Erillik ve dişillik gibi kavramların enerji bazında kullanımı, cinsiyet kimliği ve politik aktivizmin karmaşıklığını basite indirgemekle kalmıyor; bazen kafa karışıklığı yaratıyor.

Son zamanlarda “içimizdeki tanrıçayı uyandıralım” kampları, atölyeleri, etkinlikleri çok moda oldu. Bir yandan insan ister istemez gülüyor; evet, eğlenceli ve absürt durumlar söz konusu. Öte yandan, bu popülerleşme, çok daha derin meseleleri basitleştirmekle kalmıyor, feminizmin uzun ve mücadele dolu tarihine de gölge düşürüyor. Hele ki bu işin içine “dişil enerji” ve “eril enerji” gibi kavramlar girdiğinde, kafa iyice karışıyor.
Öncelikle şunu açık konuşalım: Dişil ve eril enerji dediğimiz şeyler, birer cinsiyet değil. Yani “kadın” ya da “erkek” olarak değil; daha çok kültürel, psikolojik ve bazen mitolojik anlamda farklı nitelikler taşıyan yaşam enerjilerinden bahsediyoruz. Ama bu kavramların günümüzde kullanılışı çoğunlukla o kadar indirgenmiş ki; “musluk tamiri erilliktir”, “hesap ödemek erkeksi bir sorumluluktur” gibi absürtlükte sınır tanımayan cümlelere dönüşüyor.
Burada asıl sorun şu: Kendi hayatının sorumluluğunu almak ya da hayatın zorluklarıyla baş etmek, eril enerjiymiş gibi sunuluyor. Peki, bu mantıkla kadının musluğu tamir eden haline “dişil enerji”den mahrum, pasif bir varlık mı denmeli? İşte tam da burada feminizmin derinlikli mücadeleleri yok sayılıyor. Feminizm, kadınları aktif, kendi özne olan, dünyayı dönüştüren varlıklar olarak tanır. Feminist mücadelelerde ekonomik, politik, sosyal eşitlik ve adalet mücadelesi esastır, büyülü bir enerji çağrısı değil.
Bu “içimizdeki tanrıça” modasının yükselişi, bazı açılardan ekofeminizmle karıştırılıyor. Ekofeminizm doğayla, kadınlarla ve ezilenlerle dayanışmayı vurgulayan, kapitalist patriarkayı eleştiren politik bir yaklaşım. Ancak günümüzde “tanrıça uyanışı” tıpkı bazı popüler mitolojik anlatılar gibi hızla tüketilen bir tüketim kültürü ürünü haline geldi.
Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabı, bu konudaki önemli referanslardan biri. Clarissa Pinkola Estés’in eseri, kadınların kolektif bilinçdışındaki arketiplerle iletişim kurmasını ve kendi güçlerini keşfetmesini teşvik eden etkileyici bir çalışma. Ancak kitabın etrafında dönüp dolaşan bazı söylemler, mistik ve özelleştirilmiş bireysel deneyimleri feminizmin geniş, politik ve kolektif vizyonu yerine koymaya eğilimli. Bu noktada, kitabın bir “ilmihale” dönüşme riski var. Feminist mücadeleyi mitolojik hikayelerle anlatmak güzel ama kadın mücadelesinin politik ve tarihsel bağlamını gözden kaçırmak tehlikeli olabilir.
Bu yüzden, “spiritüel feminizm” gibi tanımlar kullanmakta dikkatli olmak gerek. Çünkü feminizmin böyle tek bir “ruhani” kolu yok. Popüler kültürde spiritüel pratiklere ilgi duyan kadınlar ve feminist siyaset iç içe geçince, bazen sınırlar bulanıklaşıyor. Özellikle erillik ve dişillik gibi kavramların enerji bazında kullanımı, cinsiyet kimliği ve politik aktivizmin karmaşıklığını basite indirgemekle kalmıyor; bazen kafa karışıklığı yaratıyor.
Kadınlık, bazı spiritüel yaklaşımlarda sanki evrensel ve değişmez bir “öz” gibi sunuluyor: şefkatli, alıcı, yumuşak, sezgisel… Ancak bu, sabit bir kategori değil. Her kadının yaşam biçimi farklı; toplumsal sınıfı, coğrafyası, bedeni, arzuları, hayatta kalma stratejileri çeşitlilik gösteriyor. Kadına dair varoluş; bazen öfkelidir, bazen soğukkanlı, bazen sessizdir, bazen meydan okuyan. Dişil enerji adı altında önerilen tek tip “kadın” ideali, bu çoğulluğu silip yerine herkesin uyması gereken mistik bir kalıp koyuyor. Bu da hem kadınları yeniden sınırlıyor, hem de feminizmin tarihsel olarak mücadele ettiği kalıpları başka bir dille yeniden üretiyor. Feminist düşünce ise, tam da bu “kadınlık nedir?” sorusunu sabitlemeden, hep yeniden sorarak ilerler. Çünkü bazen tanım değil, tanımsızlık özgürleştirir.
Bu noktada Audre Lorde’un sözleri hepimize hatırlatıcı olabilir:
“Kendime bakmak kendimi şımartmak değil, kendimi korumaktır ve bu bir siyasi savaş eylemidir.”
Ve:
“Kadınlar olarak yaşadığımız her deneyim, birbirimizi daha iyi anlamamız için bir fırsattır; sessizlik bizi ayırır, konuşmak ise özgürleştirir.”
Sonuç olarak, içsel uyanış arayışları elbette küçümsenemez. Ancak bu yolculuk, cinsiyetlenmiş beden politikalarının varlığını unutturmamalı. Kadınların bedenleri, arzuları ve emekleri yüzyıllardır denetim altında. Ve bu denetim, “eril enerjiye teslim olmuşuz” gibi cümlelerle açıklanamaz. Politik mücadele, sadece dış dünyaya değil, dilin içine de yerleşmeli. Feminizm, sadece “kendi merkezine dönmek”le ilgili değildir; aynı zamanda dünyanın yapısını değiştirmeyi amaçlayan bir harekettir. İçimizdeki sesleri dinlemek güzel ama bu sesleri dönüştüren, dünyayla diyaloga sokan politik bir bilinç olmadan, her şey kolayca yeni bir tüketim nesnesine dönüşebilir.
Unutmayalım; içsel gücümüzü bulmak, toplumsal adaletin peşine düşmekle çelişmez. Aksine, asıl dönüşüm hem içte hem dışta birlikte inşa edilir.
Alıntılar:
- Audre Lorde, A Burst of Light (1988)
- Audre Lorde, Sister Outsider