Fatma Nevin Vargün’ün “Heval, Sen Daha Özgürleşmedin mi?” isimli kitabı 12 Eylül 2025’te Dipnot Yayınları tarafından yayınlandı. Otobiyografik anlatılar ile birlikte dönemsel öznel tanıklıkları da içeren kitap üzerine yaptığımız söyleşiyi, keyifli ve verimli okumalar dileğiyle paylaşıyoruz.

Öncelikle elinize sağlık, okuru bol olsun. Kitap ismi çok hoş bir seçim olmuş deyip, söyleşimize başlayalım. Sendika ve İlerici Kadınlar Derneği’nden siyasi partiye, Kürt kadın hareketinden feminizme, yerel siyasete, bağımsız kadın çalışmalarına süren yolculuğunuzda çok ilginç ve etkileyici anılar biriktirmişsiniz. Bunları okurlara açmak, özellikle kadınlarla paylaşmak size neler hissettirdi?

Kitabı yazmak uzun yıllardır planladığım bir şeydi.  Zaman bulamadım ama esas olarak yazmaya kendimi hazır hissetmedim sanırım. Yazmak, kişisel sorunlarımı, sorumluluklarımı iyice hafiflettiğim belki de kendimi en özgür hissettiğim yıllara denk geldi. Yazacaklarımın içeriği açısından da sorumluluk hissediyordum. Biz kadınlar, karma örgütlerde, kadın örgütlerinde yaşadıklarımıza dair hissettiklerimizi, duygularımızı kendimize de tam olarak açıklayamıyoruz. Ya da açıklamak için “şimdi zamanı değil” duygusu öne geçiyor.

Kitabı yazmaktaki temel amacım Kürt kadın hareketinin ilk örgütlenme yılları olan 1996-2006 yıllarını, kendi tanıklığımla yazıya dökerek şimdiki ve daha sonra gelecek nesillere aktarabilmekti. Bu benim için büyük bedeller ve emeklerle bugünlere gelen Kürt kadın hareketine duyduğum feminist bir sorumluluk ve adeta bir borçtu.

Yıllardır yazmayı planladığım, Kürt kadın hareketiyle ilgili çıkan yayınlarda hep eksik kaldığını gördükçe üzüldüğüm 1996-2006 sürecini, yaşadıklarımı okurlara açmak, özellikle kadınlarla paylaşmak tek kelimeyle kendimi çok iyi hissettirtti.

Önsözü yazan Handan Çağlayan’ın da belirttiği gibi Kürt kadınların kolektif hikayesine “ben dili” ile tanıklık etme biçiminiz okurun çağrışımlarını da serbestleştiriyor. “Yaşayan otobiyografi” olarak da tanımlanabilen bu yazma biçimi farklı kadınlık halleri arasında bağlar kurmak, hikayeler örmek için daha kullanışlı olabilir mi sizce, neden?

Bizim neslin örgütlenme pratiğinde ben dilini kullanmak çok da hoş karşılanmazdı. Özellikle karma örgütler içinde. Çünkü sosyalizmi kurmak, savaşı sonlandırmak, Kürt sorununu çözmek gibi çok zor, acil sorunlar vardı. Ben değil bizdik. Bireyler fedakârlık yapar; her şeyiyle, bedeniyle, ailesiyle, hobileriyle. Hissettiklerini, erteleyerek, çoğu zamanda bastırarak ilerlerlerdi. Ben demek küçük burjuva hastalığı gibi görülüyordu. Oysa ben olmadan biz olunmuyor. Birey olmadan sosyalist, feminist, demokrat olunmuyor.

Aynı dönemde, aynı olayları yaşadığım arkadaşlarım yaşananları benim gibi hissetmemiş olabilirler. Üstelik bizi bir araya getiren sorun Kürt sorunu ve süren savaş koşullarıydı. O kadar farklı yerlerden, ailelerden, alışkanlıklardan gelmiştik ki. Kadınlar olarak farklılıklarımız kadın olma ortak paydasında kesişiyordu. Farklılıklarımıza rağmen kadın olarak yaşadıklarımızda ortaklıklar çok fazlaydı. Ama bunları algılamak her birimizin kişisel varoluş kodlarıyla farklıydı bu farklılıklara rağmen kadınlık hallerimiz arasında bağ kurmak hiç de zor değildi.

Kadınlık hikâyemizi ben diliyle anlatmak gerçekten kadınlarda farkındalık yaratan, anlatma cesareti veren bir dil. Anlatılamayan ne çok kadın hikâyesi var bu ülkede. Uğrunda mücadele verdiğin davaya zarar verme endişesi, örgütsel kaygılar kadınların yaşadıklarını anlatmasına engel olabiliyor. Ben dili bu kaygıları hafifleştiriyor, sizin de belirttiğiniz gibi kesin yargıları serbestleştiriyor.

Türkiye’de ilk izinli 8 Mart mitinginin Adana’da 1996’da yapıldığını yazmışsınız. Burada Eğitim Sen Adana şube genel sekreteri olarak yaptığınız konuşma Ilgın Fidan’ın kapak tasarımına da yansımış. Kalabalık ve kameralar önündeki bu ilk konuşmanın sizin için öneminden bahseder misiniz?

İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentlerde kalabalık basın açıklamaları ile 8 Mart etkinlikleri yapılıyordu. 1996 yılının 8 Mart’ı, Adana’da valilikten izin alınarak miting şeklinde yapılması nedeniyle bir ilk oldu. Hazırlıklar üç ay kadar sürdü. Adana’da var olan tüm kitle örgütlerinin kadın temsilcileri ile uzun ve hararetli tartışmalar yapıldı. Yapılan ilk toplantıda bazı gruplar ayrıldı. Bu sefer mitingi beraber yapacağımız arkadaşlarla “emekçi kadınlar günü” mü “dünya kadınlar günü” mü demeliyiz, atılacak sloganların içerikleri, erkeklerin katılıp katılmayacağı üzerine uzunca tartışıldı. Sonunda alana iki pankart asıldı. Sloganları tartışmaktan usanıp, emniyet zaten çoğunu yasaklayacak izin belgemiz gelince bakarız dedik. Erkekler en arkada yürüdüler. Emniyet ise sloganların nerdeyse tamamını yasakladı. Biz de alanda istediğimiz sloganları attık. Çok heyecanlıydım aynı zamanda coşkuluydum. HADEP’li kadınlar mitinge rengârenk giysileri, zılgıtlarıyla çok kalabalık katıldılar. Alanı kadınlar doldururken büyük bir gurur ve özgüven hissi duyduğumu hatırlıyorum. Platform olarak bir kamyonun kasasını bulabilmiştik. Basının varlığını akşam haberlerinde yerel basında gösterilince fark ettim. Bütün kaygım metni doğru düzgün okuyabilmek ve gelenlerin dinlemesini hissedebilmekti. Bu ilk kalabalık önünde konuşmaların heyecanı gerçekten çok farklı. Neyse mitingi kazasız tamamladık. Bir kadın farkı olarak da alandaki çöpleri kendimiz topladık. Belediye işçileri çok memnun olmuşlardı. Kitap kapağının bugünü yansıtıyor oluşu da benim için çok kıymetli. Kapak illüstrasyonunu Eda Çağıl Çağlarırmak İstanbul Toplumsal Cinsiyet Müzesi’nin 2022 yılında açtığı sanal sergi için üretti. Kitaba büyük emek veren editörüm, arkadaşım Handan Çağlayan’ın önerisiydi. İyi ki önermiş.

İstanbul’da 8 Mart 1997’deki “Artık Örgütlü” mitingini hatırlattı, bitmek bilmeyen hazırlık toplantıları ve tartıştığımız konular ne kadar benziyor. Eylem sonrası alandaki çöpleri toplama deneyimimiz de ortak; 8 Haziran 2012’de Kürtaj Haktır Karar Kadınların Platformu’nun oturma eyleminden sonra çöpleri toplayıp gece yarısı Galatasaray meydanını pırıl pırıl bırakmıştık… “Kendimi Kürt hareketinden ayrıldıktan sonra feminist olarak tanımlayabildim” demişsiniz. HADEP Adana il örgütünde 1996’dan 2006’ya kadar yoğun emek verdiğiniz süreçte, Feminist Kürt kadın dergileri Roza, Jujin ve Jiyan’a neden mesafeli olduğunuzu biraz açabilir misiniz? 

Aslında Kürt hareketi içinde kendimi feminist olarak tanımlamama somut bir engel yoktu. Kadınlar feminizmi tam olarak bilmiyorlardı. Erkeklerde ise sol örgütlerden gelen feminizme yönelik önyargılar güçlüydü. Bu nedenle oldukça mesafeliydiler. O zamanlar kendimi feminist olarak tanımlamaktan kaynaklanacak sorulara, gereksiz tartışmalara demek ki hazır değildim. Kadın yapısı içinde feminizme büyük bir merak vardı. Ben de kişisel olarak feminist okumalar yapmıştım ama pratikteki ilk karşılaşmalarım ve daha yakından tanıma sürecimdi. Kürt kadın hareketi ise ideolojisini kendi belirleme gibi hakkı da olan bir yöntem belirledi ve süreç içinde bunu geliştirdi. Ağırlıkla İstanbul’da örgütlü olan Roza, Jujin ve Jiyan çevreleriyle kasıtlı bir uzak duruşumuz olmadı. Gündemimiz çok yoğun ve acildi. Gerçekten onları fark etmekte geç kaldık. Kendi adıma da çok kıymetli çalışmalar yaptıklarını geç fark ettim. Bu iletişimsizlik aynı zamanda karşılıklıydı. Şimdilerde düşündüğümde birbirimize yaklaşmak hepimize güç verirdi.

90’lı yıllar, zorla göç sonrası eylemlere katılan barış isteyen annelerin de, örgüte kadın katılımının da arttığı ve “dağda da eşitlik talebinin yükseldiği” yıllar. Kürt kadın hareketinin yerel yönetimlerden başlayarak güçlenme dinamikleri; “çok bilen” erkekler korosuna ve erkeklerin seçilme hırsına karşı kadınların ortak mücadelesi feminist mücadeleler için de çok önemli kazanımlar değil mi? Özellikle kadına yönelik şiddet alanında çalışan kadınların düşmanlaştırılması karşısında elde edilen kazanımlar nasıl bütün kadınların kazanımı ise, bugün kayyum siyaseti ile yaşanan kayıplar da öyle değil mi, ne dersiniz?

Kürt kadınları çok farklı bir coğrafya ve yaşam tarzından geliyordu. Devletin yıllardır üzerlerinde uyguladığı çeşitli baskılar doksanlarda yoğun fiziksel baskılara dönüşmüştü. Özellikle ailelerdeki erkeklere inanılmaz şiddet ve işkence yapılıyordu. İki binli yıllarda aile içi şiddet konusuna yöneldiğimizde ilk tepki kadınlardan geldi. Kadınlar kendisine şiddet gösteren erkeklere karşı sırf devletin polisine, jandarmasına gitmemek için sabır gösteriyorlardı. Zaman zaman partiye gelip kadın kollarından destek isteyenler oluyordu. Türkiyeli kadınlar ise Kürtleri cahil, feodal ve sadece törelerle yaşayan bir toplum olarak görmekte ısrarlıydılar. Şüphesiz töreler, gelenekler bazı bölgelerde daha ağır yaşanıyordu ama Kürt hareketi bu alanda çok önemli değişimler ve altüstleri yaşıyordu. Recm edilerek katledilen Şemse Allak’a sahip çıkarak ve törelere çok açık bir şekilde tavır koyarak Türkiye’de ilk kez bir kadının tabutunu Kürt kadınları taşıdı. Bu acı olay, aynı zamanda Türkiye kadın hareketi tarafından fark edilmemizde önemli bir dönüm noktası oldu.

Tabii ki kadına yönelik şiddet konusundaki her deneyim tüm kadınlar için son derece önemli ve ortak kazanımlar. Ancak o yıllarda yaşanan savaş ortamı kadınların özgün sorunlarını ertelemeye de adeta mecbur bıraktırıyordu. Kürt kadın hareketinin yerel yönetimlerden başlayan ve parlamentoda süren başarılarının da tüm Türkiyeli kadınların başarısı olarak görülmesi gerekir. Yerel yönetimlerde kadınlar için yaratılacak ne çok imkânın olduğu ancak yerel yönetimlere kadınların seçilmesiyle anlaşılıyor. Bugün iktidarın acımasızca yürüttüğü kayyum siyasetiyle yerellerde kadınlar için elde edilen pek çok kazanım yok edildi. Kadına yönelik şiddetle mücadelede en büyük sorumluluk yerel yönetimlerde. Erkek yöneticilerin zaten çok istekli olmadıkları bu konu kayyumlarla ağır darbe alıyor.

Kitapta “Kürt yanınızın bu ülkede hep acıması” ile birlikte, karşımıza sık sık “bedel ödeme” kavramı çıkıyor. Bunlar kadına yönelik devlet kaynaklı şiddet, kadın intiharları, “genç olamadan yaşlanma” gibi bedeller olabiliyor. Diğer yandan, Kürt kadın hareketi içinde yer almakla birlikte, bedel ödememe ya da ödenen bedelin küçümsenmesi, tam Kürt sayılmama nedeniyle ötekileştirildiğini, ayrımcılığa uğradığını hissetme durumu da var. Feminist yöntem olarak bütünlüklü bir patriyarka analizine dayanmak, Audre Lorde’un önerdiği gibi ezilme biçimleri arasında hiyerarşiler kurmadan, ayrımcılık ve şiddet arasındaki devamlılığı vurgulamak konusunda ne düşünürsünüz?

Kendini feminist olarak tanımlamasa bile kadın yapılarının farklılıkları görmesi, hissetmesi ve farklılıklardan ayrımcılığa kapı aralamaması gerekiyor. Feminist yapılanmalarda ise bu sorunun tamamen çözülmüş olduğu gibi bir önyargımız var. Belki de olması gereken bu diye düşündüğümüz içindir. Ama pratikte feminist yapılanmalar içinde de maalesef ayrımcılıklar ve bu ayrımcılığın şiddete dönüşümü yaşanıyor. Biz kadınlar en çok da kadınlardan aldığımız darbelerden etkileniyoruz. Bu nedenle etkisi güçlü oluyor. Örneğin 15 Şubat sürecinde başörtüleri nedeniyle, işinden, okulundan olmuş kadınlar son derece önemli bir sıçrama yapmış, kendilerini “İslami feminist” olarak tanımlamışlardı. Seküler bir düzende inançlarına uygun yaşamaktı istekleri. O yıllarda feministlerden kolay kabul görmediler. Şimdi onlar da cinsel yönelimi farklı olanlara çok mesafeliler. Siyasi partilerde ise bu çok daha karmaşık. Siyaset yaptığım yıllarda merkezi kadın kolları ve yerelde hep sevgi ve saygı gördüm. Ancak merkeze doğru ilerlendiğinde insanların seçilme arzusu öne çıkıyor. Bu erkeklerde çok daha yoğun. Kadın bakış açısı kazanamamış, erkeklere benzeşerek ilerlemeyi tercih eden kadınlar da çok. Ülkemizdeki siyaset kurumunun son derece antidemokratik olması, eril yapılanması da kadınların siyasette var olmalarında çok büyük bir engel olarak duruyor.

Kitapta “kardelen gibi filizlenen” Kürt kadın hareketine içeriden getirdiğiniz eleştiriler kadar özeleştirilere de yer vermişsiniz. Türkiye kadın hareketi ile ilk temaslar sırasında “Bence bizim de önyargılarımız ve kırmızıçizgilerimiz oldukça güçlüydü” derken kadınlar kendileriyle de mücadele halindeler sanki ne dersiniz? Feministler açısından düşündürücü, cesaret verici, çok kıymetli deneyim paylaşımları bunlar, teşekkür ederiz.

Kürt kadınlarının doksanlarda başlattıkları örgütlenme deneyimlerinde büyük zorlanmalar yaşandı. Zaten ülke olarak hepimizin çok kalın kırmızıçizgileri ve önyargıları var. Ancak burada Kürt’ün hakkını teslim etmek gerekiyor. En kalın çizgiler, önyargılar Kürtlere karşıydı. Kürt kadınlarının anadilleri yokmuş gibi Türkçeyi iyi konuşamamalarından tutun da, giyim alışkanlıklarına kadar bir küçümseme, yok sayma hali vardı. Bu da Kürtlerin kırmızıçizgilerini sertleştiriyordu. Bugün ülkenin her yerinde her türlü görüşten kadınlarla Kürtçe halaylar çekebiliyoruz. O zamanlar metinlere Kürt sözcüğünün eklenmesi, metinlerin Kürtçe okunması için kıyasıya tartışmalar yapıyorduk. Varlığımızdan rahatsız olduklarını bildiğimiz yapılara gitmekte de bizim isteksizliğimiz oluyordu. Ya da bizim ideolojimizi yansıtan algıların kabul görmemesi karşısında çok öfkeli olabiliyorduk. Aslında tüm bunlar birbirimize dokunarak yavaş yavaş giderildi. Bunca yıllık deneyimimden çıkardığım en net sonuç; kadınların birbirine dokunmasının çok önemli olmasıdır. Yıllardır sürgün yeri olan, mahrumiyetlerin üstüne bir de silahlı çatışmanın, savaşın ilave olduğu Kürt illeri Türkiye’nin diğer bölgelerinde yaşayan kadınlar için o yıllarda çok korkutucuydu. Bölgeler arası ziyaretler, bu bakış açılarını çok değiştirdi. Kürt kız kardeşinin sofrasına oturmak, onun pişirdiği yemekleri yemek, yattığı yün yatakta yatmak, birlikte şarkı söyleyip halay çekmek, konuşup dertleşmek çok kıymetliydi. Şimdiki nesiller bu yöntemin eskide kaldığını düşünebilirler. Büyük kentlerin acımasız koşullarında çok da zor ama ben kadın birlikteliğinin güçlenmesindeki en önemli feminist yöntem olarak birbirine dokunmayı görüyorum. Kürt kadınları da kendi bölgelerinden çıktıkça farklı kadınlara dokundukça kadınlık sorununun benzerliklerini gördüler.

Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Çatlak Zemin’e bu söyleşi için çok teşekkür ederim. Şiddetsiz, barış içinde bir ülke ve dünyaya duyduğum özlemle sevgilerimi iletiyorum.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.