Sağlık hizmetleri eksik olduğunda, hemşireler yetişemediğinde, hastalarla ilgilenmesi gereken personel olmadığında, boşluğu kadın refakatçiler dolduruyor. Kadınlar sadece ailelerine değil, sağlık sisteminin açıklarına da yama olmak zorunda bırakılıyor.
Hastane koridorlarında yürürken, annemin odasının kapısını aralıyorum. Bir haftadır buradayız; protez ameliyatı, fıtık ağrıları ve yılların biriktirdiği yorgunluk… Yan odada, benzer yaşlardaki başka kadınlar da var; kiminin bel fıtığı, kiminin diz problemleri, kimisi ise depresyonla boğuşuyor. Doktorların teşhisleriyle kendi gözlemlerim örtüşüyor: Bu hastalıkların çoğu tesadüf değil. Yıllarca sırtlanan görünmez yük, nihayet bedenlerinde kendini gösteriyor. Bu süreçte, annemin yanındaki odada kalan kadının ziyaretçileriyle sohbet etme fırsatım oldu. O da yıllarca evde “ailesi” için çalışmış, şimdiyse yürümekte zorlanıyor. Kızları, “Keşke kendine de bakabilseydi,” diyor. O cümlede hem öfke hem hüzün var. Hepimiz paralel hikâyelerde buluşuyoruz aslında: Annelerimiz, kendilerine ait bir hayatı olmadan yaşlandılar.
Yaşlanmak, hastalanmak, güçten düşmek insan olmanın kaçınılmaz bir parçası. Ama bu sürecin yükü neden kolektif bir sorumluluk olmaktan çıkıp kadınların omzuna bırakılıyor? Bir kadın annesine, babasına, eşine, çocuğuna bakmak zorunda hissediyor. “Kim bakacak başka?” sorusunun altında, aslında kimsenin erkekleri bu işin asli öznesi olarak görmemesi yatıyor. Baba, oğul, abi ya da koca, ancak çok olağanüstü bir durumda bakım veren rolüne giriyor. Ama kadınlar için bu “doğal” bir iş olarak kabul ediliyor.
Hastanelerde bu gerçek daha da görünür hâle geliyor. Orada, bakım emeğinin aslında nasıl kadınları tüketen bir sistem içinde işlediğini anlamak çok kolay. Çünkü kadınlar sadece hastalarının değil, sistemin de yükünü taşıyor. Sağlık hizmetleri eksik olduğunda, hemşireler yetişemediğinde, hastalarla ilgilenmesi gereken personel olmadığında, boşluğu kadın refakatçiler dolduruyor. Kadınlar sadece ailelerine değil, sağlık sisteminin açıklarına da yama olmak zorunda bırakılıyor.
Malum, bu yıl “Aile Yılı” ilan edildi. Daha önce de benzer temalar işlendi elbette, ama bu kez daha yüksek sesle ve daha organize bir şekilde… Kadınları eve, çocuk bakmaya ve yaşlıları kollamaya çağıran bir siyaset sahnede. Bizi “fedakârlık” söylemiyle esir alan, tüm bakım yükünü üzerimize yıkıp, sonra da bu yük altında ezildiğimizde “annelik kutsaldır” diyerek başımızı okşayan bir düzen bu. Oysa gerçek şu ki, ev içinde kadınlar için kurulan dünya, çoğu zaman bir kapan.
Aile dediğimiz yapı, başından beri hiyerarşik. Babalar en tepede, anneler itaatkâr bir gölge gibi. Çocuklar, cinsiyetlerine göre kodlanarak büyüyor; oğlanlar ayrıcalıklarla, kızlar itaatle. Evde, sokakta, okulda, hastanede kadınlar için bir çember çiziliyor; çıkmaya çalıştıklarında “nankör” damgası vuruluyor. Çemberin içinde kalanlar ise yavaş yavaş tükeniyor. Kadınlar, bu rollerin içselleştirilmesiyle birlikte, kendi ihtiyaçlarını ve isteklerini ikinci plana atıyor. Küçük yaşlardan itibaren öğretilen “iyi kız” ve “iyi anne” kalıpları, onların özbakım ve kişisel gelişim haklarını kısıtlıyor. Aile içindeki bu roller, zamanla kadınların kendi kimliklerini bulmalarını zorlaştırıyor.
Feminist ve kuir hareketler, bu geleneksel aile yapısına karşı yıllardır mücadele ediyor ve alternatif modelleri öneriyorlar. Kan bağına dayalı olmayan, sevgi ve dayanışma temelli ilişkiler kuruyorlar. Bu yaklaşımlar, toplumsal cinsiyet rollerini sorguluyor ve kimliklerin esnekliğini vurguluyor. Ayrıca trans kadınların deneyimleri, aile kavramını yeniden düşünmemize olanak tanıyor. Gündelik hayatta yaşadıkları şiddet, dışlanma ve ötekileştirmeye karşı, dostluk ve dayanışmayı bir ilişkilenme biçimi olarak ele alıyorlar. Bir yandan da devlet, aileyi kutsayıp “koruma” bahanesiyle bu dönüşüme direniyor. Çünkü aile, sermaye düzeni için en ucuz işgücü üretim merkezi ve toplumsal kontrol aracı. O yüzden “Aile Yılı” gibi politikalar, aslında kadınların, LGBTİ+ların ve çocukların üzerindeki baskıyı artırmanın ideolojik kılıfı gibi duruyor. Gerçekten özgürlükçü bir dönüşüm, sadece hukuki düzenlemelerle değil, toplumsal dayanışmayı güçlendiren kültürel ve ekonomik değişimlerle de mümkün olabilir.
En nihayetinde, hayatlarımızda buluşuyor; deneyimlerimizi paylaşıyor ve dayanışmamızla güçleniyoruz. Hastane koridorlarında su uzatan, hemşireye nasıl ulaşacağını tarif eden, gece nöbetinde birbirine göz kulak olan kadınlar var. Empati kuran, aralarında görünmez bir bağ oluşturan, benzer bir hikâyenin içinde farklı rolleri üstlenen kadınlar. Bu dayanışma, aile içindeki yılgınlıkları aşmamıza ve daha adil ilişkiler inşa etmemize olanak tanıyor.