Karanlık adam aynı zamanda, kadını sistematik olarak denetleyen, bastıran, susturan patriyarkal zihniyetin bir temsilidir. Bu yönüyle rüya, kadına yönelmiş şiddetin ve kontrol mekanizmalarının sembolik bir anlatısıdır.

Karanlık adam kâbusuyla ilk kez lise son sınıfta karşılaştım. Clarissa Pinkola Estés’in Kurtlarla Koşan Kadınlar adlı eserinde bu rüyadan söz ediliyordu. Kitapta Estés, kadınların içsel güçlerini ve sezgisel doğalarını nasıl yitirdiklerini anlatırken bu kâbusu bir tür uyarı, bir uyanış çağrısı olarak yorumluyordu. Rüya, sadece bireysel bir deneyim değil; ataerkil kültürün kadının ruhunda ve bedeninde bıraktığı izlerin, korkuların ve bastırılmışlıkların sembolik bir dışavurumuydu. Bu yüzden yalnızca bir “rüya” değil, kolektif hafızaya işlemiş bir “kâbus”tu.
Rüyanın sahnesi çoğu zaman benzerdir: Yalnız bir kadın gecenin bir vakti sokakta ya da evinin tenha bir köşesinde… Ve aniden karanlıktan çıkan bir adam. Telefonlar çalışmaz, yardım ulaşılamaz, kadın çaresizdir. Tehlike yalnızca dışarıdan değil, artık içeridedir. Kadın korkuyu ve tehdidi yalnızca dış dünyada değil, kendi içinde de taşımaya başlar.
Bu karanlık adam, Estés’in de vurguladığı gibi, yağmacıdan, katilden ya da tecavüzcüden ibaret değildir. O aynı zamanda sistematik olarak kadını denetleyen, bastıran, susturan patriyarkal zihniyetin bir temsilidir. Bu yönüyle rüya, kadına yönelmiş şiddetin ve kontrol mekanizmalarının sembolik bir anlatısıdır.
Yine de bu kâbus, yalnızca korkutmak için değil, uyanmak için gelir. Kâbustan uyanmak, yalnızca bireysel sezgilerle değil; politik ve kültürel bir farkındalıkla, patriyarkanın kadın kimliğine yüklediği anlamları sorgulamakla mümkün olabilir. Burada sezgi önemlidir, evet; fakat tek başına yeterli değildir. Çünkü kadının sezgisel doğasına dönüşü savunmak, zaman zaman özcü söylemleri yeniden üretme riski taşır. Bu da “kadın doğası” gibi toplumsal cinsiyetin tarihsel ve kültürel inşasını göz ardı eden bir bakışa yol açabilir.
Bu nedenle, karanlık adamdan kurtuluş yalnızca içsel bir keşif değil; aynı zamanda dışsal bir mücadeleyi, toplumsal normları sorgulayan bir direnişi de gerektirir. Kadın olmak, patriyarkal toplumda belirli kalıplara ve beklentilere sıkıştırılmak anlamına gelir. Bu kâbus, işte tam da bu sıkıştırılmışlığa, bu bastırılmışlığa karşı bir çığlıktır.
Uyanmak için bir prensin bizi öpmesine gerek yok.
Uyanmak, kendi iç sesimizi duymakla, yaşadığımız toplumu ve dayatılan rolleri sorgulamakla mümkündür. Sezgilerimiz bize bir şeyler fısıldar; ama o fısıltıyı anlamlı kılmak için bilince, eleştiriye ve dayanışmaya da ihtiyaç duyarız.
Umarım karanlık adamların değil, kadınların seslerinin yankılandığı bir dünyada yaşarız.