Çocuk doğurmayı sadece istemediğim için seçmiyor değilim, aynı zamanda kadınlardan beklenenler karşısında bir şey daha yapıyorum: reddediyorum. Hayatın olağan akışına uygun olanın annelik olduğu söylemini reddediyorum.

Deprem oldu, ama hayat devam ediyor. Devlet durmuyor, erkekler de devam ediyor; bizim adımıza konuşmaya, yetmeyip adımıza kararlar almaya. Bu yazı bu yüzden yazıldı.

Sağlık Bakanlığı “Doğal olan normal doğum.” dedi. Bu söylemler büyük bir absürtlükle sahalara taşındı. Normal doğum nedir, sezaryen doğum nedir; hangi yöntem daha sağlıklıdır, kadın dostudur; hangi yöntem neden tercih edilir, neden edilmez; erkekler, devletler kadınlar adına neden konuşur ve karar vermek ister, kadın bedenine müdahaleler ne anlama gelir… Birçok koldan tartışmalar harlandı, yine. [1] Birçok kadın örgütü de güzel güzel anlattı esasta doğal olanın “Doğurup doğurmayacağını kadınların kendilerinin seçmesi” olduğunu. [2]

Ben de, en az konuşulan bir başka seçenek üzerinden ilerlemek istedim: doğurmamak.

Kimin tercihi?

Herhalde, böyle patriyarkal bir topluma, dünyaya doğan herkes “Bir çocuğum olsa nasıl olur?” diye düşünmüştür ya da istiyor muyum istemiyor muyum diye kendine sormuştur. Bu insanın kendini anlamlandırmak için gerekli bir soru olabilirdi eğer dört bir tarafımız bizden bunu bekleyen sistemin unsurlarıyla sarılı olmasaydı. Sadece hetero ilişkiler özelinde dillendirmiyorum bu soruyu. Azınlıktır belki, ama böyle bir düşüncenin yanından bile geçmemiş olanlar da vardır; fakat ben geçtim.

Asi ve mücadeleci (!) geçmişimden ve genel olarak düşüncelerimi bildiklerinden, hadi kısmen de bana saygılarından dolayı diyeyim, benimle kan bağı olan kimse bana çocuk istemiyor musun diye sormadı. Soramadı. Ama hepsinin aklını kurcalamıştır eminim. Çok eskiden anne olmak meselesine sıcak yaklaştığımı düşündürebilecek tek cümlem sanırım “Eğer böyle bir şey düşünürsem evlat edinirim.” olmuştur. Bedenimi bozmak, ağır doğum sancısı yaşamak gibi kaygılardan değildi bunun sebebi, çok basitti, anlayamadığımdandı: Neden bu kadar çok annesi babası olmayan “sahipsiz” çocuğun yaşadığı dünyada ille de kendi kanından olmak zorunda? Neden? Mesele bir çocuğun sorumluluğunu almak, bakım vermek, emek vermek, büyütmek, beraber büyümek, yolculuğunda ona eşlik etmek, paylaşmak, sevmek vs. değil mi? Kendi kanından olmadığında bunları yapamıyor olmak da bir sorun değil mi? Böyle sorularım vardı. En çok da politik olduğunu düşünen insanların bunu yapmamasını garipsiyordum. Komünal yaşamdan bahsedenlerin bunu yapmamasını yani. Eğer bir çocuğum olsun istersem, bunu yapardım diyordum.

Yaş aldıkça, doğurmama konusunda iyice netleştim, hatta keskinleştim. Üzerine bir de güzel mi güzel, akıllı mı akıllı bir yeğenim oldu. Çok ama çok sevsem de çocuklu bir hayatın neye benzediğini, çok istenerek ve sevilerek dünyaya getirilmesine rağmen, bu adaletsiz-eşitsiz gezegende görece daha iyi şartlarda varolmasına rağmen hayatın nasıl bir şeye dönüştüğünü, uzakta olsalar da yakından gördüm: bana göre değil.

Bir dost, bir sevgili, bir arkadaş, bir yoldaş olarak kendimi görebiliyorum, bu gördüğüm şeyleri sevebiliyorum ama bir anne olarak varlığımı tahayyül etmekte zorlanıyorum. Bu fikre ısınamıyorum. Duymuşsunuzdur, “En çok da bizim gibiler çocuk doğurmalı.” ya da “Senden çok iyi anne olur.” gibi lafları. Böyle cümlelere maruz kalmadan büyümek mümkün mü? Mümkün olsun istiyorum.

İlkokulda tuttuğumuz hatıra defterlerini hatırlıyorum şimdi, hepsi hâlâ elimde. Bana gelecekte mavi önlükle başarılar, beyaz gelinlikle de mutluluklar dileyen sözlerle bitiyor çoğu. Anlamasa da, bir kız çocuğunu ilkokuldan itibaren beyaz gelinlik ve beraberinde getireceği dünyanın hayallerini kurmak durumunda bırakan bir toplum yakılıp yıkılmalı diye düşünüyorum. Kaç kadının hür kararı çocuk sahibi olmak? Düğünlerde kız çocuklarına küçük gelinlikler giydirmeyi marifet sayan, en yakıştırılan, en güzel oyunmuşçasına öğretilen “evcilik” oyunuyla büyüyen kaç kız çocuğunun kendi tercihi.

‘Ey yedi yaş

Ey yola çıkmanın mucizevi â

Senden sonra ne varsa yok olup gitti, cehalet ve çılgınlık içinde’

İki-üç yıl önce çocuğu olan bir arkadaşımla konuşuyorduk. Eski hayatını nasıl kaybettiğini, çocuğunu sevse de özgürlüğünün nasıl kısıtlandığını; çocuklu hayatın kararlarını, düşünme biçimini nasıl etkilediğini, sokaklardan el ayak çekmek zorunda kaldığını, bazen her şeyi bırakmak istediğini, bazen onu sevemediğini, çok yorulduğunu, yaşadığı diğer sıkıntıları anlatmıştı bana. Bu paylaşımlar hem onu hem beni rahatlattı. Onu rahatlattı çünkü söylediklerini “yargılamadan” dinleyebilecek, anlayabilecek insan çok kolay bulunmuyor. Beni rahatlattı çünkü anneliğin palazlandığı ve durmadan harika bir karnavala açılan kapıymış gibi davranıldığı düzende bu sahiciliğe aç kalmıştım. Anne olmak zor.

Erkeklerin cinsiyetçi bir yerden eve para getirmek dışında sorumluluk almadığı, bütün bakım emeğinin, ev işlerinin kadınların üzerine yıkıldığı, sevgisiz şiddet dolu hanelerde çocuk olmak da, anne olmak da zor.

Ama kendi adıma işin hakikati bu zorluklardan kaçmak değil. Çocuk doğurmayı sadece istemediğim için seçmiyor değilim, aynı zamanda kadınlardan beklenenler karşısında bir şey daha yapıyorum: reddediyorum. Hayatın olağan akışına uygun olanın annelik olduğu söylemini reddediyorum. İktidarlar tarafından, toplum tarafından –şimdilik– “anormal”, “marjinal”, “yarım kadın” görünsem de; ezberler yüzünden “yalnız, mutsuz” diye düşünülsem de hakikatin hiç de böyle olmadığını söylemek için yazmak istedim.

Bu zamana kadar okuduğum, dinlediğim, karşılaştığım doğurmayacağım diyen bazı kadınların söyledikleri: “İşgücü piyasasını canlandırmayacağım.”, “Savaşlara yeni bir asker katmayacağım.”, “Bu eşitsiz- adaletsiz dünyaya birini daha getirmeyeceğim.”, “Çocuğa bakacak ekonomik düzeyde değilim.”, “Param yok.”, “Bu berbat eğitim sistemiyle büyüsün istemiyorum.”, “Dünya kaynaklarının tükendiği bir zamana yeni bir tüketici eklemek istemiyorum.”, “Kimseye bakım emeği vermek istemiyorum.”, “Kuluçka makinesi değilim.”, “Çocuk sevmiyorum.”, “Yaşlı nüfusu gençleştirmek benim görevim değil.”, “Aile hayatı yaşamak istemiyorum.”, “Kendi hayatımı yaşamak istiyorum.”, “Bana dayatılan rollere uymak istemiyorum.”, “Bir hayatı sadece sevgilimle (ve kocamla) iki kişilik yaşamak istiyorum.”, “Annem babam mutlu olsun diye doğurmak istemiyorum.”, “İlişkiyi kurtarmak için bir çocuk feda etmeyeceğim.”, “Bana bencillik gibi geliyor.”, “Sırf yaşlılığımda bana baksın diye çocuk yapamam.” … İlk aklıma gelenler. Daha ne çok sebepler var ve elbette bazen sadece istemediğin için doğurmayı tercih etmezsin.

Tabii ki ben öyle ya da böyle tercih edebilme “ayrıcalığına” sahip olanlardanım. Erken yaşta evliliklerin, dinci baskıların, dayatmaların, ezberlerin, normların, aile eğitimlerinin, aileci politikaların, cinsiyetçi sağlık politikalarının; bu kadar yoğun saldırıların altında kolay olsun olmasın, seçme hakkımı kullanabiliyor olmayı ayrıcalık olarak görüyorum. Tam da böyle bir yerden ve eğer yapabiliyorsak her kadının doğurup doğurmayacağına gerçekten de kendi karar verdiği güne kadar olanca dürüstlüğümüzle, samimiyetimizle konuşabilmek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu cendereden de el ele vererek çıkabileceğimize inanıyorum.

[1] Aralık Feminist Kolektif’in konu ile ilgili açıklaması:
https://www.instagram.com/p/DIwGLp0IpbX/?igsh=MWlxd2tpc25kMnpzdA%3D%3D

[2] Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın paylaşımları: https://www.instagram.com/p/DIcBIfhg_48/?igsh=dTM0M3Q5MzV0cWk4

 

Bir cevap yazın

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.