasınlar.

Peki, sence genel olarak engellilerin ve özel olarak engelli kadınların katılımlarını, erişimlerini arttırmak için sence kadın örgütleri, sivil toplum ve kamu kurumları ne yapmalı ya da ne yapabilirler? Bir de bununla bağlantılı olarak, devletin engelli kadınlara yönelik politikaları neler? Mesela engelli kadınları gözeten kadın sığınağı var mı ya da bu alanda istihdam politikaları?

Sivil toplumun engelli kadınları nasıl dâhil edebileceğini düşünecek olursak, ilk başta o kadınlara ulaşıp bilinçliliklerini arttırmak ve onları kendi sözlerini söyleyebilecek şekilde güçlendirmek gerekiyor – ki biz bunun için uğraşıyoruz. Mesela bağımsız yaşamla ilgili bir etkinlik yaptık, onda UN Women (BM Kadın) ve KADAV (Kadınlarla Dayanışma Vakfı) bize destek verdi. Böyle böyle, mesela biz bir etkinlik yaptığımız zaman destek vermeleri ya da kadın örgütleri bir şeyler yaptıkları zaman bize de haber verip sizi dâhil etmek istiyoruz demeleriyle yol alıyoruz. Bu tip etkinliklerde, biz de uygunsa paralel bir şeyler yaptığımızda ya da engelli kadınları o ortamlara ulaştırdığımızda, bir şekilde aracı olduğumuzda, köprü kurduğumuzda ve beraber bir şeyler yapmaya başladığımızda daha fazla engelli kadın bu alanda aktivizm yapmaya başlayacak. En önemlisi de kadınların birbirleriyle dayanışabilmeleri, birbirlerine yetişebilmeleri ve savunuculuk kapasitelerini gerçekten arttırabilmeleri için onları hazırlayabilmek, onları uygun şekillerde çağırıp çoğalabilmek. Temel derdimiz bu. Alanda aktif olarak var olan engelli kadın sayısını arttıracak şeyleri beraber yapabilmek. Feminist mücadelenin bir birikimi var ya, o birikimi engelli kadınlarla da paylaşabilmek ve onların engelli oluşlarını da kapsadığını hissettirebilmek.

Kamu kurumlarına gelecek olursam. İşte en son bizim 2013-2014 raporunda ŞÖNİM’lerin (Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri) durumu ortadaydı. İşaret dili bilen personelin olmadığı çok fazla kurum var, asansör olmayan çok fazla kurum var, kılavuz çizginin olmadığı çok fazla kurum var. Aynı zamanda, oralarda görev alan kişilerin farklı psikososyal ve dışarıdan görülmeyen engeli olan kadınlara kapsayıcı davranmadıklarını, onları kötü hissettiren söylem ve tavırlar sergilediklerini biliyoruz. Zaten engelli kadınların evdeki ve şiddet ortamlarındaki durumlarından çıkıp bu destek mekanizmalarına, ŞÖNİM’lere, ‘kadın konuk evlerine’ (sığınak), polise başvurma imkânlarının çok fazla olmadığını da biliyoruz. Devletin de engelli kadınlara karşı ayrımcılığı ve şiddeti görerek buna karşı politika ürettiğine de rastlamıyoruz. Engelli kadınların nasıl daha korunaklı alanlarda yaşamalarını sağlarız gibi bir dertleri yok. Evet yasalarda, sözleşmelerde ya da engellilikle ilgili sözleşmelerde engelli kadınların da yer aldığını görüyoruz ama uygulamada engelli kadınlara dair spesifik bir şey yok. 2023 hedeflerinde de yine aynı şekilde, doğru düzgün bir şey görmedik maalesef. 2018-2023 arasında bakanlığın strateji belgesi var. Orada da hiçbir şey yoktu. Ben öyle şeyleri okumayı sevmem ama özellikle açtım okudum bir şey bulabilir miyim diye. Sığınaklar kurultayında da anlattığım gibi, asansör, işaret dili bilen personel, kılavuz çizgi, vs. hepsi sıkıntılı.

Sonuç olarak da kadınlar gidemiyor. Çünkü bu yerler onların ulaşımına çok uygun değil. Zaten başvuru alınan yerler ne kadar uygun ki kadınlar oralardan çıkıp sığınağa gelebilsinler? ‘Engelli kadınlar gelmiyor’ diye bir laf var ama engelli kadınlar nasıl gelmiyor, neden gelmiyor, bu hiç konuşulmuyor.

Sanki engelli kadınlar şiddete uğramıyormuş gibi oluyor böylece.

Öyle görünmesine sebep oluyor evet. Aile Bakanlığı kadınlardan ne kadar başvuru aldığına, ne kadarının hangi sebeple olduğuna dair istatistik yayınlıyor mu bilmiyorum ama engelliler açısından istatistik konusu çok sorunlu. Çünkü bunun içerisinde engelli-spesifik bir veri ayrıştırması yok. Zaten buna yönelik söylemleri de yok. “Şu kadar engelli kadının ulaşımını sağladık” ya da “engelli kadınların ve kız çocuklarının uğradığı ayrımcılık ve şiddetle, aile içi şiddetle ilgili şunları yaptık” gibi bir sözleri yok ortada, hiç olmuyor. Bize ulaşan eğitim çalışmaları falan da yok.

Ben alandan iyi biliyorum ki, engelli kadınlar ve kız çocukları aslında şiddetin üretilmesi açısından faile çok daha rahat bir alan sağlıyor. Yani fail çok daha rahat hareket edebiliyor engelli kadınlar ve kız çocuklarına şiddet uygularken çünkü sessiz kalacaklarını ve tehditlerinin geçerli olduğunu biliyorlar. Bu yüzden engelli kadınlar çıkamıyor. Çıkıp o kurumlara gidemiyor. Çıkmadıkları için de, yani çıkamadıkları için de – ki bizim ülkemizdeki kurumların bakış açısı daha çok ‘çıkmadıkları’ yönünde muhtemelen – bu kurumların erişilebilir olmasının, doğru düzgün personel istihdam etmelerinin çok da gereği olmuyor. Çünkü verecekleri cevap belli: “Biz yapıyoruz ama gelen olmuyor”. Sığınaklar Kurultayı’nda söylenmişti, “İşaret dili öğrendik, ama kadınlar başvuru yapmadıkları için biz unutuyoruz” gibi bir şey. Doğru, unutabilirsiniz çünkü gerçekten gelemiyorlar. Bu yüzden bence devletin politikası da sosyal çalışmacılarının, yani bu işle ilgili olarak istihdam ettiği insanların, gezici ekiplerle ev ziyaretleri yaparak alanı gözlemlemesi, mümkünse şiddet olabileceğine dair ipuçları toplamaları yönünde olmalı. Bence şu an olması gereken şey sahaya inmek. Kadınlar gelsin diye beklememek çünkü böyle bir durumda değiliz.

Deşifre: Dilan Yoğun

[i] http://www.siginaksizbirdunya.org/tr/haberler/115-22-kadin-siginaklari-ve-da-ya-nisma-merkezleri-kurultayi-nin-programi-belli-oldu

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.